11 Haziran 2008
İNSAN davranışlarının temel belirleyicisi, korkudur. Aynı şey toplumlar için de geçerlidir. Korku, canlıların kendini koruma içgüdüsünü uyararak, onları tehlikeden korur.
Hayatta kalmalarını sağlar.
En fazla tehlikeye maruz olanlar, hiçbir şeyden korkmayanlardır.
Çünkü hem yapmamaları gereken şeyleri yapmaktan geri durmazlar hem de yeterli tedbir almazlar.
Korkaklar ise, yapmaları gereken şeyleri yapmaktan bile kaçınırlar.
Adeta yaşamaktan korkarlar.
Çözüm, ne hiçbir şeyden korkmamak, ne de her şeyden korkmaktır.
Korku, yönetilmesi gereken bir uyarıcı duygudur.
* * *
Soru şu: Korkunun hayatımızı yaşanmaz hale getirmesine nasıl engel olabiliriz?
Bunun iki yolu vardır.
Birincisi korkulandan kaçmak; ikincisi korkulanın üstüne gitmektir.
Korkulandan kaçmak, kısa vadede bir çözüm olabilir.
Ama canlılar bir ömür boyu korkulandan kaçarak yaşayamaz.
Her canlı, istikrarlı bir hayat yaşayabilmek için er veya geç korkulanın üstüne gitmeye, onunla yüzleşmeye, onu yenmeye veya ona yenilip onun olmadığı bir ortamda yaşamını sürdürecek hale "dönüşmeye" mecburdur.
* * *
Osmanlı’nın devamı olan Türkiye, 150 yıldır "yabacılar para vermezse, kalkınamayız, hatta aç kalırız" korkusuyla yaşamaktadır.
Türkiye’ye hákim olan derin iktisat anlayışı budur.
İthalattan vergi almazken, ihracattan vergi alan Osmanlı bürokrasisi, halkı fakirleştirip, kendi rahat yaşamıştır.
Döviz açığı yüzünden, parasının değeri düşmesi gerekirken, "derin iktisat" Türk Parasının Değerini Koruma mevzuatıyla bunu yapay olarak yukarıda tutmuştur.
Bugün de "güzel ve yalnız ülkemizin" kábusu dışarıdan para gelmemesidir.
Nitekim neşeli maliye bakanımız "para kuş gibidir; ürkütürsen kaçar" demekle bu korkusunu açığa vurmaktadır.
Para, yani ülkemize akan yabancı sermaye, kısa vadeli kredi veya sıcak para yatırımı olmayıp, üretime dönük fizik yatırıma dönüşmüş olsaydı; kuş değil, kökleri toprağın derinlerinde "ağaç" olacak, ürküp kaçamayacaktı.
İktisat politikamızı belirleyen, yüksek faiz-düşük kurcu derin iktisatçılar buna izin vermedi.
Çünkü bela veya kriz benden atlasın, nerede patlarsa patlasın diyen zihniyet, sorunları çözmeyi değil, kötü sonuçları ertelemeyi emreder.
Korkulandan kaçıldığı için alınan önlemler, uzun vadede meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirmektedir.
Türk parasını kıymetini koruma politikası o kadar başarısız olmuştur ki, sonunda paradan 6 sıfır atmak mecburiyetinde kalınmıştır. Şu üç soruyu yanıtlayın:
1. Değerlenmemiş para, değer kaybeder mi?
2. Cari işlem fazlası veren ülkede devalüasyon olur mu?
3. Cari işlem fazlası veren ülkeye mi, yoksa cari işlem açığı verene mi daha fazla "doğrudan yabancı sermaye" gider?
Para kaçar korkusu yüzünden yıllardır halkın sırtından verilen fahiş faizler yetmiyormuş gibi şimdi de "para kaçar, döviz patlar" diye siyasi sorunlarımızı tartışamaz hale geldik.
Üstümüzde baskı var.
Artık şu para kaçar korkusundan kurtulalım. Bunun için cari açık sorununun üstüne gidelim.
Göreceksiniz para, gittiği gibi geri gelecektir. Hem de fazlasıyla.
