14 Mayıs 2008
GEÇEN yıl iklim şartları yüzünden tarım üretimi tüm dünyada düşük oldu. Üstelik bir süredir ihracata dönük sanayileşme politikası uygulayarak hızla zenginleşen Çin ve Hindistan’da 2.5 milyar insan daha fazla gıda maddesi tüketir olmuştu. Bu iki sebep üst üste binince, birkaç yıldır yükselmekte olan gıda maddesi fiyatları son bir yıl içinde iyice arttı.
Bizim gibi orta halli ülkelerinin dar gelirlileri, bütçelerini denkleştirmede zorlanmaya başladı. Ama esas darbeyi, fakir ülkelerin fakir insanları bilhassa Afrika’dakiler yemiş durumda.
Onlar resmen "acından ölme" tehlikesiyle karşı karşıyalar. Bu gibi kıtlık kuraklık dönemlerinde çocuk ve yaşlı ölümleri daha çok olur.
Zaten kendini beslemekten aciz bir anne, çocuğunu nasıl emzirecek?
İhtiyarlara nasıl bakacak?
* * *
Okuduğumuz kıtlık haberleri arasında temel bir tutarsızlık var gibi duruyor.
Haberlerin bir kısmı, dünyada yeterli gıda maddesi üretimi ve stoku olmadığını söylüyor.
Diğer bir kısmı açlık tehlikesinin bertaraf edilmesi için fakir ülkelere "para yardımı" yapılması gerektiğini vurguluyor.
Demek ki, aslında herkese yetecek kadar gıda maddesi var. Lakin bazılarında para yok. Bu yüzden insanların bir kısmı aç kalıyor.
Yokluğu çekilen ne?
Para mı, pirinç mi?
Gözünü sevdiğim arz-talep kanunu ne diyor?
Fiyat doğru yerde teşekkül etmişse, her zaman arz talebe eşittir. "Serbest piyasada mal yokluğu olmaz, fiyat artışı olur."
* * *
İnsan, iktisadi bir yaratıktır denir. Ama insan, ne kendinin ne de toplumun idealize ettiği tarzda iktisadi değildir.
Hiç kimse, başkasının para harcama tarzını beğenmez. Hatta bazen kendi yaptığı harcamalara da akıl erdiremez.
Mesela Tarım Bakanımız gazetecilerle konuşurken, 1,5 milyar kişinin zayıflamak için harcadığı parayla, 850 milyon aç insanın karnı doyar dedi.
Bir lokanta işletmecisi de Türkiye’de çöpe atılan ekmekleri yollasak, Afrika’da aç insan kalmaz diye ilave etti. Buradan kalkarak "kaynak tahsisi çarpıklıklarını" çeşitlendirebiliriz.
Her tiryaki günde beş tane sigara az içse, tasarruf edilecek parayla kansere çare bulunurdu veya düğünlerde har vurup harman savrulan parayla, kaç tane fakir ailenin evi döşenirdi diye düşünülebilir.
Her ülkenin silahlanmaya harcadığı paranın yarısı, o ülkenin alt yapı yatırımlarına tahsis edilse, kaç tane baraj ve sulama sistemi inşa edilirdi şeklinde bir hesap yapılabilir.
Bu sayede tarımda verim artar, açlık meselesi ortadan kalkardı sonucuna varılabilir.
İnsanlar ölüler için faydası olmayan mermer mezarlar inşa ettireceğine, mezarlıklar genişletilip, ağaçlandırılsa, canlılar daha yeşil kentlerde yaşardı denebilir.
Süse püse harcanan parayla, okul ve hastane inşa edilse, toplumun hayat seviyesi yükselirdi; Miami’de veya Mekke’de apartman almak için harcanan parayla, fakir yaşlılar için huzur evi inşa edilse "insanın, insana daha çok hayrı dokunmuş" olurdu gibi hesaplar yapılabilir.
* * *
Ancak iktisadın başka kuralları da var:
Harcama özgürlüğü, çalışmayı arttırıyor. Harcamaları kısıtlanırsa, insanların üretkenliği de düşüyor.
