12 Nisan 2008
2015 yılında açılacak Dünya Fuarı (Word Fair) veya diğer adıyla EXPO ("exposition" yani sergi kelimesinin ilk dört harfi) için İzmir şehrimiz adaydı. Son seçmede jüri, bu serginin İtalya’nın Milano şehrinde yapılmasını daha uygun gördü. Buna herkes üzüldü. Ben de İzmir’in tercih edilmemiş olmasına bozuldum; ama üzülmedim. Hatta içimden "verilmiş sadakamız varmış" dedim.
Necati Doğru, geçen cumartesi günü Vatan’daki köşesinde Çinli bir pazarlama uzmanının "İyi ki EXPO 2015, İzmir’de açılmayacak; fırsat kaçırmış değil, büyük tehlike atlatmışsınız" şeklinde özetlenecek yorumunu okuyunca, cesaretlendim ve bu yazıyı kaleme aldım. Çinli uzman, böyle sergi açmanın Türkiye’ye astarı yüzünden pahalıya gelecek bir macera olacağını söylüyor. Kısaca, buraya yapacağınız yatırımlar, asla geri dönmeyecek, üstelik sergi bittikten sonra başınıza "beyaz bir fil" kalacaktı diyor.
Biliyorsunuz beyaz filler, çok gösterişli, bakımı çok masraflı, ama hiçbir işe yaramayan hayvanlardır. Zaten azgelişmiş ülke ekonomilerinin başının bitten kurtulmamasının esas sebebi yatırımsızlık değil, "beyaz fil" türünden yatırımlar yapmasıdır. Bunlar, desinler diye yapılan, gösteriş yatırımlarıdır.
Eğer bir yatırımın "beyaz fil" olup olmadığını test etmek istiyorsanız, bu projeye yatırılan paranın, yaratılacak "net nakit akışının" kaç yılda geri alınacağını sorun. Eğer cevap, 7 yıldan uzunsa bilin ki bu bir beyaz fildir. Hele geri ödemesi yok, ama ülkenin tanıtılmasına ve turizme çok faydası vardır diye cevap veriliyorsa, bilin ki halkımız acı bir kazık yemiştir. Örnek Formula 1.
* * *
Dendiğine göre, 2015 Dünya Sergisi İzmir’de açılsın diye yapılan kulis faaliyetine 15 milyon (YTL mi, dolar mı neyse büyük bir para harcanmış). Bizim, dışarıda kulis veya lobi faaliyetinden anladığımız, uçaklar dolusu normalüstü yurdum vatandaşlarını yurtdışına götürüp, onların "bol Türk üstü az yabancı" şeklinde eğlenmelerini sağlamaktır. Bu kabil lobiciliğin başarılı olup olmadığının göstergesi de, oralarda tertiplenen eğlencelerin Türk medyasında ne kadar yer aldığıdır.
Bu sebeple lobi organizatörleri, gazete sayfalarına hükmeden medya mensuplarını bu gezilere götürmek için çırpınır durur. Hiçbir Allah’ın kulu da yapılan bu etkinliklerin yabancı medya tarafından ne boyutta ve ne bağlamda kapsandığını ölçmez. Metin içeriklerinin, maksada ne kadar hizmet ettiğini değerlendirmez.
* * *
Gelelim benim teklifime. Eğer EXPO 2015’in İzmir’de yapılmasına karar verilmiş olsaydı çok yatırım yapılacaktı. Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, anamuhalefet partisi genel başkanı bu projenin arkasındaydı. Yani siyasi gelişmeler ne olursa olsun önümüzdeki yedi yıl içinde ortalıkta uçuşan rakamlara bakılırsa, 10 milyar YTL harcanacaktı.
Şimdi bu para harcanmayacak. Ama İzmir’in dünyaya tanıtımı yoluyla Türkiye’ye daha fazla turist çekilmesi projesi en az eskisi kadar geçerliliğini korumaktadır. Öyleyse EXPO olmadı diye durmaya gerek yok. Gözden çıkarılan paranın yarısını, hatta dörtte birini fuar alanı değil, kentin kendisi için çalmadan çırpmadan, akıllıca harcayıp, İzmir’e sınıf atlatalım.