Son Söz: Korkma! Bitmez bu yabancı sermaye.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
ŞERİF Mardin hoca, "felsefesi yoktur" diyerek cumhuriyeti küçümseyen bir tavır sergiledi. Belki ne dediğini ben anlamadım. Belki de Profesör Mardin, "Türkiye’de yasal olmasa bile, láik yaşam tarzını tehdit eden mahalle baskısı artıyor" saptamasının, yandaşlarında yarattığı üzüntüyü telafi etmek istedi. Galiba bunu da başaramadı. Esas konuya geçmeden felsefe nedir, ne işe yarar üzerinde durmak istiyorum. Felsefe "bilim sevmek" demektir. Dinlerin de felsefesi olduğu söylenebilir. Ama felsefe, esas olarak "dinle, fen bilimleri arasında kalan boşluğu" doldurur. Diğer bir deyişle dinin bittiği yerde işe başlayan felsefe, bilimin başladığı yerde durur. Dinler "iyiyi, doğruyu ve güzel" aramaz. Çünkü bunlar zaten Tanrı’nın yolladığına inanılan risalede vardır. Felsefe ise iyiyi, doğruyu ve güzeli arar. Düşünmeye sıfırdan başlar; her şeyi tartışır. Filozoflar laiktir ve birbirleriyle didişmeleriyle ünlüdür. Onun için, "İslam’ın felsefesi var, cumhuriyetin felsefesi yok" cümlesinde geçen felsefe sözcükleri aynı anlama gelmez. O kadar ki, tam tersi bile söylenebilir. O da yanlış olur.
* * *
1. Cumhuriyet, birilerinin aklına öyle estiği için kurulmuş bir rejim değildir. Cumhuriyetin kurulması, Osmanlı’da Meşrutiyet ilanıyla başlamış tarihi bir süreçtir. Bu, toplumsal bir değişimdir.
2. İslam felsefesiyle teçhiz edilmiş "mahalle"nin egemen olduğu Osmanlı, her alanda geri kalmıştır. "Avrupa’nın Hasta Adamı" diye adlandırılmış ve kurtlar sofrasında yem olup parçalanmıştır.
3. Felsefesi olan Osmanlı’yı yenen Ruslar, Yeşilköy’de kadar gelip üstüne bir de anıt dikmiştir. Kars ve Ardahan’ı 30 yıl işgal etmiştir.
4. Osmanlı, Ruslar’dan kurtulmak için, iradesini önce İngilizlere; sonra da İngilizlerden kurtulmak için Almanlara teslim etmiştir. Almanya ile birlikte harbe girip feci şekilde yenilmiştir. Geçilmeyen Çanakkale sonunda geçilmiş, İslám’ın halifesinin yaşadığı İstanbul 3 yıl Hıristiyanların işgali altında kalmıştır.
5. Felsefesi olan Osmanlı topraklarında Müslüman Türklerden yönetici olmayanlar, cemiyetin en alt katmanını teşkil etmiştir. Anadolu ve Trakya’nın zenginleri gayrimüslimler, yoksulları da Müslüman Türkler olmuştur. Balkanlarda ve Kafkaslarda yaşayan Müslümanlar, kendi vatanlarında vatansız kalmış ve oralardan sille tokat kovulmuştur.
* * *
Cumhuriyetin kurucuları, çağdaş láik Batı uygarlığına ulaşmayı düşlemiştir. Dolayısıyla Batı’nın geliştirdiği felsefi akımları izlemiştir. Temel felsefeleri akılcılık, yani rasyonalizmdir. Onun için "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" ibaresi Ankara Üniversitesi’nin duvarına kazınmıştır. Cumhuriyet nesli kanıta dayanan doğruya, müspet yani ispat edilen gerçeğe inanır. Ampiriktir. Ahlaklı davranışı, "kişinin, kendi çıkarından önce toplumun çıkarını gözetme" diye tanımlar. Böylece Kant’ın ahlákı temellendirme yöntemine katılmış olur. Cumhuriyet, mahallenin zorladığı "iyi, güzel ve doğru" değerleri yerine, bunların evrensel olanlarını koyar. Hümanisttir. Cumhuriyette kadercilik ve kısmet yoktur. Determinizm vardır.
Son Söz: Felsefe de, din de bu dünya için gereklidir.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2008
GEÇİRDİĞİ bir bunalım sonucu aramızdan ayrılan Cevher Özden’in, nam-ı diğer Banker Kastelli’nin taksiratını, yani kusurlarını ve eksik yaptıklarını Allah affetsin.
