15 Mart 2008
ÇOK yakınlarda aramızdan ayrılan hocam Sadun Aren’in ünlü bir "aşık ütme" hikáyesi vardır. Geçen salı günü Güngör Uras da Milliyet’te bunu anlattı. Büyük kentlerde yaşayan gençler bilmeyebilir diye önce aşık oyununu özetleyim. Aşık, büyük ve küçükbaş hayvanlarda bulunan küçük bir kemik parçasıdır. Eskiden, daha çok taşra şehirlerinde, oğlan çocukları arsada "aşık oynardı".
O zamanlar şehir içinde çok boş arsa vardı. Aşık kemiği, başparmakla avuç içi arasına alınıp döndürerek yere atılırdı. Dolu tarafını üste getiren veya yan oturtan, rakibinin aşıklarını alırdı. Aşığı "cuk oturtan" yani yere dik konduran ise bütün aşıkları toplardı. Herkes, herkesle aşık atamazdı. Aşık atmak, hüner isterdi.
* * *
Sadun Hoca bu aşık oyununu, bizim gibi "hüneri az toplumların" (ülkelerin) niçin sürekli cari işlem açığı verdiğini ve niçin sürekli dış borç bulma baskısı altında yaşadığını açıklamak için anlatırdı. Hocaya göre, dünya dış ticareti bir aşık oyunuydu. Hüner sahipleri, yani "yükte hafif-pahada ağır" sanayi malları üretenler, ürün geliştirerek, sattıkları malların fiyatlarına sürekli zam yapardı. Buna karşılık hüneri düşük ülkeler, yani "yükte ağır-pahada hafif" mal ihraç edenler, ürün fiyatlarını yeterince artıramazdı. Bu nispi fiyat farklılaşmasına iktisat dilinde "dış ticaret haddeleri" değişmesi denir.
Bu yüzden hünersizlerin aşıkları/dövizleri biterdi. Ancak, dünya ekonomisi için önemli olan "oyunun sürmesi"dir. Bunun için elinde avucunda aşığı kalmayan hünersiz toplumlara, kasasında bol aşık birikmiş hünerli toplumlar borç verir, böyle hayat devam ederdi. Pek tabii bu süreçte, zengin daha zengin olurken; fakir, nispi olarak daha fakirleşirdi. Borca batık yaşamak yüzünden fakirlerin parası sürekli değersizleşirdi.
* * *
Aşık oyununu tersine çeviren ilk ülke Japonya oldu. 1970’lerde 1 Amerikan Doları 360 Yen iken sanayi malları ihracatına ağırlık veren Japonya, son derece rekabetçi fiyatlarla, ihracatta patlama yaptı. Kurduğu dev fabrikalar ve AR-GE bölümleriyle "hünerli ve becerikli" bir toplum haline geldi. Artan miktarlarda cari işlem fazlası verdiği için parası nedrete bindi ve değerlendi. Bugünlerde 100 Japon yeni 1 Amerikan Doları ediyor.
Japonya’yı, başta Kore ve Tayvan olmak üzere, diğer Asya Kaplanları izledi. Nihayet sahneye Çin devi çıktı. Aynen Japonya’nın yaptığı gibi rekabetçi fiyatlarla dünya pazarlarına yayıldı. Aşık ütmesini öğrendi. Parası değerlendi ve ülkesi zengin oldu. Çin’i gezenler, gözlerine inanamıyor. Bu arada, cuk oturtma becerisine çok güvenen Amerika, cari işlem açığı vermeye başladı. Ütendi, ütülen oldu. Bir farkla; o da kendi parası olan dolarları kum gibi ortalığa saçtı. Doların değeri düştü. Koskoca ülke, krize girdi. Çaresi yok!
Tekrar aşık ütmeye başlayıncaya kadar Amerikalıların yaşam düzeyi düşecek. Daha çok üretip, daha az tüketecekler. Eğer Avrupa Birliği, bir aşık atma ustası yani ihracat canavarı olan Almanya’ya sırtını dayamamış olsaydı, Avrupalılar da Çin ve diğer Pasifik kaplanları karşısında gerileyecekti. Yine de vartayı tamamen atlatmış sayılmazlar. Şimdi fakirleşme sırasında İngiltere, İspanya ve İtalya var.