Son Söz: EXPO bir yıl, güzel bir kent bir ömür turist çeker.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2008
EKONOMİ, bir tanıma göre hangi maldan ne kadar üretilsin kararlarının nasıl alındığını inceleyen bir bilimin adıdır. İktisada girişte hocalar, derslere "ne kadar tereyağı ve ne kadar silah" üretileceği kararının nasıl alındığını anlatarak başlar. Burada öğrencinin bellemesi gereken temel ilişki, çok tereyağı üretmek istenirse, az silah üretmek gerektiğidir. Çünkü iktisat, kıt kaynakların, sonsuz ihtiyaçların karşılanması için nasıl tahsis edileceğini inceler denir. Bu, işin üretim tarafıdır. Bir de bu işin üleşim yanı vardır. Yani iktisat, belli bir zamanda toplamı sabit olan milli gelirin, çok sayıda birey arasında nasıl dağıtılacağını da inceler. Milli geliri dağıtan gelir türlerine, üretimi yaratan amillere (faktörlere) bağlı olarak "faktör gelirleri" denir. Gelirler temelde "emek" ve "sermaye" gelirleri diye ikiye ayrılır. Kár, kira ve faiz, sermaye gelirleri, ücret ise emek geliridir. İktisadi analiz açısından, faiz gelirinin "reel faiz"in, kár geliri denince de bunun "dağıtılan kár payı" olarak anlaşılması gerekir. Pek tabii kira gelirlerine, kişinin sahip olduğu ve kendisinin kullandığı, dolayısıyla üçüncü kişilere kira adı altında bir para ödemediği için zımnen elde ettiği kira da dáhildir.
* * *
Bu bağlamda ücret kelimesi, mutlaka bordro üzerinden alınan maaş anlamına gelmez. Kayıt dışı veya götürü çalışanların veya bahşiş veya haraç alanların da geliri ücrettir. Çiftçinin, çobanın, yarıcının gelirleri de ücrettir. Telif hakları, serbest meslek kazançları da aynı gerekçeyle yani "katma değeri yaratan esas faktör emek" olduğu için ücrettir. Elleriyle çalışan sanatkár esnafın, sanatını icra ederken işleyip sattığı malzemenin maliyeti üzerine koyduğu "kár payı" da ücrettir. Özbek pilavı, kokoreç, midye dolma ve simit satan seyyar satıcın sattığı malların, alışla satış fiyatı arasındaki fark da kár değil, ücrettir. Başa dönelim. Nasıl üretimde kaynak tahsisi, cebirsel olarak bir ödünleşmeyi ifade ediyorsa, milli gelirin dağılımı da, belli bir ödünleşme yüzdesi içerir. Yani nasıl daha fazla tereyağı üretildikçe, daha az silah üretilme mecburiyeti varsa; sermaye gelirleri arttıkça, emeğin milli gelirden aldığı payın azalması da cebirsel bir zorunluluktur.
* * *
Şimdi yukarıdaki açıklamaları niçin yaptığımı anlatayım. Türk ekonomisinin aksayan yönlerinin açık ara birincisi, cari işlem açığıdır. Daha da kötüsü cari işlem açığının yapısal hale dönüşmüş olmasıdır. Yani Türkiye konjonktürel olarak bir veya iki yıl cari açık vermiş değildir. Ekonomimiz cari açık yaratan bir yapıdadır. Aklı başında her iktisatçı bu işin böyle sürmeyeceğinin bilincindedir ve kaygılıdır. Cari açığın gerisinde değerli ulusal para, onun da gerisinde yüksek faiz vardır. Cari açığın yarattığı riski azaltmak için brüt değil net, yani katma değer ihracatının artması şarttır. Hálbuki Türkiye’de katma değerin büyük kısmını oluşturan emek maliyeti dövizle ölçülünce "rakip ülkelere" kıyasen yüksektir. Bu durumda katma değer ihracatını arttırmak için ya ücretler düşürülecek, ya da döviz fiyatı çıkacaktır. Yani faizler düşürülecektir. Mesele çetindir. İktisatçı için zaman, zor zamandır; somut iktisat politikası önermenin tam zamanıdır.