Cevher Özden’le, bir profesyonel yönetici, ekonomi yorumcusu ve öğretmeni olarak yolum pek çok kez kesişti.
Çalıştığım şirketler, 1980 öncesinde ve sonrasında onun aracılığıyla tahvil pazarladı.
Ekonomi yorumcusu olarak Kastelli’nin batacağına dair konuşmalar yaptım, yazılar yazdım.
Marmara Üniversite’nde hocalık yaparken onun gazetelerde yayınlanan emlák satış reklámlarını ders konusu, hatta sınav sorusu olarak kullandım.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2008
BU fikir doğru değil mi? Zaten siz de böyle düşünmüyor musunuz? Öyleyse bu önerinin hayata geçirilmesi için önce birkaç meseleye çözüm üretelim. 1. Kimlerin akıllı ve ahlaklı olduğuna, güçlü olanlar karar verecektir.
2. Akıllı bir toplum olmanın göstergesi de zaten güçlü olmaktır. Bir milletin rütbe-i aklı, sanata, fenne ve bilime yaptığı katkıyla ölçülür.
3.Aklın ve ahlakın şaşmaz göstergesi, ülkenin imar ve trafik düzenidir. Teknolojik üstünlük ve yüksek milli gelir düzeyine ulaşmış olmak bunu izler. Petrol zengini ülkeleri ayrıca değerlendirmek gerekir.
4.Akıllı ve ahlaklı olanların dünyayı yönetmesine karşı çıkacaklara, "önce etmeli tekdir, tekdirle uslanmayanın hakkı kötektir" yöntemi uygulanacaktır.
Yukarıda yazılanlar bugün dünyada geçerli olan düzendir. Buna "Yeni Dünya Düzeni" veya İngilizce olarak "New Word Order" diyebilirsiniz.
* * *
Müslüman bir gezgin dünyayı dolaşıp şöyle demiş: "Diyarı küfrü gezdim; káşaneler, beldeler gördüm; Diyarı İslám’ı dolaştım; harabeler, viraneler gördüm". Şüphe yok aynı tabloyu Hıristiyan gezginciler de görmüş ve kendi toplumlarına izlenimlerini aktarmıştır. Peki, eyleme dönük olarak bu tablodan kim, ne sonuç çıkarmıştır? Müslüman ülkelerin yöneticileri ve özellikle savaş kaybeden komutanları "Mademki onlar bizden ileri gitmişler ve savaşlarda bizi yenmişler, öyleyse biz değişip, onlara benzeyelim" demiştir. İşte Türkiye’de 250 yıldır süre giden Batılaşma akımının ve onun yarattığı "imam, öğretmeni yendi" şeklinde sonucu ilan edilen kültürel çatışmanın kaynağı budur. Aynı tablodan Hıristiyan Batı insanının çıkardığı hüküm ise "mademki biz daha akıllı ve ahlaklıyız, öyleyse dünyayı biz yönetelim" olmuştur. Hatta buna "Dünyayı yönetmek, Tanrının bize verdiği bir görevdir" bu bizim yeryüzüne yollanış misyonumuzdur demişlerdir. Emperyalizmin ahlaki dayanağı da budur.
* * *
Gelelim günümüzün anlaşılması hiç de zor olmayan çelişkisine. Nasıl oluyor da Batılılar, kendilerine en çok benzeyen ulusal laikleri değil de, "medeniyet çatışmasına" girdikleri İslamcıların partisi olan AKP’yi destekliyor? Cevap çok basittir. Çünkü onların amacı dünyayı yönetmektir. Buna Türkiye de dáhildir. Yabancı ülkelerini yönetebilmek için yerli bir ortağa ihtiyaç vardır. Batılılar, önceleri yerli ortak olarak bu ülkenin laiklerini seçmişlerdi. Çünkü Doğulu láikler, Batılıların "iyi, güzel, doğru" tanımını (değer sistemini) benimsemişti. Ancak, Doğulu láikler Batılaştıkça, kendi toplumlarından uzaklaştılar. Laiklerin, seçimle iktidara gelip, Batı’nın "yerel yönetim ortağı" olma şansı kalmadı. Bunun üzerine Batı, ülkesinde borusu öten ve kendileriyle işbirliğine hevesli yeni bir yerel ortak aramaya başladı. Batı düşmanı "Milli Görüş" ten uzaklaştığını ilan eden AKP’nin Batı’da "en fazla himayeye mazhar" siyasi parti kabul edilmesinin sebebi budur. Aynı Batılı, Avrupa’da yaşayan "cami cemaati tipik AKP"liden ise hiç hazzetmiyor. Orada tersine laiklerle dost oluyor. AKP dışardan Batı’ya yaklaştıkça, AKP’li içerden Batı’dan uzaklaşıyor.