Son Söz: Hiç, hünerliyle hünersiz bir olur mu?
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2008
ODTÜ’de bizim dönemin en parlak öğrencilerinden biri Ekrem Pakdemirli idi. Nitekim hayatı boyunca bu ışıltısı devam etti. Ekrem, makine mühendisliğinde profesörlüğe kadar yükseldi. Ama Türkiye onu, bir devrin Maliye Bakanı olarak da hatırlıyor. Tekstil Sanayicileri Sendikası Başkanı Halit Narin’in, 2002 yılının Mayıs ayında sendikanın geleneksel toplantısında "Türkiye’de kişi başına milli gelir, resmi istatistiklerin gösterdiği gibi yılda 2600 dolar olamaz. Mutlaka bundan çok daha fazladır; etrafınıza bakın yeter" demesiyle Ekrem Hoca çalışmaya başlıyor. Hoca, Devlet İstatistik Kurumu’nun bilgi tabanını kullanıyor ve uzmanlarının yardımını alıyor. Akademisyen arkadaşlarıyla birlikte "Avrupa Birliği Formatında" Türkiye’nin milli gelirini yeniden hesaplıyor. Temmuz 2004’te bu çalışmalar, Tekstil Sanayicileri Sendikası tarafından yayınlanıyor. Bu kitabın sonuç bölümünde, 2003 yılında Türkiye’nin mili gelirinin 842 milyar dolar olduğu yazılı. Bu sayıya Türk Lirası ile hesaplanan milli gelir, "satın alma gücü paritesiyle" dolara dönüştürülerek ulaşılmış. Ben de bu sayıyı, son dört yılın reel büyüme hızlarıyla çarparak güncelleştirdim. Toplam milli gelir 1 trilyon 87 milyar dolar çıktı. Onu da nüfusa, yani 70 milyon 586 bin 256 kişiye böldüm. Bulduğum rakam 15.418,43 ABD Doları oldu. Sonra bunu doların Euro karşısında 1.36’dan 1.55’e doğru devalüe olduğu kabulüne göre düzelttim. Sonuçta 17.486,34 dolar rakamına ulaştım. Herhalde bugün 100 doların Amerika’daki satın alma gücü, 100 YTL’nin Türkiye’deki satın alma gücünden fazladır. Dolayısıyla bu sayı, kambiyo kuruna göre yapılacak hesapla da aynıdır. Tahmin edeceğiniz gibi yazıyı biraz da istatistiklerle dalga geçmek için bu şekilde bitirdim. Yaptığım, yanlıştır. Olsa bulsa yöntemiyle nokta tahmini veya tespiti yoktur. Güvenilir değer aralıkları vardır. Küsuratla konuşmak ise bilimsel değildir, şarlatanlıktır.
* * *
Türkiye İstatistik Kurumu’nun milli gelir rakamlarını yeniden hesaplayarak kamuoyuna ilan ettiği şu günlerde, Ekrem Pakdemirli’yi anmamak haksızlık olurdu. Milli gelirimiz son olarak 1987 yılı fiyatlarıyla hesaplanmaktaydı. 1968 yılı fiyatlarına göre hesaplanan 1993 yılı milli geliri, 1987 yılı fiyatlarıyla düzeltilince yüzde 43 artmıştı. O zaman da böyle bir dalgalanma olmuştu. İktisadi istatistikler ve buna dayanarak hazırlanan ölçümler çok dikkatli kullanılmalıdır. Bu güncelleşmenin yapılmış olması isabetlidir. Cari açık ve bütçe açığı da azalmamıştır. Kimse rehavete kapılmasın. Her iyi sonucu kendi marifeti gibi satan başbakana ve onu pohpohlamak için fırsat kollayan cumhuriyet düşmanlarına lütfen kulak asmayın.