Son Söz: Ya insanlar olaylara yön verir, ya da olaylar insanlara.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2008
N’olur, durum da vaziyet de aynı anlama gelir diye başlığı eleştirmeyin. Ben size gerçekten durumu ve vaziyetini anlatacağım. Durum şudur: Demokrasi ile yönetilen Türkiye’de, tek başına ve ikinci kez iktidara gelmiş bir siyasi partinin, AKP’nin "láiklik karşıtı hareketlerin odağı haline geldiği" iddiasıyla yargı tarafından kapatılması söz konusudur. Buna ilaveten, "bölücülük hareketinin odağı haline geldiği" için DTP’nin kapatılması da gündemdedir. Parti kapatmak; hele, hele marjinal olmayan, iktidardaki bir kitle partisini kapatmak, demokrasiyle bağdaşmaz. Nokta.
* * *
Vaziyet ise şudur: Birinci Cihan Harbinde yenilen ve parçalanan Osmanlı devletinin külleri üzerine yeni Türkiye Cumhuriyetini kuranların bir ülküsü vardı. "Çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmış" bir Türk devleti inşa etmek. Kurucu babalar, yeniden inşa etmeye giriştikleri bu devletin "toplumsal DNA’sında" iki kötü gen bulunduğu kanısındaydılar. Bunlardan birincisi "gericilik", diğeri de "bölücülük" idi. Millet kelimesi Osmanlıcada "aynı dine mensup olanlar" anlamına geliyordu. Yani millet kendini "Müslüman" olarak tanımlıyordu. Doğal olarak toplum düzeninin mürşidi de İslam’dı. Hálbuki kurucular, dini irşatla çağdaş olunamayacağına inanıyor ve "en hakiki mürşit ilimdir" diyordu. Dolayısıyla yeni devletin "lá-dini" yani laik olması şarttı. İkinci bir sorun da, 12 milyonluk genç Türkiye’nin nüfusunun yarıya yakınının Balkan ve Kafkas göçmeni olması ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Ermenilerin tehcirinden sonra Kürtlerin bu gölgede yer yer çoğunluk haline gelmiş olmasıydı. Bu farklı etnik kavimleri birleştiren ortak payda Müslümanlıktı. Yeni devlet, laik olacağı için bu ortak payda geçersizdi. Millete yeni bir ortak kimlik gerekiyordu. Bu da Türklük olacaktı. Bu sebeple, "Ne mutlu Türküm diyene" icat edildi.
* * *
Ülke demokratikleştikçe, hem "gericilik" hem de "bölücülük" kendiliğinden serpilmiştir. Çünkü bu "iki gen" toplumun DNA’sında vardır. İktidara gelmek isteyen bir siyasi partinin, kendine oy getirecek konuları istismar etmemesi mümkün değildir. Bizatihi demokrasi zaten budur. Aksini istemek, yerin altındaki suyu arayan adama "kuyu kazmak yasak" demek gibi bir şeydir. Su geldikçe adam, daha fazla su gelsin diye kuyuyu derinleştirecektir. Ne AKP ne de eğer kapatılırsa onun türevi olacak siyasi parti, dini istismar etmekten vazgeçemez. AKP’nin babası da dedesi de bunu yapmıştır. Hakeza Kürtlerin oyunu almak isteyen her siyasi hareket de bölücülükten, yani nihai hedefimiz bir "Kürt Devleti" kurmaktır, söyleminden vazgeçemez. Babaları da böyle davranmıştı zaten.
* * *
Gelelim Avrupa Birliğine ve Amerika’ya. Onların Türkiye’ye değişmeyen bakışı, "böl ve yönettir". Çünkü bu, onların hem çıkarınadır, hem de "her halk, kendi kendini yönetme hakkına sahiptir" inançlarına uygundur. Türkiye’nin laik olmasından, Batı hoşlanır. Ama bu şart değildir. Önemli olan Türkiye’nin söz dinlemesidir. Bu son olaylar AKP’yi veya türevini, iktidardan indiremez. Ama daha láik davranmaya itebilir. Bu iyi haberdir. Kötü haber, bölücülüğün kuvveden fiile çıkma ihtimalinin artmasıdır.