Son Söz: Kim neden tatmin oluyorsa, parasını ona harcar.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
NİSAN ayında TÜFE artışı % 1.68 olunca, yıllık enflasyon % 10’a dayandı. Sevimli bir deyim olan "patika"nın, yani dalgalanma aralığının dışına çıktı. TÜFE’nin öncü göstergesi sayılan ÜFE ise tam bir felaket. Aylık artış % 4.82. Gerçi bu ÜFE ölçümlerinde bir süredir gariplik vardı. Geçen yıl haziran ayında yıllık ÜFE % 2.08’di. Tabii bu düşüklük, ölçme hatasından başka bir şey değildi. Nisan enflasyonu açıklanmadan önce (sonuçları herhalde bildiği için) Merkez Bankası Başkanı, bol grafikli insanı bayıltan uzun açıklamalar yaptı. Aslında bütün söylediği "enflasyon artışında bizim kusurumuz yoktur" idi. Bütün dünyada gerek gıda maddesi, gerek petrol fiyatları artışından dolayı enflasyonda bir yükselme var. Ama bizdeki yükselme, hele hele TÜFE artışı bu genellemeyle açıklanamayacak kadar yüksek. Üstadlarımız sıkça şunu söyler: Enflasyon, parasal bir olgudur. Merkez bankaları "sıkı para", maliye bakanlıkları "sıkı bütçe" politikası uygularsa, enflasyon yüksekse düşer, düşükse yükselmez.
* * *
Türkiye’de "görünürde" aynen bu politika uygulanmaktadır. Ama enflasyon dört yıldır düşmemekte direnmektedir. Konuya devam etmeden önce size bir fıkra anlatayım. Büyük bir piyanist, dinleyenleri büyüleyen bir konser verir. Konserden sonra şerefine verilen partide, yanına malûmatfuruş hacivatın biri gelir. "Tebrik ederim; bu kadar güzel nasıl çalıyorsunuz, bu başarınızın sırrı nedir?" der. Piyanist cevap verir. Çok basit; doğru parmağı, doğru notanın üstüne, doğru zamanda, doğru şiddette basıyorum, hepsi o kadar. Başarılı iktisadi politika uygulamak da böyledir.
* * *
İzlenen "sözde" sıkı para-sıkı maliye politikasını irdeleyelim.
1. Girişimciler, yatırım için yurt dışından döviz cinsinden, düşük döviz faiziyle, uzun vadeli borçlanabildiği sürece; ulusal paranın faizini yüksek tutarak, ne toplam yatırımları azaltmak, ne de gayrimenkul gibi düşük verimli spekülatif yatırımları caydırmak mümkün değildir.
2. Sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, enflasyonu indirmek için "yüksek faiz-düşük kur" politikası uygulayacağını hareketleriyle dünya aleme ilan ve ispat eden para otoritesi, taksitli satışların dövizle veya düşük faizle yapılmasını teşvik eder.
3. Merkez Bankası’nın, faizleri yüksek tutarak piyasaya ödünç para vermemesi, yurt dışından para geldikçe, yurt içinde tedavül eden "para miktarı"nı azaltıcı etki yapmaz. Tam aksine yurt içinde tedavül eden para miktarını büyütür.
4. Ucuz dövizle patlayan ithalat, ithalde ve iç ticarette alınan dolaylı vergi gelirlerini arttırır. Maliye Bakanlığı, ciddi hiç bir tasarruf tedbiri almamasına rağmen, artan vergi gelirleriyle bütçe açıklarını düşürür. Bu enflasyonu düşürmede etkilidir denilen "sıkı bütçe" uygulamasıyla aynı şey değilidr.
5. Cari açık, başka milletlerin parasını harcamaktır. Bu politika, ülke halkının "harcanabilir gelirini" otomatikman arttırır. İç talep coşar.