SADUN BEY ÇOK HOŞ BİR İNSANDI
Sevgili hocam Sadun Aren aramızdan ayrıldı. Övünmek gibi olmasın, ben onun en iyi öğrencilerinden biriydim. Sadun hocadan çok sayıda ders aldım. Onun en büyük özelliği, karmaşık konuları, "anlaşılabilir" hale getirebilmesiydi. Sadun hocanın dersini dinleyenler "ben zaten bunları biliyordum" zehabına kapılırdı. Prof. Sadun Aren, iktisat dersinin içine hiçbir zaman ideolojik propaganda sokuşturmamıştır. Bunu, herkesin böyle bilmesini istiyorum. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın.
Son Söz: Fizikte olmayan bir hassasiyet, matematikle ifade edilemez.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2008
HEMEN her ay ihracat rekor kırıyor ve kutlama töreninde el ele tutuşmuş kollar havaya kalkıyor. Bir süre sonra ithalatın da rekor kırdığı sessizce açıklanıyor. Bu kırışta nedense sallanmıyor ne bir el, ne de bir kol. Derken cari işlem açığının da rekor tazelediği ortaya çıkıyor. Derhal "yüksek faiz - düşük kur" politikası mücahidi iktisatçılar, "finanse edilebildiği sürece, cari açık tehlikeli değildir" diye müsekkin hapını topluma yutturuyorlar. Arada bir de, ne olur olmaz diye cari açığın kırılganlık yarattığına dikkat çekip, reformlar aksamasın, yabancılara varlık satışları yavaşlamasın diye hükümete; faizleri düşürmesin diye Merkez Bankası’na iktisat tabibi olarak "sağlıklı iktisat tavsiyelerini" yineliyorlar.
Günler, aylar yıllar böylece geçip gidiyor. Alan razı, satan razı; kim ne diyebilir? Zaman, zaman sanayiciden "yandık, bittik, kül olduk" feryatları gelse de artık kimse onlara inanmıyor. Sadece tasarruflarını dövizde tutanlar çok zarar ettik diye ağlaşıp duruyor. Bu bereketli yağmurda kimsenin de onların gözyaşlarına bakacak hali yok.
* * *
Geçenlerde bu sütunda dış kaynaklara dayanarak Çin’de ihracatın milli gelire katkısının bir tahlilini yapmıştım. İngilizce kaynakta ilk defa "real export" yani "gerçek ihracat" tabirini gördüm. Ben de yazımda bunu kullandım. Demek ki bir gerçek, bir de gerçek olmayan ihracat var. Burada kullanılan gerçek kelimesinin tersi "hayali" değildir. Hayalicilik, devleti kazıklamak için yapılan bir sahtekárlıktır. Burada sözü edilen "gerçek" ihracatın anlamı "katma değer" ihracatıdır. Bilindiği gibi, milli gelir cirolar değil, katma değerler toplamıdır. Dolayısıyla içindeki katma değeri hesaba katmadan yapılan ihracat artışı yüzdeleri, makro analizde yanıltıcı olabilir.
Aşağıda gerçek ihracatın arttırılması için yapacağım tavsiyeler var. Bunlar uzun süren işletmecilik deneyimimden çıkardığım sonuçlardır. Hesabıma "maden çıkarma, tarım ve Ar-Ge’den başlayan entegral bir maliyet muhasebesiyle" üretimde katma değerin kabaca yüzde 60 emektir. Buna (içindeki emek girdisi hariç) taşıma giderleri eklenirse, maliyetin yüzde 80’nin bu iki kalemden oluştuğu ortaya çıkar. Dolayısıyla sınaî ürün ihracatında maliyet indirerek kárı arttırmak için yapılacak iki şey:
1. Birim nakliye giderleri ile
2. Birim emek giderlerini düşürmektir.
Bu tasarruflar yapılırsa, hem nominal hem de "gerçek ihracat" artıyor. Yani ihracat sadece şişmiyor, katma değer de yaratıyor. Böylece milli gelir artıyor. Tavsiyem şudur: Türkiye, her biri 10 bin dönüm büyüklüğünde içinde mükemmel bir liman olan 10 tane organize sanayi bölgesi kurmalıdır. Bu bölgeleri, vergi kaçırma ve rant avlağı "abidik-gubidik" serbest bölgelerle karıştırmayın. Buralarda hiçbir vergi avantajı olmayacaktır. Bu bölgeler, kısmen deniz kıyısındaki araziler ama daha çok deniz doldurma yoluyla üretilen araziler üzerinde kurulacaktır.