Son Söz: Bir kütleyi, iki kuvvet etkiliyorsa, hareket bileşke yönünde olur.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2008
SÜLEYMAN Demirel’in Başbakan olduğu 1969 yılında, SSK’dan emekli olma şartlarında önemli kolaylaştırmalar yapıldı. Bunlardan biri de, emekli olabilmek için hem belli bir yaştan büyük, hem de belli yıldan beri sigortalı olmak gibi çift şartın kaldırılmasıydı. İlgili yasanın emekliliğe hak kazanma maddesindeki "ve" kelimesi çıkarıldı yerine "veya" kondu. Yani emekli olabilmek için iki şarttan birini sağlamak yetecekti. Bu ve diğer "erken emekliliği" teşvik eden değişiklikler, sistemin mali denge hesabını (aktüeryasını) alt üst etti. Yapılanların gerekçesi sözde gençlere iş açmaktı. Emekliler çalışmaya devam edince tersi oldu. Neyse. O tarihlerde SSK’nın bu gidişle batacağı tartışması başladı. Tartışmalara hakemlik etsin diye Uluslararası Çalışma Örgütü, kısa adıyla ILO’dan bir uzman davet edildi. Uzman Antoine M. Zelenka 1971 yılında Türkiye’ye geldi. Hesapları gözden geçirdi ve bir rapor yazdı. Raporda, bu gidişle sosyal sigortalar sisteminin batacağı yazılıydı. Bunun üzerine Türk-İş Başkanı Halil Tunç, 1971 yılının ilkbaharında Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda bir miting düzenledi. Mitinge katılanlar "Zelenka da kim oluyor? Kim bu adamlar? SSK’nın batması mümkün değil!" diye yeri göğü inlettiler. O yıllarda ben, Arçelik’te "bu işlere" de bakan idari umum müdür muaviniydim.
* * *
Rahmetli annem "Oğlum, aklına bir fikir gelip, sana göre yeni bir şey söyleyince kendini cevher yumurtladım sanma; bu dünyada söylenmemiş söz yoktur" derdi. Bu dünyada söylenmemiş söz olmadığı gibi, Türkiye’de el atılmamış, üzerinde bir değil, birçok rapor yazılmamış hiçbir konu da yoktur. Biz, sosyal güvenlik sisteminin battığı şu bugünlere bilerek geldik. Aramızda aptal yok başlığını bunun için attım. Bu davranış biçiminin adı "benden atlasın, nerede patlarsa, patlasın"dır.
1. Emekli aylığı sigortası, "ne kadar prim, o kadar aylık" ilkesine göre düzenlenecekse, çözüm belli bir vadede herkesi "bireysel emeklilik" sistemine geçirmektir. Bu kesin hal tarzıdır. Ayrıca serbest pazar ekonomisinin mantığına ve ahlakına uygundur.
2. Emekli aylığı sigortası, biraz bireysel biraz kamusal sorumluluk ilkesine göre düzenlenecekse, sistem içinde yer alanlarının sayısı "bir emekliye-üç çalışan" oranına gelinceye kadar "emekli olmayı zorlaştıran, sigortalı çalışmayı ve çalıştırmayı kolaylaştıran" yasal düzenlemeleri yapmak gerekir.
3. Emekli aylığı sigortası, aslında sigorta falan değildir; ödenen primle veya çalışılan yılla veya emekli olma yaşıyla bir ilgisi yoktur. Bu, devletin, bütçe marifetiyle milli geliri yeniden dağıtıma tabi tutmasıdır deniyorsa, reforma falan ihtiyaç yoktur.
