9 Temmuz 2008
BUNDAN 50 yıl önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okurken Fuat Çobanoğlu hocamız İngilizce olarak bize şu soruyu sormuştu. "Being" ile "becoming" arasındaki fark nedir? Bu iki kavramı Türkçeye çevirmek gerekse, birincisine "olmak" ikincisine "oluşmak" denebilir. Olmak, hem bir başlangıç hem de bir sonuçtur. Oluşmak ise bu iki nokta arasındaki süreçtir. Tıbbiyeyi bitiren kişinin unvanı doktordur. Aslında kişinin doktorlaşma süreci, unvanını aldığı günden başlar. Belki de hiç bitmez. Bu analiz, diploma gereken veya gerekmeyen her meslek için geçerlidir. Daha genel kapsamlı bir örnek vereyim. Çocuk doğuran kadına anne denir. Ama kadında anneleşme süreci, çocuk doğurduktan sonra başlar. Belki de bedenen anne olanlar hiçbir zaman ana olamaz.
* * *
Hayatın kendisi olan iktisatta neyin olup bittiğini ve neyin "oluştuğunu" birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü dünya ekonomisi hem sürekli bir şeyler doğurur, hem de sürekli bir şeylere gebedir. Bugünlerde "kriz" oldu mu (doğdu mu?) konuşuluyor. Ben de dünya neye gebe onu merak ediyorum. Gözlemim, yaşanan süreçte "dünya milli gelirinin yeniden dağılımı" tabi tutulduğudur. Petrol ve ham madde fiyatlarındaki artışların sebebi budur. Çünkü her yeni fiyat artışı, bazıları için gelir azalması, bazıları için gelir artışıdır. Sonunda başta Çin olmak üzere çalışkan ve üretken ülkelerle doğal zenginlikleri olanların "reel gelirleri" artacak, başkasının parasıyla yaşam düzeyini arttırmayı hedefleyen milletlerin "reel gelirleri" düşecektir. Yeni denge burada teşekkül edecektir.
* * *
Zaten insanlık kurulduğundan beri kişiler ve toplumlar, dünya nimetlerinden daha fazla pay almak için uğraşmıştır. Bütün savaşların toprak kazanma savaşı olması bu yüzdendir. Toprak, yeraltı ve yer üstü zenginliklerin tümü demektir. Toprak, geliri yaratan "dört" faktörden arzı en kısıtlı olanıdır. Geliri yaratan diğer faktörlerden emek, fakir ülkelerde boldur. Sermaye ise, sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamalar kalktıktan sonra en hızlı yer değiştiren üretim faktörü olmuştur. Dördüncü üretim faktörü KOT (knowledge, organization, technology) yani "bilgi, örgüt ve teknoloji" yurt dışı eğitim imkánları ve bilişimdeki gelişmelerle bollaşmıştır. Ayrıca, düşük maliyet peşinde koşan, KOT birikimi yüksek firmalar, ucuz emek sunan ülkelerde fabrika kurarak bunu yaygınlaşmıştır.
* * *
Doğal zenginlikler bir yana bırakılırsa, gelişmiş milletlerin zengin olmasının sebebi, onların geri kalmış milletlerden daha çok KOT birikime sahip olmalarıydı. Bu faktör bollaştığına göre, kıt üretim faktörü olarak geriye sadece, başta petrol olmak üzere ham madde kalmıştır. Fiyatlar bu yüzden artmaktadır. Ancak kavga bitmemiştir. Geliri azalan milletler buna tepki verecektir. Bu yüzden yeni denge noktası "daha yüksek fiyat düzeyinde" "daha düşük büyüme" noktasında oluşacaktır. Bu gidişi değiştirecek tek şey, yeni bir enerji kaynağı bulunmasıdır.