6. Yüksek faiz geliri, kişiyi, fiyatına bakmaksızın harcama delisi yapar.
Son Söz: Hayat kitaba uymaz, kitap hayata uyar.e
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2008
DÜNYA ekonomisini krizden kurtaracak, biraz müthiş, biraz korkunç acaip bir formül buldum. Peygamber efendimizin "İnsanın hayırlısı, insana hayrı dokunandır" özdeyişini kendime düstur kabul ettiğim için, dünya ekonomik krizinin çaresini, tüm halkların istifadesine bedelsiz olarak sunuyorum. Bütün istediğim, bu önerim eğer kuvveden fiile çıkarsa, uygulamanın adımla birlikte anılmasıdır.
* * *
1990 yazında Saddam Hüseyin yönetimindeki Irak, Kuveyt’i fethetti. İşgal kelimesini hınzırlık olsun diye bilhassa kullanmadım. Dünya petrol rezervlerinin % 9.5’una Irak, % 8.5’una Kuveyt sahiptir. En büyük rezerv sahibi ülke de % 22 ile Suudi Arabistan’dır. Fetihle birlikte Irak, dünyanın ikinci büyük petrol ülkesi haline geldi. Saddam, Kuveytliler ile Iraklılar aynı soydan gelirler, biz bölünmez bir bütünüz, Kuveyt bir vilayetimizdir dedi. Eğer Irak, ABD tarafından Kuveyt’ten zorla çıkartılmasaydı Irak ordusu, Körfez’deki diğer petrolcü devletçikleri, muhtemelen "telefon ederek" tek bir mermi yakmadan Büyük Irak’a katacaktı. Böylece dünya petrollerinin % 30’u Irak’ın olacaktı. Hatta petrol yataklarının tamamı Körfez civarında olan Suudi Arabistan’ın da bu yeraltı zenginliği Irak’ın eline geçebilirdi. Dünyanın tek süper gücü ABD, haklı olarak buna izin vermedi.
* * *
Şimdi yıl 2008. Amerika, iktisadi bir sıkıntı içinde. Sıkıntısının gerçek sebebi "bütçe açıkları" ile "cari işlem açıkları"dır. Bu açıkların önemli bir sebebi de üstadımız Stiglitz’e göre maliyeti şimdiden 2 trilyon doları geçmiş olan Irak savaşıdır. Buna karşılık, Amerika sayesinde tekrar bağımsızlığına kavuşmuş Kuveyt ve işgalden kurtulan diğer petrolcü şeyhler ve Suudiler, artan petrol fiyatları sayesinde yılda yüzlerce milyar dolar para kazanıyor. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun. Onların "badigard"lığını yapan Amerika, bu ülkelerden "savunma giderlerine katkı" payı istese haksız mı olur? Bir Osmanlı evladı olarak ben, bu fikri atalarımın koruması altına aldığı ülkelerden aldığı vergilere çok benzetiyorum.
ÇÖZÜMÜN ÖZETİ
1. Amerikan ekonomisindeki zafiyet yüzünden dünyanın hafif veya orta şiddette bir iktisadi krize sürüklenme ihtimali var.
2. Krize dönüşmese bile dünyanın bir durgunluğa itildiği kesin.
3. Dünya ekonomisindeki bu kötü gidişin sebebi, ABD ekonomisinin ikiz açıklarıdır.
4. Dolayısıyla Amerikan devletinin "bütçe açıkları" ve "cari işlem açıkları" küçülse, ABD ekonomisi sağlığına kavuşacaktır.
5. Bunu maksatla ABD, petrol zengini Araplara yılda yaklaşık 350 milyar dolar "Koruma Vergisi" salsa, hem bütçe açıklarını sıfırlar, hem de cari işlem açıklarını yarıya indirir.
6. Daha da iyisi, ABD’nin böyle bir vergi salmasını beklemeden, petrol zengini Arapların, gönüllü olarak bu parayı aralarında toplayıp ABD’ye hibe etmeleridir. Böylece hem yiğitliğe salça sürülmemiş olur, hem de ekonomik kriz tehlikesi biter.