Şimdi akla şu gelebilir. Mademki işçiler bu kadar karşı çıkıyor, o zaman reform yapmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla yukarıdaki üçüncü şıkkı tercih edelim, bu dertten kurtulalım. Olmaz. Çünkü o zaman zaten düşük olan emekli aylıklarının, ikinci bir işte çalışamayan gerçek emeklilerin geçinmesine kesinlikle yetmeyecek düzeye düşürülmesi gerekecektir.
Son Söz: Yanlış hesap, enflasyondan döner.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2008
KAMU maliyesi, ekonominin belkemiğidir. Üretimin yüzde doksanı, küçüklü büyüklü, kurumsal veya bireysel girişimcilerce yapılsa bile, ekonominin "dik" durması için devletin geliri, giderine denk olmalıdır. Bizim devlet bütçemizde iki büyük gedik vardır. Bunlardan biri faiz ödemeleri, diğeri de sosyal güvenlik sistemi açıklarıdır. Örtülü kur çapası, yani döviz fiyatlarını düşük tutma yöntemiyle enflasyonla mücadele edildiği için faizler yüksektir. "Yüksek faiz-düşük kur" tuzağına nasıl düşüldüğünü ve bu tuzaktan nasıl çıkılacağını, bu köşede yeterince anlattım. Gene de anlatırım. Ama bugün diğer gedik, "Sosyal Güvenlik Reformu" üzerinde duracağım.
1.Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminin hem nakit açığı vardır hem de sistem batıktır. Yani ne gelirleri giderlerini, ne de varlıkları borçlarını karşılamaktadır. Bu bozukluğun onarılması şarttır. Sosyal güvenlik sistemlerinin teknik olarak çökmesi, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Yakın komşumuz Yunanistan’da da vaziyet aynıdır.
2.Bilindiği gibi ülkemizde üç ayrı sosyal güvenlik sistemi vardı. SSK, Emekli Sandığı ve Bağ-Kur. Bunlar şimdi tek çatı altında toplandı. Adına da SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) dendi. Aslında toplanamadı. Çünkü adına "kazanılmış haklar" denilen ve çoğu kez "kazanılmamış hakları" da kapsayan bir hukuk garabeti yüzünden tüm çarpıklıklar ve haksızlıklar olduğu gibi duruyor. Bunların da düzeltilmesi gerekir.
3.Hükümet, ekonomideki yapısal kırılganlıkların baş sebeplerinden biri olan sosyal güvenlik açıklarını kapamak yani sistemi onarmak zorundadır. Onarma, çok sayıda insanı ilgilendiren köklü değişiklikler içerdiği zaman, buna "reform" denir. Aslında hükümetin onarma projesi, reform denilmeyecek kadar yufkadır.
4.Çok uzun vadeye yayılmış bu kadar yumuşak bir reform paketi bile, sert bulunmuştur. Daha doğrusu sendikalar reforma karşıdır. O kadar sert karşı çıkmışlardır ki; hükümet geri adım atmıştır.
5.Bir haftadır işçi sendikaları ile hükümet pazarlık etmektedir. Kim, kimle neyi pazarlık etmektedir anlamıyorum. Çünkü bu pazarlıkta isteyen bellidir, ama karşısında elini cebine götürecek "diğer taraf" yoktur. Hükümet, karşı taraf olamaz. Çünkü hükümetin koruyacağı "kendi menfaati" diye bir şey yoktur. Hükümetler asil değil, vekildir.
6.Eğer sendikalar, has üyelerinin veya genel olarak Sosyal Güvenlik Kurumuna üye olanların çıkarlarını "vekáleten" savunuyorsa, bu milyonlarca kişiye karşı Hükümet, yine vekáleten kimlerin çıkarlarını savunmaktadır? İşsizlerin mi, sigortasızların mı, köylülerin mi? Yoksa patronların mı? Eğer patronlar deniyorsa, bunlar kaç kişidir?
7.Seçimle iş başına gelmiş ve seçimle iş başında kalacak bir hükümet hata yapabilir. Ama çoğunluğun haklarını gözetmediği tezi doğru olamaz. Sendikalar, yanlış buldukları bu reforma karşı kendileri bir proje ortaya koymalıdır. Sendikaların hazırlayacağı projenin sadece sosyal siyaset yanı değil, matematiği de doğru olmalıdır.