Son Söz: Siyaseti, ekonomi; ekonomiyi, teknoloji belirler.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2008
"THE Economist" adlı İngiliz dergisinin bu hafta kapaktan verdiği ana konu, Zimbabwe devlet başkanı Mugabe’nin görevden nasıl uzaklaştırılacağıdır. Önce Zimbabwe ve Mugabe hakkında kısa bir bilgi sunayım. Zimbabwe’nin adı, eskiden Rhodesia idi. Çünkü bu devlet, 1880’de adı Cecil John Rhodes olan Güney Afrikalı büyük madenci ve siyasetçi (pek tabii beyaz) bir kişi tarafından kurulmuştur. Madenci, kurduğu devlete "Rhodes’un Ülkesi" anlamına gelen Rhodesia demiştir. Siyah Afrikalılar, 1960’lerdan itibaren, komünist devletlerin de yardımlarıyla, beyazların hákimiyetine dayalı yönetimleri birer, birer devirdi. Zimbabwe’de halen iş başında bulunan 82 yaşındaki Robert Mugabe eski bir gerilladır (veya özgürlük savaşçısıdır). Mugabe, beyazlara çok çektirmiştir. Başarısız bir diktatördür. Doğal kaynaklar bakımından zengin olan ülke, bugün "parasal olarak" müflistir. Enflasyon yıllık % 2 milyon 500 bin düzeyindedir. Halkı yoksulluk çekmektedir. Dergiye göre, ülkenin iktisaden toparlanması için 10 milyar dolarlık bir desteğe acilen ihtiyaç vardır. Ama önce Mugabe halledilmelidir.
* * *
Derginin başyazısından, Mugabe’nin görevden uzaklaştırılmasına Batılı büyük devletlerin çoktan karar verdiği anlaşılmaktadır. Büyük devletler, küçük devlerin iç işlerine karışmayı ezelden beri kendi yetkisi içinde görür. Şimdi de Mugabe’nin nasıl halledileceğini alenen konuşuyorlar. Yollardan biri askeri müdahale ile Mugabe’nin işini bitirmekmiş. Bu makaleyi okurken düşündüm. Niçin biz Türkiye’de, Zimbabwe’nin kötü adamı Mugabe, nasıl kovulur meselesi hiç tartışmıyoruz? Aynı soru dünyadaki 200 ülkenin 190’ı için de sorulabilir. Mesela Arjantin, Pakistan veya Meksika’da Mugabe’nin, Zimbabwe’nin devlet başkanlığından indirilmesi, gerekirse öldürülmesi hiç gündeme gelmiş midir? Gelmişse Arjantin veya Pakistan veya Meksika hükümetleri kendilerine bu "durumdan" bir "vazife" çıkarmış mıdır?
* * *
Buradan bugünkü "Dünya Düzeni"nin bizi ilgilendiren yanına geçmek istiyorum. Türkiye’nin nasıl ve kimler tarafından yönetileceği şüphe yok ki, İngilizleri ve diğer büyük devletleri, Mugabe’nin kovulmasından daha fazla ilgilendirir. Netice itibariyle Afrika’da küçük bir ülke olan Zimbabwe, (eski bir İngiliz kolonisi olsa bile) dünya siyaseti için Türkiye kadar önemli değildir. Öyleyse Türkiye’nin yönetimiyle ile ilgili kararlar "büyük devletler" tarafından çoktan alınmış olmalıdır. Güncel soru, alınan kararların icrası için hangi mekanizmaların tasarlanmış ve devreye sokulmuş olduğudur? Mesela ABD’nin, Avrupalılara, Türkiye’yi AB’ye almaları için baskı yapması bu mekanizma tasarımının bir parçası mıdır? Hakeza Kuzey Irak’a ABD desteğinde yapılan başarışlı askeri harekát da bu tasarıma dáhil midir? Alınan siyasi kararların Türk ekonomisi üzerindeki izdüşümü nedir? Mesela iktisaden çok başarılı bir 6 yıl geçirmiş olmamıza rağmen, 2001 krizi öncesi gibi "yurt dışından para gelmezse, ekonominin hali yamandır" noktasından bir türlü uzaklaşamamış oluşumuz bir tesadüf müdür? Yoksa önümüzdeki bu tablo, tamamen bizim kendi bilinçli tercihimiz midir?