Son Söz: Devletin hayırlısı, dünyaya hayrı dokunandır.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
HER sabah internette Dünya Bankası’nın o günkü basın bültenini okurum. Bu bültende, dünya iktisadiyatı hakkında sayısal ve sözel özet bilgiler bulunur. Ayrıca IMF, Dünya Bankası, Avrupa Merkez Bankası, Amerikan Merkez Bankası gibi kuruluşların başında bulunanların verdikleri beyanlar da bu bültende yer alır. Bunları okuyarak olup biteni izlemeye çalışırım. Bazı yorumları benimser, bazılarına dudak bükerim. Son günlerde yayımlanan bir bültende IMF Avrupa müdürünün Türkiye hakkındaki sözlerini okuyunca kelim attı. Aynen şöyle diyor zatı muhterem. "Türk reel sektörünün dış borçları, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine nazaran yüksektir. Bu sebeple Türkiye tetikte durmalıdır."
* * *
Ey muhterem! Siz ki, koskoca IMF’nin koskoca Avrupa Müdürüsünüz. Herhalde mastırlı hatta doktoralı bir iktisatçısınız. Dahası arkanızda, yaptıkları analizlerle sizi besleyen yüzlerce ekonomi uzmanı hatta profesörü var. Bu işlerden iyi anlarsınız. Mademki üzerine titrediğiniz Türk ekonomisi ile ilgili kaygılarınız var, niçin ona "bugün izlemesi gereken" somut bir yol göstermezsiniz? Uyanık kalmak veya tetikte durmak gibi sıfatsal önerileri herkes meşrebine göre anlıyor. Mesela hükümet bunu "Türkiye’ye sıcak para girişi aksamasın" diye anlıyor ve petrol şeyhlerine gidip, aman bize para yollayın diye yalvarıyor. Merkez Bankası, ikazınızı "yüksek faize devam" diye tercüme ediyor. Avrupa Birliği, Türkiye sıkıştı, Kıbrıs ve Güneydoğu’da "siyasi açılım (?)" yapsın, biz onlara para yollayalım şeklinde tavır koyuyor. Sizin "Ey Türkiye! Tetikte dur" demekten de maksadınız bunları duymak mı? Yoksa ileride kötü bir şey olursa "ben demiştim zaten" demek için mi bizi ikaz ediyordunuz?
Türk ekonomisinin derdi "cari açıktır". Temel sebebi de "yüksek faiz-düşük kur" politikasıdır. Açığın doğrudan sermaye girişleriyle veya reel sektör borçlanmasıyla kapatılmış olması önemli değildir. Sonuçta dışarıdan gelen her para bir yükümlülüktür/borçtur. Yabancı bankaların hazırladıkları, sayılarla Türk ekonomisi raporlarında yer alan "External Debt" yani "Dış Borç" rakamına, yatırım için gelen dövizler de dáhil ediliyor. Üstelik "ucuz döviz" yüzünden Türkiye’den sermaye çıkışları hızlandı. Oyak bile banka satarak elde ettiği 3 milyar dolarıyla dışarıda yatırım fırsatı kovalıyor. Dış borç toplamı, kriz yılı 2001’de 113 milyar dolar iken şimdi 250 milyar dolar. Bunun 160 milyar doları reel sektörün borcu. Şimdi tehlikeli diye nitelendirdiğiniz bu tablonun oluşmasında sizin etkiniz hiç mi yok. Bu hükümete de "bizim sözümü dinlemediler" diyebilir misiniz? Daha ne yapsınlar? İktidara yol gösteren "1920’lerden kalan mandacı aydınlarımız", iktidara mütemadiyen korkmayın "IMF’nin ve AB’nin sopasının vurduğu yerde gül biter" deyip duruyor. Tanrının ipini boş verin AB’nin ipine tutunun diye akıl veriyor. İş adamlarımız, "IMF arkamızda; zaten borç yiğidin kamçıdır" inancıyla dışarıdan borçlanıyor. Bunlar sizin telkininiz değil mi? Şimdi nereden çıktı bu "özel sektörünüzün borcu çok, tetikte durun, ekonominiz kırılgan" eleştirisi. Haksızlık, vallahi haksızlıktır bu.