Son Söz: Bindiği dalı kesen, bindiği dalı bilmeyendir.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2008
DEĞİL ben, benim feriştahım gelse ve benim gibi haftada iki değil, on iki iktisat yazısı yazsa ve, "ey ümmeti iktisadi! Borsa düştü diye, milli servet yok azalmaz; borsa çıktı diye milli servet artmaz; bu ölçümler işlem yapılmışsa ilgili bireyler için doğrudur, ama ülkenin tümü için doğru değildir" dese kimseyi inandıramaz. Toplum, bireylerden teşekkül ettiğine göre, birey için doğru olan, toplum için niye doğru olmasın denir. Bakanlar, başbakanlar buna inandığına göre, halk niye inanmasın? Normal yurdum medyası, hisse senedi borsasında fiyatlar düşünce "dün ülkemiz şu kadar milyar dolar fakirleşti" diye manşet atmıyor mu? Geçiniz...
* * *
Konumuz, Amerika’da başlayan ve yavaş, yavaş dünyaya yayılan/bulaşan iktisadi kriz. İktisat kıstaslarına göre, ortada henüz bir kriz yok; sadece duraklama var. Biz yine de kriz diyelim. Bu niçin çıktı, nasıl bitecek?
1. Krizin çıkması için, bozuk giden veya iyi bile gitse, sürdürülemez bir halin süre gelmiş olması gerekir. Her kriz, bir düzeltmedir. Ne yazık ki, her düzeltme de hasar yaratır.
2. Doların değer kaybına sebep olan bu kriz, bir bakıma Amerika’nın kısmi borç sildirmesidir. Şimdiden dış borcun yüzde 30’u buharlaştı.
3. Bugünün krizinin sebebi, dünün oluşumları içinde saklıdır. Bu sebeple, dünkü olayları doğru analiz etmeden, bugünkü krizin sebebi anlaşılmaz. Sebebi bilinmeyen sorunun da çözümü olmaz.
4. Ekonomi, belli denklikler veya dengeler üzerine kuruludur. Bunların en çok bilenini, üretim-tüketim denkliğidir. İkinci olarak tasarruf-yatırım denkliği gelir. Bir başka denklik, kamunun gelir-gider dengesidir. Küreselleşme ile önemi daha da artan denklik ise ülkenin döviz gelir-gider; yani "cari işlem" dengesidir.
5. Doğru diye genel kabul görmüş yanlışa göre, bir ülkenin cari işlem açığı, tasarruf açığıdır. Bu da "bütçe açığı ile özel sektör tasarruf açığının toplamına" eşittir. Bunlara "ikiz açık" denir. Aslında açık, tasarruf noksanından değil, tüketim fazlasından doğar.
6. Dünya milli gelirinin dörtte birinden fazlasını üreten Amerika’nın harcamaları, yarattığı katma değerden fazlaydı. ABD’de kamunun, şirketlerin ve halkın, tüketim ve yatırım için yaptığı toplam harcama, milli gelirlerinden fazladır. Bu açığı yurt dışından gelen parayla kapatıp, "el atıyla rahvan gidiyorlardı". Burada bize benziyorlar.
7. İşte krizin kök sebebi budur. Mortgage işi yüzeysel bir nedendir. Hiçbir ülke, "sürekli dışarıdan para girişine bağlı" halde yaşayamaz.
8. Ekonomileri "reel" ve "reel olmayan" diye iki kesim halinde inceleme yöntemi vardır. Aslında ekonominin tamamı reeldir. Galat olarak reel denen kesim "nesne", reel olmayan da aynadaki "görüntü"dür.
9. Eğer bir ülkede "varlık fiyatları" nominal milli gelir artışından çok hızlı artmışsa, finansal sayılar (aynalar) yalan söylüyordur. Fizik yatırım artışından kopuk bir zenginleşme olamaz. Bu bir balondur. Sonunda görüntünün büyüklüğü, nesneye yaklaşır. Bu da menkul ve gayrimenkul fiyatlarındaki balon patlamasıyla olur.
