16 Şubat 2008
MERKEZ Bankası, faizleri 25 baz puan (yani % 1’in dörtte biri) düşürerek, bir bakıma faizleri artırmış oldu. Dünyada döviz (hard currency) diye adlandırılan paraların reel faizleri % 1’ler düzeyinde geziniyor. ABD’de nominal faizler % 40 indirildi. Gerek ABD’den, gerek AB’den faizler indirilecek sinyalleri gelmeye devam ediyor. Diğer yandan gelişmiş ülkelerde enflasyonda yükselme var.
Bu iki değişim hesaba katılınca, yani nominal faizlerde enflasyon düzeltmesi yapılınca "reel faiz"ler bulunur. İşte yukarıda sözünü ettiğim yaklaşık % 1’lik reel faiz böyle hesaplanmıştır. İktisadi karar alma açısından önemli olan bu faiz oranı, budur. Türkiye’de reel faizler ise % 8 dolayında. Merkez Bankası, faizleri çeyrek puan indirerek, Türkiye’nin kemikleşmiş "yüksek faiz-ucuz döviz" politikasından sapmadığını, sapmayacağını (sapamayacağını) tüm dünyaya bir kez daha ilan etmiş oldu.
* * *
"İktisat, müşevviklerden bahseder" (Economics, is about incentives) diye bir söz vardır. Gerçekten iktisat politikası tasarımcıları, aldıkları her kararla, iktisadi karar alıcıları belli yönde hareket etmeye teşvik eder. Politika yapıcıların başında da merkez bankaları ve maliye bakanlıkları (Hazine) gelir. İktisadi karar alıcılar denince de şirketler ve hane halkı kastedilir.
Durum şöyle: Merkez Bankası faizleri yüksek tutuyor. Hazine de döviz cinsinden "düşük faizli-uzun vadeli" borçlanmak yerine, TL cinsinden "yüksek faizli-kısa vadeli" borçlanmayı tercih ediyor. İktisadi politikalar daima "Merkez&Hazine" ortak yapımıdır. Ekonominin iki patronunun birlikte yürüttükleri bu politika ile gerek yurtiçindeki, gerek yurtdışındaki iktisadi karar alıcıları belli bir yönde hareket etmeye teşvik ediyor. "Merkez&Hazine"nin yolladığı mesajı alan yerli ve yabancı işadamları ve hane halkı hangi cihete yöneliyor. Sonunda nasıl bir tablo oluşuyor?
1. Orta vadede kapanması gereken cari işlem açığı, giderek büyüyor.
2. 2007’de büyüme hızı % 4’lere doğru düşerken, döviz açığı 32 milyardan 38 milyar dolara tırmanıyor. Artış oranı % 18.
3. "Yüksek faiz-orta enflasyon" noktasında salınıma giren ekonominin, "düşük faiz-düşük enflasyon" istikrar noktasına geçişi gecikiyor.
4. Bu geçişin yani düzeltmenin "ekonomi küçülürken, cari işlem açığının hızla daralması" anlamına gelen yumuşak iniş senaryosunun hayata geçme ihtimali azalıyor.
5. Sert iniş veya Asaf Savaş’ın deyişiyle "gayri muntazam" düzeltme riski artıyor.
6. Birikimlerini TL’de tutan yerli ve yabancı zenginler, dünyanın en faiz gelirini elde ediyor.
7. Bu faizleri, Türk halkı ödüyor. Bütçesinin gelir tarafını % 70 dolaylı vergilerle dengelemeye çalışan Maliye, geniş halk kitlelerine vergi salıp, onlardan topladığı paraları bir avuç yerli ve yabancı zengine aktarıyor. Bu da İslami ekonomi oluyor.
Son Söz: İslam, türbandan ibaret değildir.