Ayrıca bu sanayi bölgelerinin içinde "mesleki eğitim veren" okullar yer alacaktır. Mesleki eğitim, emek verimliliğini arttırarak, birim işçiliği; liman da ithal girdi ve ihraç ürün üzerindeki nakliye giderlerini düşürecektir. Böylece milli gelir büyüten "gerçek ihracat" artacaktır.
Son Söz: Küreselleşme, bir taşıma oyunudur.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2008
MAALESEF şubat ayı enflasyonu yüksek çıktı. Mali sektörün iktisatçıları, şubat ayında "fiyatlar genel düzeyinde" yüzde yarımlık bir artış beklerken (ve bu beklentilerini daha iki gün önce açıklamışken) enflasyon yüzde 1.29 çıktı. Yıllık enflasyon da yüzde 9.1’e yükseldi. Bu enflasyon beklentisi anketleri gitgide daha fazla geyik muhabbeti haline dönüştü. Daha da kötüsü, tutmayan tahminlerden sonra yapılan "artan kalemler artmasaydı, enflasyon bu kadar yüksek çıkmazdı" yorumları dinlemek bir işkence haline geldi. Enflasyon ölçümü netice itibariyle bir "tartılı ortalama" hesabıdır. Bu hesaba giren kalemlerin hepsinin aynı yüzdede artması, teorik olarak da pratik olarak da mümkün değildir. Bir kısmı çok, bir kısmı az artacaktır. Enflasyon da bunun ortalaması olacaktır. Maddelere geçmeden önce "aylık ölçmelerin" içinde çok gürültü (noise) olduğunu ve sayıların ne anlattığının kolay anlaşılmadığını belirteyim.
1. Merkez Bankası, sebebi mevcudiyetimin tek bir gayesi vardır; o da "enflasyonla mücadele"dir dedikten sonra, ister istemez enflasyonun sorumlusu rolünü de üstlenmiş olmaktadır.
2. Ancak aynı Merkez Bankası, enflasyonun sebeplerini "sorumluluğum altında" ve "sorumluluğum dışında" diye ikiye ayırmaktadır.
3. Bunun için "enerji, işlenmemiş gıda ürünleri, alkollü içecekler ve altın" hariç tutularak yapılan enflasyon artışının hesabını ben veririm, diğerine karışmam demektedir. Bu özel endekse de zannedersem "H Endeksi" deniyor. H endeksine göre Şubat ayı enflasyonu binde bir. Yani Merkez Bankası enflasyonla mücadele başarılıdır, hatta çok başarılıdır. Nitekim kendileri de böyle söylüyor.
4. O zaman Merkez Bankası da enflasyon hedefini "H" endeksine göre belirlesin. Hálbuki öyle yapmıyor, "Tüketici Fiyat Endeksi" ne göre hedef ilan ediyor. Bunun da yıllık hedefi halen yüzde 4.
5. Aklıma takılan temel bir soru var. Acaba H endeksi mi, öncü göstergedir, yoksa TÜFE mi? Şubat ayı sonu itibariyle TÜFE yüzde 9.1; H Endeksi ise yüzde 6.5. Yılsonuna doğru, TÜFE mi, H endeksi düzeyine inecek, yoksa H endeksi mi, TÜFE düzeyine çıkacak?
6. Uzun vadede bütün endekslerin birbirine belli bir hata payı içinde yakınlaşması gerekir. Aksi takdirde, ekonominin temel kuralı olan "her şey, her şeye tesir eder" ilkesini yok saymamız gerekir. Mesele, iç ve dış dinamiklerin bu yakınlaşmayı hangi yönde etkileyeceğini kestirebilmektedir.
7. Gözlemlerime göre dış dinamikler, gıda ve enerji dáhil ham madde fiyatlarının artacağını göstermektedir. Eğer enflasyonu etkileyecek iç dinamiklerden "bütçe açıkları"nı anlamak gerekirse, burada da eğilim, açıkların artacağı yönündedir.