Son Söz: Göze girmek için çırpınan, birden gözden düşebilir.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2008
HERKES bir káhin, hatta kendi çapında bir peygamberdir. Etrafına bakıp, "bu gidişle" (bu gidiş her ne ise) insanlığın bir felakete sürüklendiğine inanmak mesleğe girişin ilk adımıdır. Bu adımdan sonra, kendinden emin bir ses tonu ve "bak benden uyarması" edasıyla, gözlemlerini çevreye yaymaya başlamak, káhinliğini ilan etmektir.
Zaten káhinliğinin esası kıyametin er geç patlayacağını kuvvetli bir şekilde vurgulamaktır.
Bu meslek ayağa düşünce adı "kıyamet tellallığı"na dönüşmüştür.
* * *
Günümüzün káhinleri, genelde iktisatçılardır.
Herkes, az çok iktisatçı olduğuna göre, toplumda káhinden bol bir şeye rastlanmaz olmuştur.
Aşk için (amatörce) veya iş ve aş için (profesyonelce) káhinlik taslayanlar, sürekli "kıyamet alametleri" arar ve mutlaka bulur.
Son zamanlarda bu ahir zaman peygamberlerinin yazdıkları kitap ve makalelerle piyasaya sürdüğü ve yerli "Hacivat"ların (malumatfuruşların) yerli yersiz sıkça tekrarladığı kıyamet alametlerinden en önemli ikisini birlikte irdeleyelim.
Bakalım bu iki alamet birbiriyle ne kadar tutarlı?
1. Küresel ısınma.
2. Petrol fiyatlarının artması.
Fizikçilerin dediğine göre, küresel ısınmanın sebebi havanın kirlenmesidir.
Hava kirliliğinin sebebi ise daha fazla enerji üretmek için yakılan fosil yakıtların yanışı sırasında havaya karışan dumandır.
Bilimsel tanımıyla atmosfere salınan karbondioksittir.
Hálbuki daha fazla enerji üretmenin amacı insanlığın daha rahat yaşamasını sağlamaktır.
Káhinlere göre, küresel ısınma sonucunda, dünyanın önemli bir kısmı çölleşecektir.
Hatta bu şimdiden başlamıştır.
Ayrıca kutuplardaki buzlar eriyeceği için deniz seviyesi yükselecek, sahillerdeki ovalar ve yerleşim bölgeleri sular altında kalacaktır.
Bu yüzden gıda maddesi üretimi azalacaktır.
İnsanlar, açlıktan ve kıtlık sebebiyle çıkacak savaşlarda ölecektir.
Sonu kıyamet olan bu kötü gidişi durdurmak için "daha az fosil yakıt, özellikle petrol ve kömür" yakılmalıdır.
Kısaca petrol tüketimi azalmalıdır.
Böylece küresel ısınma duracak ve dünyamız çölleşmekten kurtulacaktır.
* * *
İktisat, maksat kökünden türemiş bir kelimedir.
Maksat, daha az petrol tüketimi ise, iktisadi olan petrol fiyatlarının artmasıdır.
Yani petrol fiyatlarının artması maksada uygundur.
Hálbuki kıyamet alametlerinin ikincisi olarak "petrol fiyatlarının artışı" gösterilmektedir.
Şimdi durup düşünelim.
Acaba içinde yaşadığımız bu evrende, kıyametin patlamasını geciktiren bir otomatik mekanizma mı var?
Bu mekanizma, şimdi de kıyametin en kesin alameti olan küresel ısınmanın çaresini mi ortaya çıkarmıştır?
Bundan 200 yıl önce Malthus adında bir káhin de, nüfusun 2, 4, 8, 16 gibi yüksek bir hızla artarken, gıda üretiminin 2, 3, 4, 5 gibi yavaş hızla artacağını ve bir süre sonra, insanların açlıktan birbirini kıracağını öngörmüştü.