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2008
DİYELİM bir ailenin ayda 2 bin YTL geliri var. Aile, buna ek olarak ayda 500 YTL de borçlanıyor. Aldığı borç için de ayda yüzde 1 faiz ödemeyi kabul ediyor. Geliri 2 bin YTL olduğu halde, borç sayesinde ailenin harcanabilir geliri ayda 2 bin 500 YTL oluyor. Ailenin refahı yükseliyor. Birinci yılın sonunda ailenin borcu 6 bin YTL’si anapara, 300 YTL’si faiz olmak üzere 6 bin 300 YTL’ye ulaşıyor. Ne gam; borçlanma devam ettiği sürece mesele yok. Bir de tersini düşünelim. Mesela bir yıl sonra ailenin geliri ayda 2 bin 200 YTL’ye çıkıyor. Lákin alacaklılar bir yıl önce verdikleri borçları ayda 525 YTL anapara geri ödemesi artı bakiye borç üzerinden aylık yüzde 1 faizle geri istiyor. Böylece kaba olarak aile her ay 550 YTL borç ödemek mecburiyetinde kalıyor. Örnekten de anlaşılacağı üzere, fiili geliri ayda 200 YTL artan ailenin, harcanabilecek geliri ayda 350 YTL azalıyor. (Bu hesapta enflasyon sıfır kabul edilmiştir.) Bir yıl önce, borçlanma sayesinde ayda 2 bin 500 YTL harcayabilen aile, şimdi babanın maaşı 200 YTL artmasına rağmen, sadece 1650 YTL harcayabiliyor. Refah seviyesi yüzde 34 geri gidiyor. Pek tabii ailede bir huzursuzluk başlıyor. Ailesini çok seven baba ne yapmalıdır? Cevap: Borçlanmaya devam etmelidir. Merak: Nereye kadar?
* * *
Bilindiği gibi Amerika’da bir ekonomik sıkıntı var. Diyeceksiniz ki bırak, Amerika’nın ekonomik sorunlarına, Amerikalılar kafa yorsun. Onlar zengin; nasıl olsa arabalarını dağdan aşırırlar. Üstelik bizden çok bilgililer. Bir sürü Nobel ödüllü iktisatçıları var. El hak doğru; ama yine de kendimize ders çıkarmak bakımından Amerika örneğini anlamakta yarar var. Amerika, şu tek süper güç denilen ve dünyanın en savaşkan ülkesi Amerika, nerede hata yaptı da şimdi böyle bir sıkıntıya (ne kadar sıkıntıya düştüğü de belli değil hani) düştü? Kendi düşmekle kalmadı şimdi de gücü sayesinde sıkıntısını ihraç etmeye başladı? Bana göre bunun tek bir sebebi var? Yıllardan beri "cari işlem açığını" arttırmaya devam etmesidir.
* * *
Amerika, niçin uzun yılladır cari işlem açığı veriyor sorusunun cevabı bir hayli derin ve karmaşıktır. Üstelik ABD bu açıkları, dolar faizini en düşük seviyede tuttuğu yıllarda azdırdı. Yani ABD’nin cari açığının, bizde ısrarla ve inatla uygulanan "yüksek faiz-düşük kur" politikasıyla bir benzerliği yok. Öyle veya böyle; sonuçta ABD doları değer kaybetti. Orta vadede de doların değerinin artmayacağını herkes kabul etti. Demek ki sürekli "cari açık" günün sonunda ulusal paranın değer kaybetmesiyle sonuçlanıyor. Bu çıkarılacak birinci derstir. Gelelim çıkarılacak diğer derslere. Amerikan varlıklarının yaklaşık 7 trilyon dolarlık bir kısmı, yabancıların eline geçmiştir. Bu varlıkların nemasını bundan böyle yabancılar yiyecektir. Amerikan halkının harcanabilir geliri, milli gelirleri artsa bile azalacaktır. Bu da ikinci derstir. Üçüncüsü ise, ABD sanayi kuruluşları ithalat karşısında zayıflamış ve teknolojide geri kalmıştır. Amerika’nın rekabet gücü azalmıştır. Rekabet gücü azalan sanayi kuruluşlarında çalışanların reel gelirleri azalacaktır. Buna karşı çıkılmak istenirse, işsizlik artacaktır. Dördüncü ve en önemlisi ders, düzeltme sırasında enflasyon artacaktır.