8. Tüm bunlardan daha önemli olarak, Merkez Bankası’nın topluma cari işlem açığının nasıl kapanacağını veya nasıl hiç kapanmayacağını ve halen Türkiye’de kamunun ödemekte olduğu dünyanın en yüksek reel faizinin nasıl normal düzeylere ineceğini anlatması gerek.
Son Söz: Faiz yanlışsa, hiçbir şey doğru olamaz.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2008
LAİKLERLE, dindarlar veya günün moda kelimeleriyle "laikçiler" ile "dinciler" arasında cereyan eden tartışma oyununda haksız bir kural var. Dinciler, laikçilerin "hayatta en hakiki yol gösterici ilimdir" şeklinde tanımlanacak inanç dünyasına rahatça giriyorlar. Bu alanda geliştirilmiş her tür fikir ve kanıtı, kendi tezlerini savunurken istedikleri gibi kullanıyorlar. Laikler, mezhepleri icabı, dindarların kaynak kullanma özgürlüğünü kabul ediyor. Ancak bunun tersine dindarlar razı olmuyor. Yani laikler kendi tezlerini savunurken "Referansım İslam’dır" diyen dindarların kaynaklarına girip, onun içindeki fikir ve kanıtları kullanmaya kalkınca, dindarlar hemen ayağa kalkıyor. Sen ne anlarsın İslam’dan, Arapça biliyor musun, sözlüğe bakarak Kuran tefsir edilmez, onu ulemaya sormak gerekir diye laiklerin araştırma ve fikir üretme özgürlüğünü kısıtlamaya çalışıyorlar.
* * *
Gazetemiz yazarlarından Özdemir İnce, şairin dediğini yaptı ve türban için yerden göğe kadar dizilen küplerin en alttakini (İslam’ın temel kaynağı Kuran’ı kullanarak) çekti. Müthiş bir gümbürtü seyreyledik. Ben zaten yıllardır bu "siz anlamazsınız" laflarına kulak bile asmadım. Hatta genelde tüm dinlerin özelde İslam’ın toplum hayatı içindeki işlevini dindarlardan çok daha iyi anladığım kanaatindeyim. Bu sütunda "Dindarların Allah inancı zayıf olur", "Dinsiz insan olur, Allahsız insan olmaz", "İlim, din kapısından sığmaz; din, ilim kapısından sığar" diye son sözlerle biten yazılar yazdım. İslam’ın kendi kaynağını kullanarak, insana şah damarından da yakın olan Allah’a yaklaşmak için Arabistan’a gitmek gerekmez inancımı açıkça ifade ettim. Bir şeyi (mesela dini) onun içinde kalarak incelemeye çalışanlar, onun bütününü göremez, bütünü görmek için ona dışardan bakmak lazımdır dedim. Tenkit de, takdir de aldım.
* * *
Geçen hafta bugün, dokuz yıl önce yazdığım "Demokrasiyi Müslümanlar, İslam’ı laikler kurtaracak" yazısını tekrar yayımladım. Laikler, kendi değer sistemleri icabı demokrasiyi savunur. Bunun tek istisnası, bizatihi demokrasinin tehlikeye girmesidir. Demokrasimiz kurtulmuştur. Bu sonucun alınmasında iktidar durağına gelince "demokrasi tramvayından" inmeyen Müslümanlara minnet borçluyuz. Şimdi önümüzde başarılması çok daha zor bir iş var. O da İslam’ın kurtarılmasıdır. İsterseniz buna, Müslümanların kurtarılması, isterseniz İslam’ın Müslümanların elinden ve dilinden kurtarılması deyin. Ne İslam’ın ne de Müslümanların kurtarılmaya ihtiyacı yok diyenler çıkacaktır; önemli değil. Hakikat, gün gibi ortadadır. Bu sadece benim değil pek çok İslam bilgininin de düşüncesidir. Uzun yıllar önce Mehmet Akif de bu ihtiyaca işaret etmişti. İşte burada laiklere çok iş düşmektedir. Çünkü Müslümanlar, gelenekçi İslam’ı, içine düştüğü çelişkilerden kurtarma konusunda tükenmiştir. Mesela ekonomiyi faiz olmadan yönetememekte ama faizin günah olduğuna inanmaktalar. Yahudilerle ve Hıristiyanlarla dost olmayın hükmünü yok sayıp, İsrail’le, ABD’yle ve AB ile müttefik olmanın yollarını aramaktalar. Kadın haklarını çağa uygun olarak genişletmek için, kadınların sıkı sıkıya örtünmeden sokağa çıkmasını yasağını özgürlük diye savunmaktalar. Bunlar çelişkidir.