Malthus’un kehaneti çıkmadı.
Çünkü tüm dünyada gıda maddesi üretim hızı, nüfus artış hızını geçti.
Hatta zengin ülkelerin nüfusları azaldı.
İnsanlar, az değil, çok beslenmekten ölür oldular.
Son Söz: Dünün çözümleri, yarının sorunlarına çare olamaz.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
ÇELİŞKİ, bir mantık kavramı, hatta kanunudur. Mesela kişinin elinde bir elma varsa, bu meyve armut değildir. Yani elde tutulan tek meyve hem elma hem armut olamaz. Eğer kişi, elinde tuttuğu tek meyveye hem elma hem de armuttur diyorsa ifadesi çelişiktir.
Çelişki, mantığın ikinci kanununa aykırıdır; kısaca mantıksızdır.
Ancak doğru düşünmenin şartı olan mantık, doğru düşünmek için yeterli değildir.
Hatta kendilerini "çok mantıklı düşünen" diye tanımlayanların, cereyan eden olayları kavramaları çoğu zaman imkánsızdır.
Bu yüzden ikide bir de "bu ne mantıksızlık" diye söylenip dururlar.
Önermeleri mantıklı veya mantıksız diye nitelendirmek, özellikle iktisadi tartışmalarda sıkça sapılan bir çıkmaz sokaktır.
* * *
Mantık kullanmanın, doğru düşünmek için gerekli ama yetersiz olmasının üç sebebi vardır.
Birincisi, nesnenin tanımlama meselesidir.
Yukarıdaki örneğe geri dönersek, elma ile armut arasındaki farkın ne olduğu yeterince tanımlanmamış olabilir.
Yani elde tutulan meyve bir tanıma göre elma, bir tanıma göre armut olabilir.
Daha önemlisi, kişinin beş duyusuyla yaptığı tespit yanlış olabilir.
İkincisi, nesnenin zaman içinde değişmiş olabileceği gerçeği mantıki analizlerde ihmal edilebilir.
Mesela tırtıl, zamanla kelebek olur.
Kutudaki canlı bugün tırtıldır demek, o tırtıl ömrü boyunca tırtıl olarak kalacaktır şeklinde anlaşılır.
Hálbuki doğadaki değişim, mantıki ifadenin temelini teşkil eden somut (ve bilhassa soyut) nesneyi farklılaştırabilir.
Üçüncü mesele, "sebep-sonuç" ilişkisinin, zamanla terse dönebilmesidir.
Mesela Sağlıklı yaşamak için "yeterince beslenmek" şarttır.
Ama şişmanlamış bir kişinin sağlıklı yaşaması için "yeterince beslenmemesi" gerekir.
Sağdan uçuruma sürüklenen aracın direksiyonunu sola kırmak, tehlikeyi savuşturmak için gereklidir.
Ancak direksiyonu sola kıvrık tutmaya devam etmek, bu sefer de karşı yönden gelen araçla çarpışma tehlikesi yaratır.
Hep aynı kalan "tek doğru" yoktur.
* * *
İktisatta kuraldır hatta kanundur diye belletilen bütün sebep-sonuç ilişkilerinin grafiği, zaman boyutunda mutlaka kemerli (doğrusal olmayan) bir iz çizer.
Lafı daha fazla uzatmadan sadede gelelim.
Türk ekonomisinin güncel sorunu "büyümeden vazgeçmeden, enflasyonu düşürmektir".
Geçen altı yıl içinde "hem enflasyon düştü, hem de ekonomi büyüdü".
Bu da kendi içinde bir çelişkiydi.
Ama bu çelişki, yurt dışından gelen paralarla aşıldı.
Ekonomimiz yapışkan enflasyon hastalığından büyük çapta kurtuldu ama bu sefer yapışkan dış açık hastalığına yakalandı.
Dış açık, dönemsel (konjonktürel) olmaktan çıktı, "yapısal" (strüktürel) hale geldi.
Bunu düzeltmek için, Türk Lirasının değer kaybetmesi şart.
Ama o takdirde enflasyon azacak diye korkuluyor.
Yani mantıken amacı çelişkili bir tablo ile karşı karşıyayız.