Son Söz: Güçlülerin dış işleri bakanlıkları, güçsüzlerin "içişlerine" bakar.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2008
UYGULANAN "sözde" yüksek faiz politikasıyla, ekonomi soğutulacak yani milli gelirin düşük hızda artmasına razı olunacak, ama ulusça yapılacak bu fedakárlığa karşılık ekonomide fiyat istikrarı sağlanacaktı. Ne mutlu ki, büyümeden fedakárlık edilmeden enflasyon düştü. Burada bir an durup bir "durum muhakemesi" yapmak gerekmez mi? Nasıl oldu da bu çifte başarı sağlandı? Ya yüksek faiz politikası uygulanmadı ya da iktisatta böyle bir ödünleşme kuralı yok. Oysa iktisat büyüklerimiz bugünlerde, büyümeden fedakárlık etmeden fiyat istikrarı sağlanamaz diyor. Demek ki "büyüme ile fiyat istikrarı" arasında bir ödünleşme olduğuna hálá inanılıyor.
Benim değerlememe göre, Türkiye’de yüksek faiz politikası, ekonomi soğutmak için değil, döviz fiyatlarını baskı altında tutmak için uygulandı. Bunun da anlaşılmayacak bir yanı yok. Çünkü Türkiye, bir "devalüasyon-enflasyon" kısır döngüsüne girmişti. 2000’nin başında bu kısır döngüyü kırmak için, IMF’nin tekiniyle adı açıkça konarak "Kur Çapası" sistemine geçildi. Sistem, özellikle bankacılık kesimindeki ahlaki zafiyet yüzünden çöktü. Çapa taradı; kriz çıktı. Krizden sonra "sözde dalgalı kur"a geçildi. Ama para politikasını yapanlar, fiyat istikrarını sağlamanın tek yolunun "dalgalanmayan kur" olduğuna inanmaya devam etti. Bu aslında düpedüz kur çapası demekti. Bir önceki programa benzemesin diye uygulanan politikaya mesela "esnek kur çapası" gibi bir isim de verilmedi. Soranlara sürekli, "kur hedefi yoktur" denildi. Ama kurlar yukarı oynar oynamaz, "faiz silahı" çekildi döviz fiyatları düşürüldü. Çünkü uygulanan "örtülü kur çapası" sistemi, dövizdeki fiyat artışına aldırmazlık edemezdi.
* * *
Bu politika katılaşarak devam ediliyor. Çünkü enflasyonu mümkün mertebe düşük tutmak için elde döviz fiyatlarını bastırmaktan başka bir alternatif yok. Türkiye’de döviz fiyatları, uzun bir süredir reel olarak düştüğü için cari açık büyümeye devam ediyor. Enflasyon ise yüksek fiyatlı petrol ve diğer emtianın ithalatıyla yükseliyor. Yani yüksek ithalatla "yüksek enflasyon" da ithal ediliyor. Diğer taraftan Düşük döviz fiyatları sayesinde, yatırımlarını döviz kredileri ile finanse eden iş álemi için "reel faiz" sıfırın altında teşekkül ediyor. Bu da iç talebi teşvik ediyor. Üstelik fonlama dışarıdan yapıldığı için, sistemde para arzı artmış oluyor. Böylece YTL’ye yüksek faiz uygulanırken "düşük döviz faizi" ve "bol yabancı para" ile dünyanın en gevşek para politikası uygulanmış olunuyor. Soru: Nereye kadar? Saadet zinciri kopunca, önümüzdeki günlerde "hem enflasyon yükselmesi, hem de büyümede duraklamayı" mı göreceğiz?
* * *
İstatistik Kurumu hesaplarına göre toplam iç talep (tüketim artı yatırım) 2008’in ilk üç ayında, 2007’in aynı dönemine kıyasen yüzde 8.1 artmış. Bundan cari açık ve stok düzeltmeleri düşülünce Gayri Safi Yurt İçi Hásıla’nın yüzde 6.6 artığı anlaşılıyor. Bu çapta kuvvetli bir iç talebi, izlenen para politikasının teşvik ettiği açık. Ancak bu iç talep artışının fiyat istikrarı açısından uygun olduğu söylenemez. Sakın YTL’nin yüksek (dövizin düşük) faizi, başbakanın dediği gibi enflasyonu körüklüyor olmasın?