Söz: Yasağı yasaklayan yasak, özgürlük getirir.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2008
AKP’nin son seçimlerde yüksek oy almasının önemli bir sebebinin, sağlık hizmetlerinde yaptığı başarılı icraat olduğuna dair yaygın bir kanaat var. Benim de gözlemim, özellikle ilaç alımında, sigortalı hastaların hastane eczanelerine mahkûm edilmemesinin "akıllı" bir düzenleme olduğu yönündedir. Ancak Türkiye’de sağlık hizmetlerinde son yıllarda gözle görünür hale gelen kalite ve miktar yükselmesinin esas sebebi bu sektöre özel girişimcilerin geniş çapta el atmış olmasıdır. AKP iktidarının ekonomik dünya görüşünü "serbest pazarcı" diye nitelemek mümkün. Serbest pazar ekonomisini, "merkezden planlamalı" ekonomiden ayıran en önemli fark, doğru fiyatın, arz ve talebin eşitlendiği noktada teşekkül edeceğine inanılmasıdır. Pek tabii sistemin adından anlaşılacağı üzere, piyasa ekonomisinde bir sektörü merkezden planlamak diye bir ilke de yoktur. Daha doğrusu ilke, planlamamaktır. Bu ilkenin doğal bir sonucu da "girişim özgürlüğü"nün kısıtlamamaktır. Hálbuki AKP iktidarı, son zamanda almış olduğu kararlarla, tam CHP gibi düşünmekte ve sağlık sektöründe "piyasa ekonomisinin kuralları işlemez" fikrini savunmaktadır. Sağlık hizmetlerinin, kár güdüsüyle hareket eden özel girişimcilerin insafına terk edilemeyeceği, Türkiye Cumhuriyeti’nin "sosyal" bir devlet olduğu, dolayısıyla sağlık hizmetlerinde devletçi bir yaklaşım izlemesinin doğal olduğu hepimizin yakından tanıdığı solcu söylemlerdir. Bu söyleme AKP’nin sahip çıkmasında, kesinlikle bir tutarsızlık hatta çelişki vardır. Bu tutarsızlığın, sağlık hizmetlerinde hem kalite hem de verim düşüklüğüne sebep olması kaçınılmazdır.
* * *
Sağlık Bakanlığı’nın son zamanlarda aldığı kararlara bir bakalım.
1. Özel sağlık kuruluşlarının, sosyal sigortalılardan isteyeceği ücret farkı, sosyal sigortanın ödeyeceği tutarın yüzde 20’sinden fazla olamaz. Hoş geldin "narh".
2. 15 Şubat’tan itibaren, müteakip emre kadar, özel hastane yatırımlarına izin verilmeyecektir. Bundan sonra verilecek izinlerde merkezden planlama esaslarına göre hareket edilecektir. Yani o yörede mevcut tıbbi imkánlarla, potansiyel talep arasında bir fark olup olmadığına bakılacak, ihtiyaç varsa yeni yatırıma izin verilecektir. Cebinden para harcayacak yatırımcının, fizibilite hesabını doğru yapamayacağı, bunu ancak Sağlık Bakanlığı elemanlarının yapabileceği varsayılmaktadır. Bu vahim bir yanılgıdır.
3. Ekim ayına kadar tamamlanacak olan "plan" bitmeden, mevcut sağlık kuruluşlarının yeni veya ek bina yapımı, yeni tıbbi hizmet birimi ilavesi ve teknolojik cihaz yatırımları durdurulmuştur.
* * *
Başbakan’ın en güvendiği bakanların başında gelen Sağlık Bakanı’nın ve yardımcılarının insan sevgisiyle ve iyi niyetle hareket ettiklerinden en küçük bir şüphem yok. Ancak iyi niyet, bir sistem değildir. Üstelik "merkezi planlamalı devletçi" yöntemler, hem ülkemizde hem de başka ülkelerde denenmiştir ve sonuçlar yüz güldürücü olmamıştır.