Ama bu doğru değildir.
Çözüm "düşük faiz-yüksek kurla" enflasyonda önce ortaya çıkacak nispi bir bozulmayı göze alıp, ardından hem bütçedeki faiz harcamalarını düşürüp iç açığı kapamak, hem de katma değeri yüksek ihracatı teşvik ederek cari açığı küçültmektir.
Son Söz: Aşının rahatsızlığından korkan, hastalığa yakalanır.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2008
MERKEZ Bankası, kendisinden bekleneni yaptı, faizleri arttırdı. Pek tabii iç ve dış bankerler şapkalarını havaya attılar. Yüksek faizden istifade etmek isteyenler, döviz sattılar TL aldılar. Döviz fiyatları tepe takla oldu.
Bu kararı alanların aklınca, Türk Lirası’nın muhtemel değer kaybından dolayı enflasyonun yükselme eğilimi frenlendi.
Halbuki sistemi kırılgan yapan cari açığın küçülmesi için liranın değer kaybetmesi şart.
Sistem kendini düzeltmek için bu yönde tepki veriyor.
Ama piyasa fiyatının teşekkül etmesine hazretler izin vermiyor.
Bu oyun ve yorumları gına getirdi, ama yine de bazı şeyler söylemek gerek.
- Enflasyonu düşürmeye yaradığı için "yüksek faiz-düşük kur" politikasını coşkuyla sürdürenler, artık bu politikanın esiri olmuş durumdalar. Şimdi isteseler de manevra yapamıyorlar.
- Ekonomide istikrar, fiyat istikrarı, yani düşük enflasyon demektir.
- Ama enflasyon düşüşü, her zaman istikrar anlamına gelmeyebilir.
- Düşüşün yani istikrarın kalıcı olması gerekir. Kalıcı istikrar ise "düşük faiz-düşük enflasyon" demektir.
Faizler yüksekken sağlanan nispi enflasyon düşüklüğü güven vermez.
- Kur çapasıyla, yüksek faizle veya ücret-fiyat dondurmalarıyla, enflasyon düşürülebilir.
Ama bu düşüklüğün yapısallaşması için yapay önlemlerin kalkması şarttır. Aksi takdirde oyun sil baştan olur.
- Merkez Bankası’nın aldığı her kararın bir de ileriye dönük "sinyal" etkisi vardır.
Ekonomi aktörleri bu sinyale göre hareket eder.
- Merkez Bankası?nın (MB) son kararıyla verdiği sinyali, iş adamları "açık pozisyona devam" şeklinde anlamıştır.
- İş adamları, nasıl olsa arkamızda rezervi yüksek, elinde faiz silahı olan ve kuru düşük tutmaya kendini adamış bir MB var; öyleyse dövizle borçlanmaya devam demiştir. MB bu son kararıyla, kur riskini açıkça (üstü kapalı değil) üstlenmiştir.
- Reel sektörün dış borcu, dolaylı olarak bankaların riskidir.
Bankaların riski de son tahlilde merkez bankalarının riskidir.
Sadece kamunun değil, özel sektörün dış borcu da Türkiye’nin dış borcudur.
- Merkez bankalarının, bankacılık kesiminde ortaya çıkan çöküntüler karşısında "bana ne" diyemediği Türkiye tecrübeleriyle sabitti.
Şimdi buna Amerikan, İngiliz ve Avrupa tecrübeleri de ilave olmuştur.
- Hazine’nin, düşük faizli uzun vadeli dövizli borçlanma opsiyonu varken bunu, ekonomik olarak risklidir diye reddedenlerin, özel sektörün dışarıdan borçlanmasında risk görmemeleri yanlıştır.
- Yüksek faiz-düşük kur politikasının yol açtığı "cari açık" meselesi, sanayide verim arttırmakla çözülür diye konuşmak yanlıştır.
Zaten elde edilen verim artışlarına rağmen sorun büyümektedir.
- Dünyanın süper gücü Amerika’nın ulusalparası dolar, cari açık yüzünden değer kaybetmekten kurtulamamışsa, Türk Lirası değer kaybetmez diyenler neye güvenmektedir?
- Fahiş faizi ödemek Maliye’nin sorumluluğudur.
Ben faizi arttırdım gerisine karışmam; benim sırtımda yumurta küfesi yok denebilir mi?