Son Söz: Tersini düşünemeyen, kendi fikrini irdeleyemez.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2008
BU yazı, "enflasyonun sebebi, yüksek faizdir" diyen Başbakan’la, "faizin yüksek olmasının sebebi, enflasyondur" diyen Merkez Başkanı arasındaki sağırlar sohbeti hakkındadır. Biri, yılların merkez bankacısı ve emrinde onlarca uzman iktisatçı bulunan bir başkan, diğeri AB’nin ve ABD’nin "en fazla himayeye" layık gördüğü karizmatik bir başbakan. Her iki şahsiyet aynı resme, yani Türk ekonomisine bakıyor ve birbirine taban tabana zıt iki "sebep-sonuç" bağlantısı çıkarabiliyor. İkisi de kendine göre haklı olduğuna göre, karşılarında "anasını doğuran kız" denebilecek bir mekanizma duruyor. Doğrudur; hayatın kendisi olan iktisat, içinde "kendi kendini yaratan" pek çok mekanizma barındırır. Bunun İngilizcesinin "self generating mechanism" olduğunu da ilave edeyim.
Bu yazıyı okuduğunuza göre, önceki yazılarımın bazılarını okumuş olmalısınız. Dolayısıyla benim yüksek faize ne denli karşı olduğumu biliyorsunuz. Yüksek faizin muzırlığı konusundaki kanaatim o kadar muhkem ki, adeta inanç haline geldi. Yüzelli yıldır "dışarıdan para gelmezse kalkınamayız, batarız hatta aç kalırız" diye beyinleri yıkanmış olanlar "ekonominin ölümü yüksek faizden olsun; yeter ki dışarıdan para akışı durmasın" derken, ben de "yüksek faizden gelecek hayır, Allah’tan gelsin" diyecek kadar bu zıkkım para politikasına karşıyım.
* * *
Merkez Bankası başkanı "enflasyonu düşürmek için büyümeden fedakárlık edilmelidir. Yoksa hem büyüme durur hem de enflasyon patlar" diyerek yüksek faizi savunmuş. Peki, 2002’den beri Türkiye’de bunun tam tersi yaşanmadı mı? Yani hem milli gerimiz yılda yüzde 7 gibi çok hızlı bir şekilde büyüdü; hem de enflasyon yüzde 70’lerden tek haneli seviyeye düşmedi mi? Merkez Bankası yöneticileri alınan bu başarılı sonuçtan kendilerine bir pay çıkarmıyor mu? Başarının tüm şerefi, sıkı maliye politikası uygulayan neşeli Maliye Bakanımız Unakıtan’a mı ait yani? Yoksa Merkez Bankası, büyümeyi yavaşlatmaya çalıştı da başarılı olamadı mı? Bu yüzden mi şimdi enflasyon da bir artış ortaya çıktı? Yoksa son 6 yılın "hem enflasyonu düşürdük, hem de büyüdük" diye özetlenen başarı hikáyesini, bizim dahlimiz olmayan "yurt dışı dinamiklerin" bir lûtfu olarak mı görüyor.
* * *
Karar teorisinde temel bir kural vardır. "Sorunu tanımlanmadan, çözüm tasarlanamaz". Sorunu tanımlamak çok zordur. Çünkü sorunlar hiçbir zaman çıplak gözle görünmez. Çıplak gözle görünen, sorunun kendi değil belirtileridir. Buna tıpta "semptom" deniyor. Vücut sıcaklığının yükselmesi yani ateş, bir sorun (hastalık) değil, bir hastalık belirtisidir. Ateş, vücut için bir rahatsızlıktır. Hatta giderek bizatihi soruna dönüşebilir. Enflasyon da bir semptomdur. Ekonomi için bir rahatsızlıktır ama sorununun kendi değildir. Akla ilk gelen sebep, bütçe açıklarıdır. Çaresi bütçe açıklarını kapamaktır. İstikrar tedbirleriyle bütçe açıkları kapandıktan sonra "yüksek faiz" politikasında ısrar faydasızdır. Hatta tam tersi sonuca, yani enflasyonda artışa sebep olabilir. Başbakan haklıdır.