Son Söz: Fazla borç, insanı borç arsızı yapar.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
TOPLU Konut İdaresi (TOKİ) genel müdürü, kurumlarına iş yapan müteahhitlerin bir kısmının, artan maliyetler ve düşen satış fiyatları yüzünden zora düştüğünü söyledi. Hatta bazı müteahhitlerin mealen "çözüm ya müdür!"diye kapımda yatıyor dedi. Hiç yadırgamadım; eskiden de zora düşen müteahhitler kapılarda yatar ve hatta ağlardı. Müteahhit elin taşıyla, elin kuşunu vurmaktır. Müteahhitliğe girişecek kişinin esas sermayesi para değil, cesareti aşan cüreti ve ihale makamıyla ilişkileridir. En iyi ilişki "bir mühendis içerde-bir mühendis dışarıda"şeklinde organize edilendir. Müteahhitliğe soyunmaya karar veren genç bir girişimci, meslek büyüğüne sorar: Ağabey, müteahhit olmak için kaç paraya ihtiyaç var? O da; mukaveleye yapıştırılacak pulun parasıyla, temel atma töreninde kesilecek kurbanın parasını denkleştir, yeter der. Bu, böyle bir iştir.
* * *
Taahhüt sektörünün temel iktisadi meselesi "fiyat"teşekkülüdür. İhaleye çıkan işler, pazarı olan bir ürün değildir. Dolayısıyla ortada teşekkül etmiş bir piyasa fiyatı yoktur. İhale bedelini, yani fiyatı oluşturmak için bir mekanizma tasarımına ihtiyaç vardır. Bilinen mekanizma "müteahhidi müteahhide kırdıran" ihale sistemidir. Bu sistem, ihale fiyatının "zarar etme" noktasında teşekkül etmesi sonucunu doğurur. Buna karşı müteahhitler de ihale bedelinin "kár etme" noktasında teşekkül etmesi için "İnci Baba Mekanizması"nı geliştirmiştir. Eğer danışıklı fiyat atma anlamına gelen bu mekanizması çalışmazsa, müteahhit işi zararına alır. Sonra, proje değişiklikleri, ilaveler ve fiyat artışlarıyla işi kára geçirmeye çalışır.
* * *
Devlete müteahhitlik yapmadan zengin olan iş adamı yoktur desem hata etmiş olmam. İhale denince akla, kamu inşaatları gelir. Hálbuki kamunun çok geniş satın alma ihaleleri de vardır. Bunlarda da fiyat teşekkülü ciddi bir sorundur. Türkiye’de Cumhuriyetle başlayan Müslüman kapitalist sınıfın doğuşu ve yükselişinde devlet ihalelerinin payı büyüktür. Yukarıdaki cümlede geçen Müslüman kelimesi gayrimüslim olmayan anlamındadır.
* * *
Bakışta çok kolaymış gibi gelen ihale yoluyla iş yaptırma, yolsuzluklara en açık süreçtir. Gerek ihale sistemiyle doğru müteahhidin seçilmesi, gerekse seçilen müteahhidin işi zamanında ve keşif bedeli içinde bitirmesini sağlamak çok zordur. Ancak imkánsız değildir. Özel sektörde ihale yoluyla iş yaptırılırken ortaya çıkan ihtilaflar, nadiren mahkemeye gider. Üstelik yolsuzluk da nispeten az olur. Ancak devlette olay, bunun tam aksidir. Hem yargıya intikal eden ihtiláf, hem de yolsuzluk çoktur. Çünkü kamunun ihale mekanizmasının esas işlevi "geçici siyasi iktidarı, servet edinme yoluyla kalıcı iktisadi iktidar" haline dönüştürmektir. İktidara gelen siyasilerin ve onların bürokratlarının gündemlerindeki ilk madde "biz de yolumuzu bulalım"dır. İhale sisteminin iyi çalışması için çare iyi bir ihale kanunu yapmak değildir. Çare, süper yetkilerle donatılmış, servetinin hesabını verecek "usule uygun değil, esasa uygun iş yapan" yöneticileri iş başına getirmektir. İşte taş gibi bir hukuk sorusu.