Son Söz: Faiz yanlış yola sapmışsa, ekonomi doğru yolda gitmez.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2008
BİLİMİN amacı, sebep-sonuç ilişkisini çözmektir. Bilimsel tarihçilik de "ne, ne zaman oldu değil, niçin oldu" sorusuna cevap bulmaktır. Ben de "milli irade", "milli hákimiyet", "hákimiyet-i milliye", "hákimiyet bilá kayd-ü şart milletindir", "hákimiyet, kayıtsız şartsız milletindir" veya "egemenlik, ulusundur" şeklinde kullanılan bir kavramın ortaya çıkış sebebini amatörce bulmaya çalıştım. Anlatayım.
1.İlk defa İkinci Meşrutiyet’le birlikte duyulmaya başlanan "hákimiyet-i milliye" deyimi, hákimiyet padişahın (halifenin) değildir anlamında kullanılmıştır. Bu tamlama, ülkeyi yönetenlerin kendilerini Tanrı’nın görevlendirdiği tezine karşı söylenmiştir. Devlet idaresinde laikleşmenin ilk adımı budur.
2. Mustafa Kemal Paşa, Padişah tarafından "olağanüstü yetkilerle donatılmış ordu müfettişi" olarak Anadolu’ya gönderilmişti. Paşa, kendisine tevdi edilen görevin tanımını değiştirmeye karar verdiği için Samsun’a çıktıktan sonra bu unvanı iade etmiştir.
3. Unvansız ve yetkisiz kalan Mustafa Kemal Paşa, almış olduğu devlet terbiyesi icabı, "kendi kendini yetkilendirmek" yerine, kendisini yetkilendirecek bir makam inşa etmeyi planlamıştır.
4. Sivas ve Erzurum kongrelerini bu maksatla toplamıştır. Erzurum’da Padişahın yetkilendirdiği ve halen bu yetkileri devam eden Kazım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’e "emrinizdeyim paşam" diyerek onu en yetkisiz gününde destekleyip, gücünü zımnen meşrulaştırmıştır.
5. Ancak Ankara’yı karargáh olarak seçen Mustafa Kemal, "astın, üstü yetkilendirmesi" keyfiyetinden huzursuzudur. Üstüne bastığı zemin, zayıftır. Durumu pamuk ipliğine bağlıdır.
6. Mustafa Kemal bir isyancı değildir. O, başkenti işgal altında olan ve Padişahı ve Hükümeti, İşgal Kuvvetleri Komutanının etkisinde giren Osmanlı Devleti’nin, işgal edilmemiş topraklarında görevli en kıdemli paşasıdır. Ama bu durumunun, hukuki bir dayanağı yoktur.
7. Eğer, Padişah yerine Meclis’in kendisini tekrar yetkili kılmasını sağlayabilirse, hukuki mesnetsizlik ortadan kalkacaktır.
8. Paşa, İstanbul’da toplanmakta olan meclisteki mebuslarla şahsen ve dolaylı olarak temas tesis eder. Onları "istiklal mücadelesi davasına" ikna eder. Osmanlı Meclisine "Mustafa Kemalci" hizip hákim olur. Meclisi Mebusan 28 Ocak 1920’de "misakı milli"yi kabul eder.
9. İşgal Kuvvetleri komutanı, bu olay üzerine meclisi kapatır. Mustafa Kemal derhal, İstanbul’da toplanamayan meclisi, Ankara’da toplanmaya çağırır. Gelemeyenlerin yerine yeni mebuslar atanır.
10. Ankara’da toplanan bu meclis, Mustafa Kemal’i "Meclis Reisi" seçer. Mustafa Kemal bu suretle "yetkinin kaynağı" sorununu çözer.
11. Ancak, Mustafa Kemal’i yetkilendiren Meclisin yetkisinin kaynağı belirsizdir. Bunun için "hákimiyet milletindir" denir. Padişah (Halife) zaten İstanbul’da yarı esirdir. Gücün kaynağı artık millettir.
12. Meclis Reisi olarak kurduğu hükümetin üyelerine de asil "Nazır"lar (bakanlar) İstanbul’da olduğu için "vekil" sıfatını uygun görülür.
Son Söz: Sebebi bilmeyen, sonucu yorumlayamaz.
Yazının Devamını Oku