Son Söz: Borç kırbacına alışan yiğit, sonunda dayak arsızı olur.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
HALEN 81 yaşında olan Polonyalı sinemacı Andrzej Wajda, yeni bir filim çevirmiş. Bu filmde, İkinci Dünya Harbi sırasında Rus gizli polisi NKVD’nin, Polonya’nın Katyn yöresinde 20 bin Polonyalı subayı katletmesini anlatmış. Filmin yapımcısı Wajda’nın babası Yakup da bu katliamda öldürülen Polonyalı subaylardan biriymiş. Ancak Ruslara göre, bu katliamı "Nazi"ler yapmış. (Biliyorsunuz dünya yüzünde iki tür Alman vardır. Biri sevdiğimiz, tanıdığımız, dostumuz güzel Almanlar, diğeri de Nazi’ler. Naziler, galiba Alman değil. Bu sebeple II. Dünya Harbine ait suçlardan Almanlar değil, Naziler sorumludur.) Konuyu karıştırmadan hikáyeye devam edelim. 1939 yılında Polonya’yı işgal eden Nazi’ler, katledilen Polonyalı subaylara ait toplu mezarları ilk defa 1943 yılında bulmuş. Pek tabii katliamı Rusların (pardon NKVD’nin) yaptığını dünyaya ilan etmiş. Almanya harbi kaybedip, Polonya Rusya’nın uydusu haline gelince, Ruslar ve onlara yalakalık yapan işbirlikçi Komünist Polonyalılar, bu katliamın faili Ruslar değil, Almanlardır (pardon Nazi’lerdir) demişler. Yani toplu mezarları bulanlar, bir anda katliamın suçlusu oluvermiş. Andrezj Wajda çevirdiği Katyn adlı filmle, bu katliamı Nazi’lerin (yani Almanların) değil NKVD’nin (yani Rusların) yaptığını, delilleriyle ortaya koyuyormuş.
* * *
Katyn filmi, bu yıl "yabancı dildeki en iyi film" kategorisinde Oscar’a aday gösterilmiş. Bunun üzerine, ülkeleri hakkında kötü propagandaya sebep olacağını düşünen bazı Ruslar seslerini yükseltmiş. Rus hükümetinin borazanı olan "Rossiiskaya Gazeta" gazetesi de "film, gerçeği yansıtmıyor; filmde ortaya konan deliller güvenilir değil, yirmi bin Polonyalı subayı katleden NKVD (Rus) değil, Nazi (Alman)dır" diye yayına başlamış. Pek tabii benim bu facia hakkında en küçük bir bilgim yok. Dolayısıyla kimin doğru söylediğini bilmiyorum. Ama hikáyenin anlatılışından filmin doğruyu anlattığı kanısına vardım. Ruslar, suçlarını inkár ediyor diye düşünüyorum. Böyle düşünmeme rağmen, bu filmin hikáyesini anlatan "The Economist" dergisi editörünün haberin altına koyduğu hüküm cümlesi tüylerimi ürpertti. Gazeteci, "Bu filme Oscar ödülü verilmesi, Rusların iddialarına çok güzel bir cevap olur" diyor.
* * *
Haberi yayımlayan dergi, düpedüz ve hiç fütur getirmeden şunu söylüyor: Oscar ödülünü, Katyn filmine verin. Film iyidir kötüdür diye bakmayın, iddiasını ödüllendirin. Bırakın bu ödül, karşı tezi savunanların yüzünde bir tokat gibi patlasın. Peki, bu tavsiyeye uyarak verilecek bir Oscar, ne ödülü ve ödül jürisi ne jürisi olacak? Film mi, siyasi tarih mi? Cannes film festivalinde verilen ödüllerin de hatta Nobel edebiyat ve Barış ödüllerinin de "siyasi tavır" olduğunu iddia edenler, bu durumda haklı olmuyor mu? Ben de Başbakan gibi konuşayım. "Velev ki ödül siyasi sebeplerle verilmiş olsun, ödül vermek yasaklanabilir mi?" Aslında işin içinde olanlar, zaten ödülün neye verildiğini biliyor. Ama bu tezgáhları kuranlar da halkın aldatılabilir olduğu; yani hangi tezin propagandası daha iyi yapılmışsa, halkın indinde gerçeğin o olacağını biliyor.