Son Söz: Çözüm, çözdüğünden fazla sorun yaratmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2008
ÇOK ilginç bir yol çatına geldik. Demokrasi havarisi laikler, Müslümanları bu süreçten dışlayarak inancını inkár etmeye başladı. Müslümanlar, yani İslam’ı kendi anladıkları biçimde kimliklerinin ana unsuru yapıp, o kimlikle siyaset yapmak isteyenler, demokrasiye sıkı sıkı sarılmış durumdalar. O kadar ki; demokrasinin yılmaz savunucusu laikler, siyasi İslam’ın yükselmesi karşısında "Demokrasi olmasa da olur" yeter ki Müslümanlar iktidara gelmesin diye (karından da olsa) konuşmaya başladı. Müslümanlar, laiklerin içine düştüğü bu açmazı ganimet bilip, solcuların tüm "teknik, taktik ve sloganlarını" hiç fütur getirmeden kullanmaya ve laikler cepheden yüklenmeye başladı. Laikler siyasi İslam’ı "takıyye" yapmakla suçluyor ve "Sizin, demokrasi taraftarı olduğunuza zerrece inanmıyoruz" diyor. Siz iktidara (maazallah) geldikten sonra, demokrasiye sırtınızı döneceksiniz; bu oyuna gelmeyeceğiz diyerek kendi tutumlarının çelişkisiz olduğunu savunuyor.
Nasıl olacak da bu açmazdan çıkacağız? Müslümanlara iktidar şansı tanınmadan demokrasiyi yürütmek imkánsız. Diğer taraftan Müslümanların "demokrasi tramvayı"ndan istedikleri durağa gelince inecekleri kesin. Peki, kim kurtaracak bu bahtı kara demokrasiyi? Pek tabii Müslümanlar; çünkü laikler fikren tükendi. Kurtarıcı olarak geriye sadece Müslümanlar kaldı. Eğer Müslümanlar, demokrasiyi sadece bir "araç" değil, bizatihi inşası ve yaşatılması gereken bir "amaç" olarak görürse, sorun kökünden çözülecek. Geriye laiklerin ikna edilmesi kalacak ki; bu çok zor değil.
Bak Allah’ın işine.
İslam, asırlardan beri geri kalmış toplumların benimsediği düşük yaşam standardı olmayı sürdürüyor. Müslümanlar pek çok yerde siyasi iktidar oluyor. Ama İslam, asla hükümran olamıyor. İslam "barış, güven, huzur" demekken, Müslümanların bulunduğu her yerde "savaşan, güvensiz ve huzursuz" insanlar bulunuyor. Müslüman, Müslüman’ın kurdu oluyor, mezhep çatışmaları, din çatışmalarından beter Müslümanları üzüyor ve eritiyor. Yaşam enerjisini "güzel, iyi ve üstün" olan her şeyden "nefret etme" ilkesinden alan habis ruhlar için Müslümanlık adeta sığınma limanı oluyor. Diğer taraftan, görünüş ve davranışıyla etrafındakileri en çok etkileyen, çevresine pozitif enerji yayan, sözü medeni álemlerde en çok dinlenen; kişiliğine, temsil ettiği inanca saygı yaratan Müslümanlar "laik" toplumlarda yetişiyor. Kimseyi korkutmayan, bulunduğu mekána, hem bedenen hem de ruhen mis gibi kokular saçan Müslümanlar laik ortamların ürünü. Allah sevgisini, kozmik álemin ilahi sırlarını keşfetmekle lisan-ı hale dönüştüren Müslümanları ilk defa görenler, onları laik sanıp şaşırıyor. Derbederliği, miskinliği, tembelliği, ilkelliği, dinci terörizmi, bilim karşıtlığını ve şirki reddeden Müslümanlar, en yakın dostlarını laikler arasından seçiyor. Laiklik, İslam’ın yücelmesine ve gönüllere taht kurmasına en uygun ortamı oluşturuyor. İslam’ın yücelmesi, laiklikle oluyor. Bak Allah’ın işine.