Son Söz: Zengin, müteahhit olmaz; müteahhit, zengin olur.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2008
ÖNCE geçen hafta gazetemizde çıkan haberi hatırlatacağım. Haberin başlığı şöyleydi: "Bodrum’un kazandırdığı dövizin 10’da 1’i altyapı için ayrılsaydı bu olmazdı." Olan şuydu: Bodrum ilçesine bağlı Yalıkavak Beldesi’ndeki 1.Derece doğal ve sit alanında, Akdeniz foklarının da üreme ve yaşama sahası olan Paşa Koyuna vidanjörler lağım sularını boşaltıyormuş. Haberi hazırlayan gazeteci, tiksinti veren bu uygulamaya nasıl son verilebileceğini anlamak için sorumlu belediye başkanına gidiyor. Başkanın mealen şunları söylüyor. Yaz aylarında nüfusu bir milyonu aşan yarımadanın, özellikle sahil kesimlerindeki altyapı sorunlarını çözmeye belediyelerin parasal gücü yetmiyor. Bodrum’un kanalizasyon sorununu devlet çözmelidir. Bunu 30 yıldır ilgili bakanlara anlatıp duruyoruz. "Bodrum’un bu ülkeye kazandırdığı dövizin onda biri altyapıya ayrılsaydı, bugün bu sorun olmazdı."
* * *
Yukarıdaki açıklamada yer alan "Bodrum’un ülkeye kazandırdığı döviz" ifadesini irdelemek istiyorum. Çünkü bu ifade, çok tehlikeli bir yanlıştır.
1.Bodrum, "ülkeye" yani merkezi hükümete döviz kazandırmamıştır. Turistlere hizmet ederek veya mal satarak kazanılan para (döviz veya Türk Lirası) Maliye Bakanlığı’nın kasasına değil, Bodrum’da iş yapanların kasasına yani cebine girmiştir.
2.Dövizi (döviz bozdurulmuşsa TL’yi) devlet değil, Bodrumlular kazanmıştır. Devlet, Bodrum belediyesine yardım edebilir. Ancak, kanalizasyon altyapısını inşa etme mecburiyeti, Bodrum’un yabancı turiste de hizmet ettiği gerekçesiyle merkezi hükümete yüklenemez.
3.Kaldı ki, Bodrum’un altyapı yatırımları için gerekli paranın kaynağı sadece yabancı turistlerin harcadıkları paralar da olamaz. Belediye başkanının mantığını kullanırsak, yerli turistlerin veya Bodrum’u mesken tutmuş çoğu İstanbullu Türklerin Bodrum’da harcadıkları paraların da onda biri, kanalizasyon yatırımlarına tahsis edilmelidir.
4."Ülkeye döviz kazandırma" yıllardır dillerden düşmeyen bir iktisadi efsanedir. Bu, imtiyaz talep etme anlamı içeren bir tuhaf övünme ifadesidir. Belki de ülkemizde inatla uygulanan "düşük kur" politikası yüzünden, döviz kazandıran faaliyetler genellikle zarar yarattığı için bu söz haklılık kazanmaktadır. Bu olumsuz şartlar altında gerçekten katma değer ihraç edenler takdir edilmelidir.
5.Kayıtlara bakılırsa, ülkeye en çok dövizi mal ihracatçıları kazandırmaktadır. Acaba ihracatçıların ülkeye kazandırdığı (?) dövizin onda biri hangi altyapı yatırımına tahsis edilmelidir?
6.Ülkeye döviz kazandırıyoruz söylemi, Almanya’da çalışan Türklerin, Türkiye’deki ailelerine para yollamaya başladığı yıllarda doğmuştur. O zaman da "işçilerin yolladıkları dövizlerin çarçur edilmeyip, ülkede fabrikalar kurulması önerilmişti". Sanki yollanan dövizlerin Türk Lirası karşılığını işçilerin aileleri yememiş veya işçiler bu paraları gayrimenkule yatırmamış gibi "nerede ülkeye yolladığımız dövizler" diye devletten hesap sorulurdu.
Son Söz: Kişinin ülkeye kazandırdığı, ödediği vergidir.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2008
EKONOMİ yazılarının çoğunu eskiden üç başlık altında toplardım. 1. İndi çıktı üzerine geyik muhabbetleri.