Son Söz: Reel kesime yansımayan kriz, reel değildir.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2008
RANT her ne kadar "kira" anlamındaki bir kelimeden türemişse de bugün iktisatta rant, "katma değer yaratmadan kazanç elde etmek" demektir. Rantlar, başta emekçiler olmak üzere, katma değer yaratanların milli gelirden aldıkları payı azaltır. Rantçılık, asalaklıktır. Rantlar, maliyet artışları yoluyla fiyat artışlarına sebep olur. Rant peşinde koşmak (rent seeking) dünyada yaygın bir gelir sağlama yöntemidir. Rantları yaratan güçtür. Gücün kaynağı da devlettir. MAFYA’NIN esnaftan ve iş adamlarından topladığı haraçlar, ranttır. Burada rantı yaratan güç polis değil, MAFYA’NIN tetikçileridir. Yani adam öldürme dáhil, her tür zorbalığı yapmayı göze almasıdır. Kuramsal olarak devlet, bir ülkede zorla para toplama (yani vatandaşa vergi salma) imtiyazına sahip tek örgüttür. Tanrının, kendi gücüne ortak olmak isteyenleri en büyük günahkár ilán etmesi gibi, bir devlet de ülke içinde kendine ortak olmak isteyenleri yaşatmaz. Kendisinden başka herhangi bir örgütün, vatandaştan vergi (haraç) toplamasına izin veremez. Ederse, devlet olmaktan çıkar.
* * *
Bir süredir bazı kişi ve kuruluşlar, et ve gıda şirketlerine "helal et" veya "helal gıda" sertifikası vermek gibi bir üfürük işle "rant" elde etmenin yollarını döşüyor. Hálbuki 30 Aralık Pazar günü, ulemadan Profesör Dr. Süleyman Ateş, bir okurunun helal etle ilgili sorusuna cevap verirken köşesinde aynen şunları yazdı: "Maide Suresi’nin 5. ayetine göre kitap ehlinin yiyecekleri ve kestikleri hayvanlar bize helal, bizimkiler de onlara helaldir. Hıristiyan’ın kestiği et yenilir. Hiç kimsenin dini daraltmaya hakkı yoktur. Allah’ın helal kıldığını kimse haram edemez. Amerika’da ve Avrupa’da hayvanlar en az acı verecek biçimde kesiliyor. Zaten İslám da hayvana mümkün olduğu kadar acı verilmemesini emreder. Sözün Özü: Amerika’da veya herhangi bir yerde Hıristiyanların, Yahudilerin veya daha geniş anlamıyla kitap ehli kimselerin kesip pişirdiği tavuk ve sığır etlerini yemek helaldir."
Hocanın bu yazdıklarından anlıyoruz ki, İslam’da "helal et" kavramı, eti yenmek için öldürülen hayvanın en az acı çekecek şekilde kesilmesini derpiş ediyor. Hoca, ayrıca Hıristiyan ve Yahudilerin kestiği hayvanların (koyun, dana ve tavuk, domuz hariç) özellikle helál olduğunu, çünkü onların da ehli kitap olduğunu söylüyor. Hıristiyanların kestiği et dahi Müslümanlara helal ise, ayrıca bir helal et sertifikası icat etmenin İslami açıdan bir safsata olduğu ortaya çıkmıyor mu? Safsatanın sertifikası olur mu? İtirazı olan Süleyman Ateş’e gitsin.
* * *
İsteyen firma, eğer pazarlama açısından gerekli görüyorsa, ürünlerinin üzerine "helal" damgası da vurabilir. Ama bunun sertifikası olmaz. Özel kuruluşların "helal et sertifikası" vermesi rant yaratmaktır. Halk sağlığı açısından önemli olan, hayvan kesiminin fenni usullerle ve sağlık koruma kurallarına göre yapılmalıdır. Bunu denetleyecek olan da belediyeler veya ilgili bakanlıklardır. Keza kurallara uymayanları yola getirmek de kamu kuruluşlarının görevidir. Helal et sertifikası vermek, dini ticarete alet etmektir. Karşılığında alınacak paranın adı da "İslamî rant" olur.