Son Söz: Her iddia, bir savunmadır.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2008
ÜLKEMİZİN borusu en gür öten sivil toplum kuruluşlarının başında, açık ara Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) gelir. 1970’lerde kurulduğundan beri bu böyledir. Türk ekonomisiyle ilgili olarak fikrine başvurulacak kişilerin başında da Kemal Derviş vardır. TÜSİAD önemli bir kuruluştur. Çünkü hem gücün kaynağı olan paraya sahip büyük sermaye gruplarını temsil eder, hem de sorumlu davranır. İktisatçı Dr. Kemal Derviş de önemli bir kişidir. Bunun kanıtı, sadece kendisinin halen Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın kalkınma bölümünün başında olması değildir. Derviş, Türkiye’nin iktisadi tarihinde bir kilometre taşıdır. Hem ender bulunan niteliklere sahip bir insandır, hem de ciddidir. Geçen hafta Derviş, TÜSİAD’da ekonomimiz hakkında bir konuşma yaptı.
* * *
Derviş’in konuşmasında değindiği konuları irdelemek gerekse rahatlıkla birkaç tane köşe yazısı çıkar. Ben bugün bunlardan sadece biri üzerinde duracağım. O da Türkiye’nin daha hızlı kalkınması için tasarruf oranını arttırması gerekir önermesidir. Bu önerme "tasarruf, yatırıma eşittir" tanımını esas alır. İktisaden doğru olan "hızlı kalkınmak için yatırımların milli gelire oranının artması gerekir" önermesidir. Aslında hızlı kalkınmak için daha fazla tasarruf (yatırım) gerekir demek, iyi mahsul almak için toprağa yeterince su vermek şarttır demek gibidir. Bunu bilmek için uzman filan olmaya ihtiyaç yoktur.
Ancak Derviş’in konuşmasında vurguladığı "cari açık vermek, tasarruf açığını kapatmaz" şeklinde özetlenebilecek bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Pek tabii bu ayrıntıyı gündeme getirmemin sebebi, benim bu köşede aynı şeyi sıkça tekrarlamamdır. Bir bakıma Derviş’in konuşmasından kendi tezimi destekleyecek malzeme buldum onu size satmaya çalışıyorum.
* * *
İktisat biliminde yer alan tanımlar ve sebep-sonuç ilişkileri, belli şartlar altında, belli ortamlarda yapılan gözlemleri yansıtır. Bu gözlemlerden biri de "cari işlem açığı eşittir tasarruf açığı" önermesidir. Bu ve benzeri gözlemlerin çoğu, gelişmiş ve parası döviz (hard currency) olan ülkelerde ve uluslar arası sermaye hareketlerinin daha çok reel sektör yatırımlarının finansmanı için cereyan ettiği ortamlarda yapılmıştır. Cari işlem açığı, tasarruf açığına eşittir ifadesi, genel değil özel bir hali yansıtır.
Mesela Türk ekonomisinin halen içinden geçtiği "dalgalı kur altında enflasyon hedeflemesi" şartları içinde bu denklik yoktur. Çünkü uygulanan "ulusal paraya yüksek faiz" şeklinde özetlenecek ortodoks para politikası, ekonomiyi soğutmanın tam tersi sonuç vermektedir. Bu şartlar altında "cari açık, tüketim fazlasına eşittir" demek daha doğrudur. Kemal Derviş işte bu noktaya çok nazikçe (neredeyse dediği anlaşılmayacak kadar hafif bir şekilde) parmak basmaktadır. Nitekim Türkiye’de cari açık artmakta, ama tasarruf açığı kapanmak bir yana, büyümektedir. Derviş de üstüne basa basa "iç tasarruf oranı artmalı" demektedir. Derviş’in eksik bıraktığı husus "iç tasarruf oranı nasıl artar" sorusunun cevabıdır. Bana göre "yüksek faiz-düşük kur" politikası terk edilmeden iç tasarruf artmaz. Siz ne diyorsunuz?