Son Söz: Yalan uçar, ödül kalır.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2008
Ocak ayı ihracatı, bir önceki yılın Ocak ayına kıyasla %50 arttı. 2007 yılının Ocak ayında da ihracat, 2006 yılının Ocak ayına göre % 34 artmıştı. İki artışı çarpınca görüyoruz ki, 2008 yılının Ocak ayı ihracatı, 2006 yılının Ocak ayı ihracatının iki katından fazla. 2007 yılının tamamında ihracat, 2006 yılına göre % 25, ithalat ise % 22 arttı. Yani Türkiye tam bir ihracat patlaması yaşıyor. Üstelik bu patlama Türk Lirasının aşırı değerlendiği bir ortamda gerçekleşiyor. Öyleyse, ihracatı arttırmak için, Türk Lirasının daha da değerlenmesi gerek. Benim geçen yaz biraz da şaka olsun diye yazdığım gibi, "1 Dolar=1 YTL" olunca, ihracatta Türkiye’yi tutmak mümkün olmayacak. Bu rakamlardan böyle bir sonuç çıkartılabilir mi? Bal gibi çıkar. Bugüne kadar döviz fiyatları düştükçe, ihracat arttığına göre, bu doğru oranlı ilişki sürebilir. Bu gidiş, niye bugünden sonra değişsin? Bu arada milli gelir büyümesi de yavaşladı. 2004 yılında %10 varan büyüme hızı, 2007’de %4’e düştü herhalde. Hani ihracat büyümeyi sürüklerdi? İşte sana babalar gibi büyüyen bir ihracat. Neden bu ihracat patlaması, büyümeye yansımıyor? Şeytan bunun neresinde?
* * *
1. Milli gelir katma değerler toplamıdır. Büyüme hızı da, bu yılın katma değerler toplamındaki artışın, bir önceki yıl toplamına bölünmesiyle bulunur. (Hesap, sabit fiyatlarla yapılır.)
2. İhracat ise, faturalar toplamıdır. Satışın içindeki ulusal katma değeri göstermez. Kısaca ihracatın içinde, ithalat da vardır. Dolayısıyla, ihracat artış hızının, milli artışına aynen yansıması gerekmez.
3. Milli gelir büyümesi açısından önemli olan ihracat, "net katma değer" ihracatıdır. İhracata dayalı büyüme diye adlandırılan strateji, katma değer ihracatının artışını hedefler.
4. Ucuz döviz, brüt ihracatı değil; katma değer ihracatını köstekler. Bunun ölçüsü ve göstergesi de "cari açık" tır.
5. Küreselleşme, malların ülkeler arasında kısıtlamaya tabi olmaksızın alışverişi demektir. Küreselleşme, tüm ülkelerde, ihracat ve ithalatın milli gelir artışından çok daha hızlı artmasına sebep olmuştur.
6. Dünya’da en hızlı büyüyen ülke Çin’dir. İhracata dayalı bir büyüme stratejisi uygulamaktadır. Ama orada bile, katma değer ihracatı, dış satımdan (ihracattan) düşük artmaktadır.
7. Çin’in ihracatının milli gelire oranı 1980’de % 8 iken, 2007’de % 40 olmuştur. (Unutmayın, bu orantıda "pay" ihracat faturaları toplamı, "payda" katma değerler toplamıdır. Birimler aynı değildir.) Hesap, aynı birimle yani ihracattaki katma değerin, milli gelire oranı şeklinde yapılınca, bunun 1980’de % 3 iken, 2007’de % 8’i geçtiğini göstermektedir.
8. Çin’in efsaneleşen büyümesi, özellikle son yıllarda ihracat tarafından çekilmektedir. Ama milli gelir artışına katkı bakımından büyümenin çoğu iç talepten gelmektedir. Nitekim 2006 yılında Milli Gelirinin % 7’si kadar cari işlem fazlası veren Çin’in "gerçek" ihracatının "milli gelire" oranı da aşağı yukarı o kadardır.