Son Söz: Demokrasi laiklere; İslam, Müslümanlara emanet edilemeyecek kadar önemlidir. (Bu yazı 21 Ocak 1999’da Hürriyet’te yayımlanmıştı.)
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2008
"KÖPEK mi kuyruğunu sallar, yoksa kuyruk mu köpeğini" diye bir soru vardır. İlk bakışta saçma gibi duran bu sorunun cevabı "pek tabii, köpek, kuyruğunu sallar" olmalıdır diye düşünülür. Hálbuki kazın ayağı her zaman öyle değildir. Onun için bu soruyu, özellikle iktisatta arada bir sormak gerekir. Mesela, bir ülke önce cari açık verir sonra bunu nasıl finanse edeceğini mi düşünür? Yoksa öyle politikalar izlenir veya öyle gelişmeler olur ki, bir de bakarsınız ülkeye giren döviz, cari açığının sebebidir. Eğer cari açığın sebebi, ülkeye giren dövizse, cari açığın finansmanı sorunu çözüldükçe, cari açık da ilelebet kapanmaz tabii. Türkiye ekonomisinin içine girdiği kısır döngü budur. Bu bir hastalıktır; tedavi edilmelidir. Pek tabii bu ifade, cari açık vermenin bir ekonomi için hastalık olduğu kanaatini taşıyanlar için doğrudur. Yoksa "dışarıdan para bulamazsak bırakın kalkınmayı, yaşayamayız bile diye" düşünenler için değil. Esasen, son 150 yıldır (daha ziyade uluslararası ekonomik iklimin elverişsizliği yüzenden dış borç alınmayan Cumhuriyet’in ilk 20 yılı hariç tutulursa) Osmanlı’dan beri Türkiye’nin değişmez ekonomik politikası, ne yapıp, yapıp mümkün olduğu kadar çok dış borç almaktır. "Türkler kendini idare edemez, onları ABD ve AB idare etmelidir fikrine saplanmış" ecnebi Türklerin desteklediği AKP iktidarı da bu "borç, yiğidin kamçısıdır" politikasının yeni şampiyonudur. Bu sözün patenti Demirel’e aittir.
* * *
1. Bundan dört yıl önce kanaat önderi ekonomistler şöyle diyordu: Türkiye, kendi tasarruflarıyla milli gelirini, yılda ancak yüzde 45 büyütebilir. Hálbuki Türkiye, gelişmiş ülkelerle arasındaki zenginlik farkını kapamak için yılda en az yüzde 7 büyümelidir.
2. Bu hıza ulaşmak için de her yıl milli gelirinin yüzde 7-8’si kadar (başka milletlerinin tasarrufuna) kısaca "yabancı sermayeye" ihtiyacı vardır.
3. Bu da cari açık vermek demektir. Dolayısıyla, ikide bir cari açık meselesini gündeme getirip, sanki kötü bir şeymiş gibi bunu tartışmanın álemi yoktur.
4. Bu uzmanlara göre cari açık "büyüme" demekti. Ancak son iki yılda hamdolsun bu palavra bitti.
5. Aynı uzmanlar, iktisat edebiyatına şimdi de "cari açığın finansman kalitesi yükseliyor" palavrasını soktular.
6. Dendiğine göre, cari açık vermeğe devam ediyormuşuz; ama açığın finansman kalitesi yükseliyormuş. Dolayısıyla duyulan endişeler yersizmiş. Finansman kalitesinin yükselmesi denilen şey de, ülkeye giren "Doğrudan Yabancı Sermaye" miktarının artması oluyor.
7. Küreselleşme bütün ülkelere giren (ve de çıkan) yabancı sermaye miktarını arttırmıştır. Aynen dış ticaret hacminin arttığı gibi.
8. Dünyada her yıl 1.5 trilyon dolarlık doğrudan yabancı sermaye hareketi olmaktadır. Türkiye’ye giren miktar 18 milyardır.
9. Cari işlem fazlası veren Çin ve diğer gelişmekte olan ülkeler çok daha fazla ve üstelik istihdam yaratan "yeni yatırımcı" yabancı sermaye çekmektedir.
Son söz: Cari işlem fazlası veremeyen ülkenin, dış finansmanı kalitesizdir.
Yazının Devamını Oku