Son Söz: Yatırıma dönüşmeyen tasarruf, tasarruf değildir.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2008
AVRUPA Parlamentosu’nda "parti kapatma" ve "türban yasağı"nın tartışıldığı toplantıda Mesut Yılmaz, Ufuk Uras ve Mehmet Ali Birand düşüncelerini anlatmış. Parlamento’nun Yeşiller Grubu Başkanı Daniel Cohn Bendit (nam-ı diğer Kızıl Daniel) "sizi dinledikçe kafamız karışıyor" demiş. Pek tabii karışır. Hepimizin kafası bazı konularda karışıktır zaten. Hele, hele kafası hepten karışıkların, belli bir konuya açıklık getirmek için yaptıkları konuşmalardan sonra, kafası karışık olmayanların bile kafası karışır. İyisi mi ben size şu "kafa karışıklığı" meselesini anlatayım da kafanız daha da karışsın.
* * *
İnsan zihni, mantıkla çalışır. Mantık yalın bir düşünme yöntemidir. Mantık, bilgi içermez. Bilgiyi, insan zihni gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla üretir. Üretilen bilgiler, biri öznel (subjektif) ve diğeri nesnel (objektif) iki sepette (kümede) toplanır. Birinci kümede değer yargıları yer alır.
Kısaca bu sepette "iyi", "güzel" ve "doğru" tanımları bulunur. İkinci kümede ise doğaya ait veriler ve sebep-sonuç ilişkileri vardır. Doğa ait bilgiler, iktisadi, sosyal ve fizik dünyaya ait tanımlanabilir ve ölçülebilir verileri kapsar. Bu bilgiler eğitim (aile, okul, çevre, hayat tecrübesi ve Google) yoluyla nesilden nesile intikal eder. Edinilen her bilgi doğru değildir.
* * *
İnsan konuşurken veya yazarken, zihnindeki bu iki sepette (kümede) biriktirdiği bilgileri "mantık" kullanarak ifade haline getirir. Her tartışma, her müzakere, her açıklama bir maksada hizmet eder. Son tahlilde maksat, kişinin çıkarlarını azamileştirmesidir. Her sorunun, her cevabın, her önerinin veya her reddin içinde mutlaka hem öznel ve hem nesnel unsurlar bulunur. Tartışmalar, nesnel gibi gözükse de özünde daima özneldir.
Yani konuşan kişi, kendi tezini satmaya çalışken karşı tarafı, hayır diyemeyeceği değer yargılarından birinden yakalamaya çalışarak kendi değer yargısını pazarlar. Pazarlama taktiği olarak, ifadeler ne kadar nesnel bilgilerle süslenir ve mantıki bir biçimde sunulursa, satış şansı o kadar yüksek olur.
Anlatılan tezin doğru olduğuna kani olan dinleyici, sonunda kendisine farklı bir değer yargısı satıldığının veya zihnindeki değer yargılarının "önemlilik sıralamasında" sıra değişikliği yapılmak istendiğinin farkına varabilir. İşte bu duruma "kafa karışması" denir.
* * *
Türkiye Cumhuriyetini kuranlar, o günkü şartlar altında kurdukları bu láik ulus-devletin, ancak "bölücülük" ve "dincilikle" yıkılabileceğini düşünmüşlerdir. Kurucular, kurdukları bu devlet sonsuza kadar payidar olsun istemiştir. Bu amaçla "demokratikleşmeyi" yukarıdaki iki şeye izin verilmemesi kayıt ve şartıyla vasiyet etmiştir.
Ne var ki, demokratikleşme daha ilk günden itibaren eşyanın tabiatı icabı bu iki kısıtın ortadan kaldırılması yönünde gelişmelere yol açmıştır. Parti kapatmalar buradan kaynaklanmaktadır. Bunu anlamak hiç de zor değildir. Zor olan, bu iki kısıt içinde demokrasiyi sürdürmektir. Daha da zor olanı bu iki kısıtlayıcı şartın artık geçerli olmadığını kabullenip yeni bir devlet kurmaktır.