Son Söz: İç piyasayı küçültmeyi bırak, dış ticarette fazla vermeye bak.
Yazının Devamını Oku 2 Şubat 2008
AMERİKA’da başlayan ve dalga dalga dünyaya yayılan ekonomik çalkantı, son ayların en sıcak gündem maddesi oldu. (Sonradan öğrenme Hacivatlar, havalı olsun diye gündem yerine "ajanda" kelimesini kullanıyorlar.) Amerika’da ortaya çıkan düzeltmenin sebebi, ABD’nin cari işlem açığında ortaya çıkan bozulmadır. Cari açık, ABD için bile kötüdür. Bu olayla birlikte iktisadın iki temel sorusu da tekrar gündeme geldi.
1. Kapitalist sistem çalkantı yaratmayacak şekilde işleyemez mi? Çalkantılara (ki bunlar giderek krize dönüşebilir, yani milli gelirin düşüp halkın fakirleşmesine sebep olur) engel olacak mekanizmalar (özellikle denetim mekanizmaları), niçin tasarlanıp sisteme monte edilmemiştir? Edilmiş ise, hata tasarımlarında mı, yoksa işleyişlerinde midir? Acaba ortada bir "ahlaki" sorun mu var? Bu noktada hukuk, niçin işlevini yerine getiremiyor? Hukukun iktisatla ilişkisi, siyasetle ilişkisi kadar önemli değil mi? Hukuk, niçin durumdan vazife çıkarmıyor?
2. Eğer her çalkantı bir düzeltme ise, çalkantılara müdahale etmek, kapitalist sistemin kendini düzeltmesine izin vermemek olmuyor mu? Bedeni için zararlı bir maddeyi midesine indiren kişinin kusmasına ve amel olmasına engel olmak doğru mudur? Alttan ve üstten dışarı çıkmak, doğal ve sağlıklı bir tepki değil mi? Bu eylemler, bedenin kendini koruma mekanizmasının işlediğine işaret etmiyor mu? İflas ve tasfiye gibi işlemler de iktisadi bünyenin kendi kendini temizlemesi anlamına gelmiyor mu? Verimliliği düşük yatırımların, firmaların, süreçlerin ve ürünlerin piyasadan silinmesi ve batık alacakların tasfiyesi iyi değil mi? Bundan niye şikáyet ediliyor?
Görüldüğü gibi yine bilimsel fazdan sanatsal faza geçtik. Yani kitap nasıl yazıyorsa öyle hareket edelim demekle işin içinden çıkmak mümkün değil. Çünkü kitap hem onu hem de bunu yazıyor. İktisat bilimi bize burada "tek doğru"yu göstermekten aciz. O zaman "optimum" çözümü aramak gerekiyor. Kısaca, sisteme hem biraz müdahale etmek hem de biraz serbest bırakmak gerek. Zamana ve zemine göre alınacak önlemlerde "doz" ayarları yaparak, bünyenin kendini toparlamasına izin vermek.
ABD’de aynen yukarıda söylediğim iktisadi (faizler ve vergilerle ilgili) politika uygulanıyor. Optimum çözümün nerede olduğunu bulmak için yola, çözümle neyin amaçlandığı tanımlanarak başlanmalıdır. ABD ekonomisini yönetenlerin amacı, ülkeyi fakirleştirmeden, fiyat istikrarını korumaktır. Bu, "biraz fakirleşme, biraz enflasyon" olarak okunursa daha iyi kavranır. ABD, eskisi kadar açık ara olmasa bile, halen dünyanın en büyük ekonomisidir. Amerika uyguladığı çözüme ve çözümünün sonuçlarına dünyayı ortak edecektir. Burası iyi anlaşılsın. Yani sadece ABD’de de değil, dünyada da "büyüme düşecek, enflasyon artacaktır". Bu kadar basit.