En sık ve en kolay yazılan tür budur. Hele, hele internet denilen canavar çıktıktan sonra en eski tarihi kayıtlardan, en son dakika verilerine kadar her şey el altındadır. Dolar indi, dolar çıktı; borsa indi borsa çıktı; faiz indi faiz çıktı diye dünya piyasalarından bir tur atıldı mı sayfa doldu bile. Sonuna "nakitte kal, ama fırsatı da kaçırma" gibi sade suya bir çorba servis ederseniz makale dadından yenmez vallahi. İstatistik yazıları da bu kategoriye girer. Çok şükür Türkiye İstatistik Kurumu her gün bir sonuç açıklıyor. TÜİK, Merkez Bankası veya Hazine sitelerine girip, orada yer alan son bilgileri özetlerseniz, ortaya kendiliğinden güncel bir makale çıkmış olur. Bilhassa, fiyatı çok artan kalemlerin fiyatı, o kadar artmamış olsaydı, enflasyon bu kadar yüksek çıkmazdı açıklamaları çok mantıkidir.
2. Meslektaşlara nispet mektuplar.
Bu tür yazılarda mutlaka kafadan bir giydirme gereklidir. Mesela günümüz koşullarında "başkaları kriz çıkmaz derken, biz herkesten önce bu sütunlarda kriz çıkar demiştik" çok hoş bir girizgáh olur. Özellikle içerlediğiniz bir yazar meslektaşınız varsa, yazı yazarken onun yüzünü fotoğraf hafızanıza getirip, tuşlara basmakta yarar vardır. Malum, öfke bir hitabet sanatı olduğu kadar, bir yazı sanatıdır da. Meslektaşlara mektup yazarken, okurların anlamayacağı kısaltmaları kullanmak ve en son çıkan yabancı makalelere ve kitaplara atıfta bulunmak çok etkileyicidir.
3. Yetkililere ve ilgililere tavsiyeler.
Bu tip yazılar daha ziyade "bürokrat-siyasetçi" ekseninde bürokrat yanlısı olarak kaleme alınır. Ben şimdiye kadar izlenecek herhangi bir ekonomik politika konusunda, siyasetçi ile bürokrat arasında bir görüş ayrılığı varsa, köşe yazarının "siyasetçi haklı, bürokrat haksız" diyenine rastlamadım. Muhtemelen de gerçek budur. Çünkü siyasetçi, toplumu değil, seçmenini; uzun vadeyi değil, gelecek seçimleri düşünür. Ama yine de bürokratların her vakada siyasetçilerden daha doğru analiz yapıp, daha doğru senteze varmış olması da mümkün değildir. Ancak sızdırma ve atlatma haber için, bürokratın kollanıp, arada bir yağlamasında yarar vardır.
* * *
Son zamanlarda, gazetelerde okuya geldiğim ekonomi yazılarına, yeni bir tür daha ilave edildiğini fark ettim. Bunlara da "brokoli yiyin, jimnastik yapın" diyen hekimlerden mülhem "Sağlıklı Ekonomi Yazıları" adını uygun buldum. Bu tür yazılarda, kimsenin karşı çıkamayacağı tavsiyeler yer almaktadır. Yazılar ister bürokrat, ister siyasetçi olsun yetkililerden "gerekli önlemleri geciktirmeden almaları" tavsiyesiyle bitirilmektedir. Bu yazılarda "bütçe denk olmalı", "büyümeden fedakárlık etmeden enflasyon düşürülmeli", "cari açığın, kırılganlık yaratmasına izin verilmemeli", "kamuda israf önlenmeli", "sanayide verimlilik arttırılmalı", "sosyal güvenlik reformu yapılmalı", "mali kesimde riskler iyi denetlenmeli", "yolsuzluğa izin verilmemeli", "siyasi gerginlikler azaltılmalı" her biri gibi altın değerinde kimsenin akıl bile edemeyeceği tavsiyeler yer almaktadır.