Son Söz: Kafam karışıyor, öyleyse düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2008
TUZLA tersanelerinde bir kısmı ölümle sonuçlanan kazalar "sigorta sistemi" devreye sokularak azaltılabilir. Sistemin nasıl işleyeceğini özetleyim. 1. Tersanelerde çalışan işçilerden kaza sonucu yaralanan veya ölene, bu işçi ister tersanenin sahibi nihai işveren şirketin, ister taşeron firmanın çalışanı olsun, yüklü bir tazminat ödenecektir. Bu ödemeyi tersanenin sahibi şirket yapacaktır. Ölüm halinde, merhumun varislerine ödenecek tazminat şimdilik 5 milyon YTL olacaktır. Diğer kalıcı sakatlıklar için ödenecek tazminat miktarı buna göre olacaktır. Eğer 5 milyon YTL ölüm tazminatı uygulamasından sonra, ölümlü kaza sayısında azalma olmazsa, tazminat miktarı arttırılacaktır.
2. Bu tazminat, Sosyal Sigortaların sağladığı korumaya ilavedir. Bu tazminatı ödemekle mükellef işveren bu riskini sigorta ettirecektir.
3. İşveren şirketin karşı karşıya kaldığı riski yönetmek isteyen sigorta şirketleri, bunun için işverenden işçi başına bir prim talep edecektir.
4. Bu primin hesabında o işyerinde alınmış ve alınacak olan "teknik emniyet" tedbirleri göz önünde tutulacaktır. Doğal olarak bilimsel önlemler almış işveren şirketlerin primleri düşük, laubali şirketlerin primleri yüksek olacaktır. Prim miktarını, poliçenin kapsamına göre, serbest rekabet kuralları içinde, sigorta şirketi hesaplayacaktır.
5. Sigorta poliçesi tanzim edilirken, işveren tarafından alındığı veya alınacağı beyan edilen teknik emniyet önlemlerine, gerek işverenin gerek işçilerin uyup uyulmadığını sigorta şirketlerinin müfettişleri düzenli ve sistematik şekilde denetlenecektir.
6. Denetlemeler sırasında poliçe şartlarına uymadığı anlaşılan işyerlerine, sigorta şirketi, "önlem alın, priminiz arttırılacak veya poliçeniz iptal edilecektir" ihbarında bulunacaktır. Prim artışını kabul etmeyen ve ihmalkárlıkta ısrar edenlerin poliçeleri iptal edilecektir. Kazaya uğrayan işçilerine ödeyeceği tazminatı sigorta ettiremeyen tersaneler ise, sigorta yaptırıncaya kadar kapatılacaktır.
7. İşveren vekili yöneticilerin verdiği eğitime katılmayan ve işyeri çalışma ve iş güvenliği yönetmeliğinde yazılı teknik emniyet önlemlere uymayan, derbeder yaşayışı ve dik kafalılığı yüzünden kazaya davet çıkarır şekilde çalışan işçilerin iş akitleri, ihbarsız ve tazminatsız olarak işveren tarafından feshedilecektir. İşveren şirket, bu faaliyeti tersane işçilerinin üye olduğu sendika, sendika yoksa işçi temsilcileri ve Çalışma Müdürlüğü yetkilileri ile birlikte yürütecektir.
8. İşveren vekili, tersane teknik yetkilisi, vardiya mühendisi ve diğer nezaretçilerin "önlem almayarak kazaya meydan vermek" şeklinde ortaya çıkacak kusurlu davranışlarından doğan cezai sorumluluğu, her kazada savcılık tarafından soruşturulacaktır.
Bu sistem uygulanabilirse, hem ölümler ve yaralanmalar azaltacak hem de sektörde adil rekabet şartlarını tesis edilecektir. Gözünü imar rantı bürümüş sırtlanların, ölümleri vesile ederek, tersanelerin Tuzla’dan taşınmasını teklif etmeleri tiksindirici bir fırsatçılıktır.