Son Söz: Bozulma, düzeltmenin anasıdır.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2008
İNSAN, iç içe inşa edilmiş iki benlikten kuruludur. Yunus’un "bir ben var, benden içeri" deyişi veya Freud’un ben kavramını "ego" ve "süper ego" diye iki kademeye bölmesi bundandır. Freud’un ego kelimesinin Türkçe karşılığı "ben"dir. "Süper ego" değiminin karşılığı ise "vicdan"dır. Beden ve ben (Freud’un deyişiyle id ve ego) insanda doğuştan mevcuttur. Vicdan ise sonradan oluşur. Vicdan, beyninde teşekkül etmeye başladığı andan itibaren, "ben"e ıstırap verir. Zaten vicdanın sebebi hikmeti de budur. Yani bireyin, eline geçmiş kaynakları bencil amaçlar için sarf etmesini sınırlayarak, toplumsal gönenci artırmaya yönlendirmesini temindir. İlkel haliyle vicdan, bireyin yakınlarına karşı sorumlu davranmasıdır. Birey geliştikçe, vicdani sorumluluk hissi, bireyi kuşatan dış çemberlere doğru genişler. Sonunda zaman ve mekán boyutlarında sonsuza ulaşır. Kişi kendini tüm doğaya karşı sorumlu görmeye başlar ve ona göre davranır.
* * *
Pazarlama, insan ihtiyaçlarını talebe dönüştüren ürün geliştirme sanatıdır. Yıllar önce İstanbul’a gelip bir konuşma yapan İngiliz Başbakanı Wilson "İsviçreliler, hem bu dünyada hem de öbür dünyada cenneti garanti edebilen tek milletir" demişti. Bu kültürün bir evladı olan Profesör Klaus M. Schwap, 1971 yılında "Dünya Ekonomik Forumu"nu kurmuş. "Geleneksel Davos Kış Şenliklerine" ve resmi adıyla "Dünya Ekonomik Forumu"na bakınca bunun ne kadar mükemmel tasarlanmış bir ürün olduğunu anlıyoruz. Üründe bulunan benzersiz ve hatta eşsiz özellik, insanların hem "ben"lerini, hem de "vicdan"larını aynı anda tatmin etmesi. Çünkü vicdanı oluşmuş insanlar, hayatın keyfini çıkartırken, az da olsa "vicdan azabı" çeker. Acaba zamanımı veya paramı boşuna mı harcıyorum diye kendini sorgular. Görevimi ihmal mi ediyorum diye düşünür. Hayır, hasenata tahsis etmem gereken enerjiyi israf mı ediyorum der. Halbuki tipik bir İsviçre dizaynı olan "Davos Şenlikleri", katılımcılara hem hayatın tadını çıkarma, hem de insanlık, ülkem veya firmam için çok yararlı bir görev yapıyorum, onun için "vicdanım çok rahat" duygusu veriyor. Tatlı hamur üzerine tuz serpilmiş "kraker" bisküvi gibi, insanın yedikçe yiyesi geliyor.
* * *
Davos şenliklerine katılmak için "Hacivat" yani üst gelir grubundan olmak şart. Bu toplantılara "Karagöz"ler yani sokaktaki adamlar alınmıyor. Dünya karagözleri, bundan bir süre önce, Davos’a rakip bir toplantı düzenlediler. Pek tabii başarısız oldular. Çünkü Davos’u başarılı kılan ürün tasarımının kimyasını anlamadan bu işe giriştiler. İnsan cambaz değilse, ipte oynayamaz. Olsa, olsa yerde şaklabanlık yapar. Gelelim şenliğin Türkiye’nin Batıyla iletişimi açısından faydasına. Davos’la ilgili yazılardan çıkardığım sonuca göre, maalesef bu yıl da "iç tüketime" yönelik haber yaratma öne çıkmış. Kendimiz konuşmuş, kendimiz dinlemiş; kendimiz çalıp, kendimiz oynamışız. Merak ediyorum, bir milyon altı yüz bin Euro’ya mal olan "Türk Gala Gecesi" Dünya’nın önde gelen gazetelerinde ve TV kanallarında kaç sütun santimlik veya dakikalık yer aldı? Eğer aldıysa, içerik neydi? Batı kamuoyu, bu galadan nasıl etkilendi?