Son Söz: Sakıncası olmayan tavsiyenin, faydası da yoktur.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2008
BİRBİRİNE benzediği için, birbirleriyle çok karıştırılan üç kavram vardır:<br><br>1. Hayat pahalılığı, 2. Fiyat artışları, 3. Enflasyon. Bu kavramları eskiden sık, sık irdelerdim. Son zamanlarda hemen hiç değinmedim. Pazar günü Asaf Savaş hocanın Vatan’daki makalesini okuyunca, yeni bir yazı yazmanın sırası geldi dedim. Asaf Hoca, çok yararlı bir çalışma yapmış. Geçen bir yıl içinde hızla artan gıda fiyatlarının "uzun bir süredir" düşmekte olan enflasyona etkisini irdelemiş. Vardığı sonuç şu: 1994 yılı başlangıç kabul edilirse, gıda fiyatlarındaki fiyat artış hızı (yüzdesi), TÜFE’den yani ölçülen enflasyondan düşüktür. Son bir yıl içinde artmış haline rağmen, gıda maddelerinin fiyatları hálá 1994 teki seviyesinin nispi olarak %10 altındadır. Yani gıda fiyatları, enflasyonun düşmesine olumlu katkı yapmıştır. Bugünlerde yaşanmakta olan artışın, önümüzdeki yılların enflasyonuna hangi yönde etkileyeceği ise belirsizdir. Çünkü dalgalanma hálá "normal" aralık içindedir.
* * *
İster kapitalist, ister "özgür girişimci" deyin, içinde yaşadığımız, serbest pazar ekonomik düzeninin dayandığı temel kural, fiyatların serbestçe oluşmasıdır. Yani bu sistemin kendinden beklenen iyi sonuçları sağlaması isteniyorsa, mal ve hizmet fiyatların birbirine göre nispi olarak değişmesi gerekir. Yukarıdaki cümlede kullanılan "iyi" sıfatının anlamı, halkın refahının artmasıdır. Fiyatlar nispi olarak değiştikçe, üreticilerin piyasaya arz edeceği veya tüketicilerin piyasadan talep edecekleri miktarlar da değişir. Böyle denklik kendiliğinden sağlanır. Olağanüstü doğa şartlarının sebebiyet vermesi dışında, tarım ürünleri dáhil hiçbir malı bulmakta sıkıntı olmaz. Aksine, nasıl dümeni kilitlenen gemi kayalara çarparsa; tüketicileri korumak veya üretimi tanzim etmek amacıyla fiyatları "kilitleyen" yani narha tabi tutan ekonomilerde arz veya talep yönlü krizler oluşur.
* * *
Serbest Pazar ekonomisinin sağlığı;
1. Fiyatların inip çıkma özgürlüğüne,
2. Ama enflasyon olmamasına bağlıdır.
Peki, fiyatlar mesela gıda maddelerinin fiyatları artınca, enflasyon artmayacak mıdır? Cevap hayır artmayacaktır. Ya da artmayabilir. Enflasyon, fiyat genel düzeyinin "sürekli" artmasıdır. İnsanı yanıltan husus, enflasyon ölçümü diye, fiyatlar genel düzeyinin artmasını ölçen endekslerden başka bir ölçüm yöntemi olmamasıdır. Onun için fiyat artışları ile enflasyon ilk bakışta aynı şey zannedilir. Hálbuki enflasyon bir "sarmaldır". Buna "fiyat-kazanç" sarmalı da denir. Eğer halk, artan fiyatlara rağmen tüketim kalıplarını değiştirmemek için nominal kazancını arttırmayı dener ve bunu başarabilirse, işte o zaman "fiyat artışları, enflasyona dönüşür". Nasıl döviz fiyatları artışının getireceği fiyat artışları, mutlaka enflasyonu arttırmazsa, gıda fiyat artışları da enflasyonu arttırmayabilir. Fiyat artışlarının yani TÜFE’deki yükselmenin, enflasyona dönüşmesi şart değildir. Zaten hüner de buna izin vermeyen para ve maliye politikasını izlemektedir.
Son Söz: Zam, tüketimi azaltıp, üretimi arttırmıyorsa, enflasyonu arttırtır.
Yazının Devamını Oku