Son Söz: Sigortacılığın misyonu, riski ve dolayısıyla primleri azaltmaktır.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2008
ENFLASYON düşürmede kullanılan en yaygın alet, faizleri yükseltmektir. Faizleri yükselmesi, gelişmiş ülkelerde yatırımları caydırma ve taksitli satışların cazibesini azaltma yoluyla ekonomiyi yavaşlatır, yani soğutur. Soğuyan ekonomide fiyat artışı yapmak zorlaşır, enflasyon düşer. Aynı yöntem, sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda, gelişmekte olan ülkelerde uygulanırsa, faizler yükselince ülkeye dışarıdan para akar. Dövizde arz fazlası oluşur, döviz fiyatları düşer. Faizler yüksek, kurlar düşük olunca, ortaya bir düzelme, iki yamulma bir çıkar. Düzelme, "devalüasyon-enflasyon" sarmalına kapılmış azgelişmiş ekonomilerde "kur çapası" etkisiyle enflasyonun düşmesidir. Yamulmalara gelince: Bunlardan birincisi, ucuz dövizin cari işlem açıklarını büyütmesidir. Diğeri de kamunun ödediği reel faizlerin yükselmesi dolayısıyla bütçe açıklarının artmasıdır. Bütçe açığını kapamak için kötü Türkçesiyle "faiz dışı fazla" yani "faiz ödemeleri öncesi bütçe fazlası" vermek şart olur. Ancak "yüksek faiz-düşük kur" kendi yarattığı bu ikiz açığı (cari işlem ve bütçe) kendi dinamikleriyle çözer. Ülkeye giren dövizle, cari işlem açıkları finanse edilir. Döviz sıkıntısı olmaz. İthalat arttığı için, ithalattan ve ithal mallarının iç ticaretinden alınan dolaylı vergilerle, bütçe gelirleri artar. Ciddi bir tasarruf yapmaya ihtiyaç kalmadan bütçe açıkları küçülür. Program gereği yapılan özelleştirmelerle satılan devlet varlıklarından elde edilen parayla da toplam kamu borcu azaltılır. Bu sırada daha fazla sermaye kullanan ekonomi büyür; yani milli gelir artar. Herkesin bildiği "para dışarı-ekonomi aşağı" yerine "para içeri-ekonomi yukarı" mekanizması çalışır. Milli gelir de arttığı için, kamu borcunun milli gelire oranı kendiliğinden iner. Anlattıklarım, son altı yılda dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de elde edilen ekonomik başarının mekanik açıklamasıdır. Tabii, siyasi iktidarların da bu modelin işleyişine olumlu veya olumsuz katkısı olur.
* * *
Aslında kullanılan model bir "saadet zinciri"dir. Modeli tasarlayanların bir "dünyaya geri dönüş planı" olması şarttır. Çünkü hiçbir ülke, sürekli cari açık veremez. Ayrıca seçilmiş bir hükümet, ilanihaye yüksek "faiz dışı fazla" (yani faiz ödemeleri öncesi bütçe fazlası) veren bir maliye politikası sürdüremez. Nitekim bizim hükümet de şimdi "halka hizmet parayla olur" diyerek faiz dışı harcamaları arttırmaya başlamıştır. Ekonomi yavaşlarsa, kendiliğinden küçülür denilen cari işlem açığı, "bünye değiştiği" için büyüme düşmesine rağmen artmaktadır. Zamanında manevra yapılmadığından, yüksek faiz-düşük kur politikasının yarattığı sorunları çözmek için geriye tek bir çare kalmıştır. O da "daha yüksek reel faiz-daha düşük reel kur" uygulamaktır. Bu tam kapana düşmektir. Eğer dünyanın büyük ekonomileri arasında başlamış bulunan "refahın yeniden bölüşümü" kavgası ortaya çıkmamış olsaydı, belki bir süre daha bu modelle çamurda ilerlemeye devam edilirdi. Ama çamur koyulaşıyor. Petrol ve ham madde fiyatlarında ortaya çıkan artışlar bunun bir göstergesidir. Şimdi sıra gelişmiş ülkelerin ürettikleri mallara zam yapmasına gelmiştir. Bu da küresel enflasyonun ta kendisidir. Çamur daha koyulaşacaktır.
Son Söz: Enflasyon, sadece bir parasal olgu değildir.
Yazının Devamını Oku