Son Söz: Karagözler, Hacivatlıktan hoşlanmaz.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2008
DENİZDE dalga, ekonomide dalgalanma bitmez. Gemiciler dalgayla, insanlar dalgalanmayla yaşamasını öğrenmelidir. İktisatçı, dalgalanmanın yaklaşmakta olduğunu görebilir. Ama şiddetini ve zamanını kolay, kolay kestiremez. Bu, iktisadi hayatın doğasından kaynaklanan bir zorluktur. Dış dalgalar önlemez. Ama dalgaya dayanıklı bir iktisadi bünye inşa etmek pekálá mümkündür. İktisatçıların vazifesi ekonomik karar alanlara bu bünyenin nasıl inşa edilebileceğini göstermektir. Bu aynen, depremlere engel olmanın veya depremleri önceden bilmenin mümkün olmadığı, ama depreme dayanıklı bina inşa etmenin mümkün olduğu gibidir. Eğer Türk ekonomisi, geçmişteki dalgalardan ciddi zarar gördüyse ve bundan sonrakilerden de kötü etkilenecekse, bunun sebebi ekonomik yapının dalgaya dayanıksız inşa edilmiş olmasıdır.
* * *
"Cari açık", dış şoklara karşı dayanıksız olmanın en önemli göstergesidir. Türkiye, cari açığın milli gelire oranı bakımından dünya ikincisidir. Dünya Bankası yetkilileri, daha on gün önce Türk ekonomisini 2008 yılında bekleyen tehlikeye dikkat çektiler. Sebep olarak sadece "cari işlem açığı" üzerinde durdular. Cari işlem açığının yaratacağı olumsuzluklardan ülke ekonomisini korumak için Merkez Bankası’nın "faizleri artırmasının" yanlış olacağını, çünkü bunun ülkeye daha fazla yabancı para girişine sebep olarak, cari açığı daha büyüteceğini ifade ettiler. Alınması gereken önlem olarak da "kamu harcamalarını kısılmasını" önerdiler.
Aslında Dünya Bankası veya IMF uzmanlarının böyle konuşmalarına içerliyorum. Çünkü onların onayı hatta pohpohlamasıyla Türkiye, cari işlem açığını büyüten "yüksek faiz-düşük kur" politikasını uyguladı. Şimdi de kalkmış (af edersiniz sıkılmadan) "faizleri arttırmak, ülkeye daha fazla döviz girişine sebep olur, bu da cari açığı büyütür" diyorlar. A beyler! Mademki, faizleri artırmak, cari işlem açığının daha da büyümesine sebep olur diye bir bilimsel görüşü bugün açıklıyorsunuz, niçin Türk ekonomisinin yumuşak karnı olan bugünkü cari açığın sebebi, geçmiş yıllarda uygulanan yüksek faiz politikasıdır diye ilave etmiyorsunuz?
* * *
1. "Finanse edilebildiği sürece, cari açık sorun değildir" diye Türk ekonomisini yurt dışından gelecek döviz ipliğine bağlı hale getirenler, döviz girişi aksarsa ekonomide kriz çıkar diyemez.
2. "Yüksek faiz, tasarrufu artırır" bir kuraldan bahsedenler, dünyanın en yüksek reel faizini veren Türkiye’nin "cari açığının sebebi, tasarruf açığıdır" diyemez. Ucuz dövizin tüketimi artırdığını inkár edemez.
3. Yurt dışından para gelmezse yılda yüzde 7 büyüyemeyiz diyenler, yurt dışından oluk, oluk para giren 2007 yılında büyümenin niçin yüzde 4’e düştüğünü de anlatmadan, hızlı büyüme üzerine fikir ileri süremez.
* * *
Beni bu hafta en çok üzen de "nöbete" kalan Maliye Bakanı’nın, özelleştirme adı altında kamu varlıklarını yabancılara satarak, cari işlem açığını finanse etmeyi, yılı kurtaracak iktisadi politikası diye sunması oldu.