Son Söz: Rantın helali olmaz.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2008
ANKARA Belediyesi, borçlarını kapamak ve yatırım yapmak için 30 yıl boyunca doğal gaz dağıtımından elde edeceği gelirleri kırdırdı. Müflis Osmanlı maliyesi de borçlarını ödemek için müstakbel vergi gelirlerini yabancılara devretmişti. Osmanlı, toplama külfetinden kurtulmak için bazı yerel vergi tahsili işlerini de ihale yoluyla "mültezim"lere (vergi toplayıcılara) bırakılırdı. Bu düzenlemeye "iltizam" denirdi.
1. Özelleştirme, ekonomik hayatta "serbest ve adil rekabet" şartlarının tesis ve idame edilmesini hedefler. Bu suretle ulusal kaynakların daha verimli kullanılması ve milli gelirin daha hızlı artması için uygun ortam hazırlanmış olur. Bu bir mekanizma tasarımıdır.
2. Kamu iktisadi işletmeleri ister KİT ister BİT olsun, tanım icabı iflás etmez. Yani bu işletmeler ne kadar kötü yönetilirse yönetilsin, ne kadar zarar ederse etsin batmaz. Tasfiye edilmedikleri için de bu işletmeler ulusal kaynakları çarçur etmeyi sürdürebilir. Kötü işletmelerin yaşaması, iyi işletmelerin gelişmesini engeller. Bu süreç fakirleşme getirir. Sosyalist ekonomiler bu sebepten çökmüştür.
3. Özelleştirmenin iki boyutu vardır. Birincisi, kamunun sahip olduğu işletmelerin özel sektöre devridir. Buna İngilizcede "privatization" denir. İkinci boyutu ise, sözde halkı korumak için yürürlüğe konmuş "arzı kısıtlayan" düzenlemelerin yürürlükten kaldırılmasıdır. Buna "deregulation" denir. Örnek olarak telefon ve havacılık sektörlerine yeni girişleri kısıtlayan kuralların iptali gösterilebilir. Günümüzde bazen tam tersi de olmaktadır. Mesela, özelleştirmeci bilinen AKP, son zamanda sağlık sektöründe arzı kısıtlayan düzenlemeler yaparak, bir tür "devletleştirme"ye gitmektedir.
4. Özelleştirme, ekonomide her zaman beklenen verim artışını sağlayamayabilir. Böylesi istenmeyen sonuç, daha çok özelleştirilen kamu kuruluşlarının doğal, yasal veya teknolojik "tekel" olması halinde ortaya çıkar.
5. Ankara’da yeraltına döşenen borularla doğal gaz dağıtan bir kuruluş, hem doğal, hem yasal, hem de teknolojik olarak tekeldir.
6. Tekel olan yerde fiyatı tekelci şirket veya kamu otoritesi belirler. Doğal gazın perakende fiyatıyla, toptan alış fiyatı arasındaki "kár payı" yüksek tutulursa, özelleştirilen gaz dağıtım şirketinin değeri yüksek, düşük tutulursa düşük olur. Bu değer farkı, gerçekte halktan toplanacak vergilerin iskonto edilmiş şimdiki değeridir.
7. Ankara’da gaz dağıtımı gerçekten özelleştirilmek istenseydi, hizmet sunacak firmalar arasında "açık arttırma" değil "açık eksiltme" ihalesi yapılırdı. Belediye, gaz satışından elde edeceği kárı kendi belirler, sadece halka sunulması gereken hizmetler için, "bu işleri en ucuz kaça yaparsınız" ihalesi açardı.
8. Sonuna doğru yalvarma sahnelerinin de yer aldığı gözlemlenen özelleştirme ihalelerinin, saydamlık gerekçesiyle TV’den naklen yayınlanması hem gereksiz hem de yakışıksızdır. Unutulmasın çok kirli Türk Ticaret Bankası ihalesi de TV’de yayınlanmıştı.
Son Söz: Faizin yüksek olduğu yerde, peşin fiyat düşük olur.
Yazının Devamını Oku