Son Söz: Yüksek faiz, ekonominin kimyasını bozar.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2008
BİR taraftan dışarıdan gelen olumsuz etkiler, diğer yandan içeride faizler zamanında düşülmediği, geri dönüşü pahalı hale gelen "yüksek faiz-düşük kur" politikasının yarattığı tıkanma. Bu iki etken 2008’i zor bir yıl haline getirdi. Ancak fazlaca dertlenmeye gerek yok. Çünkü Türk ekonomisinin özelliği krizlere "kolay girip, kolay çıkması"dır. Bu özelliği dolayısıyla, "yüksek faiz ve ithalat cenneti" Türkiye’de eşek yüküyle para kazanmanın yolu, kur fırtınasında tekneyi alabora etmemektir. Kriz dibe vurduktan sonra en geç 6 ay içinde başlayacak olan yukarı harekete kadar direk kırılmamışsa, kalınan yerden pupa yelken yola devam edilir.
* * *
Rick Wagoner’in Emre Özpeynirci’ye söylediği gibi, General Motors’un, 2001 krizinde panikleyip, İzmir’deki Opel montaj fabrikasını kapatarak Türkiye’den gitmesi hatadır. Keşke bana sorsalardı; bir yere kıpırdamayın, fırtınadan sonra "halkın sırtından iş álemine" verilecek ziyafeti kaçırmayın derdim. Nitekim 2001 krizinde batmaktan kıl payıyla kutulan bankalar üç yıl sonra "yüksek faiz-düşük kur" sayesinde gürbüzleşmiş ve milyar dolarlara alıcı bulmuştur. O günlerde banka yöneticilerinin moralleri çok bozuktu. Adeta kendilerine duydukları güveni kaybetmişlerdi. Şimdi aynı kişilere sorun bakalım, küçük dağları kim yaratmış?
* * *
Amerika’daki ev kredilerinin batması yüzünden zora düşen Amerikan ve Avrupa bankalarının yöneticilerinin canı sıkkındır herhalde. Bizde canı sıkılmaya başlayan bankacı var mı bilmiyorum, ama bankasını satmış patronların bugünlerde "aklımı seveyim, tam zamanında çıkmışım bu sektörden" diye sevindiği kesin. Düşünebiliyor musunuz? Citibank gibi bir kuruluşunun başındasınız, ara sıra Tanrı’yla konuşuyorsunuz. Herkes size hayran. Belki de birkaç tane "şeref doktorası" yazıhanenizin duvarlarını süslüyor. Derken bir olay patlıyor ve çok ustaca (?) yönettiğiniz bankanız, milyarlarca dolar zarar yazıyor. Biliyorsunuz ki, yerinize gelen kişi veya ondan sonra gelecek olan, bir süre sonra rüzgárı arkadan alınca "Citibank’ı nasıl da kurtardım" diye 400 sayfa kitap yazacak. Hayat böyledir işte. Neyse, yeteri kadar prim almışsanız fazlaca üzülmenize gerek yok. Gençliğimde bir patron da bana "Akıllı yönetici önce kendini güvence altına alır; kendini düşünmeyen ve çeşme akarken kovasını doldurmayan yöneticiden, firmaya da hayır gelmez" demişti. Ben bu fikri hiçbir zaman benimsemedim. Ama patron herhalde haklıydı. Hálá tereddütteyim.
* * *
Türkiye’de yaşanan tecrübeler, ülkemizin en büyük iş stratejistinin Áşık Veysel olduğunu ortaya koydu. Áşık Veysel "Benim yárim kara topraktır" türküsünü söylerken, aslında görmeyen gözleriyle nice açıkgöze "Arsaya, araziye yatırım yapın" diye yol göstermiştir. Batan sanayicilerimiz ve satan bankacılarımız da arsacı olmadı mı sonunda? Gazetelerde gördüm inanamadım. Bir bakan oğlu "külahta haşlanmış mısır satmak" gibi büyük bir inovasyona imzasını atınca, devletimiz ona mükáfat olarak havalimanı terminalinde bir büfelik mekán ihsan etmiş. Ne büyüksün sen Áşık Veysel!
Son Söz: Haşlanmış mısır bahane, büfe rantı şahane.
Yazının Devamını Oku