5 Haziran 2010
DURUM: 2008 yılının son çeyreğinde başlayan küresel kriz (yani dünya milli gelirinin düşmesi) 2009 yılının son çeyreğinde sona erdi. Büyüme başladı.
GÜNCEL SORU: Acaba kriz bitti derken 2010’da ikinci bir çöküntü ortaya çıkabilir mi? İktisadın sosyetik diliyle kriz “duble dip” yapar mı?
LALA TEDBİR NİCEDİR?: Birinci dip, mali piyasaların yanlış işler ve işlemler yapması yüzünden oluşmuştu. Öyleyse, mali piyasa işlemleri daha sıkı “kısıtlayıcı” kurallara bağlanırsa, kriz kâhini Rubini dâhil, pek çok iktisatçının “duble dip geliyor” öngörüsü gerçekleşmez.
* * *
İşte bu ahval ve şerait altında, Almanya, mali piyasalarda yaşanan kur, faiz ve borsa dalgalanmaların şiddetini ve frekansını azaltmak için harekete geçti. Bu maksatla, saf ama tamahkâr yatırımcıların, cingöz spekülatörlerin ve bilhassa banka ve borsa esnafının uyması gereken yeni bir kurallar dizisi yürürlüğe koydu ve koymaktadır. Daha çok “açığa satmalar yasaklanacak” şeklinde verilen bu haberleri, medyadan hep birlikte takip ediyoruz. Muhtemelen, bu kısıtlayıcı kuralların kapsamına, “ipotekli kredi işlemlerini” (mortgage) de dâhil etmek gerekecektir. “Açığa satmak” sahip olunmayan bir malı, ileri bir tarihte teslim edilmek üzere, fiyatı nasıl olsa düşecek, teslim günü malı piyasadan düşük fiyatla alır, alıcıya teslim ederim, aradaki fark da cebime kalır düşüncesiyle alivre satış sözleşmesi yapmak demektir. Bu kabil “spekülatif” yani geleceği kestirmeye dayalı iddialı işlemler, bazı oyuncuların iflâsını kaçınılmaz hale getirir. İflas, dalga, dalga yayılır.
* * *
Kurların, faizin, hisse senedi ve emtia fiyatlarının sık ve/veya şiddetli dalgalanması (inip, çıkması) iktisadi hayatı iki yönden olumsuz etkiler:
- Birincisi, bu iniş çıkışlar, “belirsizlik ortamı” yaratır. Belirsizlik ise “risk” içerir. Risk olan yerde “risk primleri” yükselir. Girişimcinin cesaretini kırılır. Yatırımlar düşer. Yükselen risk primleri “iş yapma maliyetini” artırır. Artan maliyet, talebi düşürür, ekonomiyi yavaşlatır.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2010
27 Mayıs 1960 darbesi yapıldığında, ben ODTÜ’de son sınıfa geçmiştim. Demokrat Parti’ye sempati duyuyordum.
Belki de bu yüzden CHP muhalefetinin, DP’yi çıldırttığı kanısındaydım. İstiklal Harbi kahramanı İsmet Paşa’yı takdir ediyor, ama sevmiyordum. Meclisteki DP’lileri “sizi, ben bile kurtaramam” diye tehdit etmesine çok kızmıştım. Bizim üniversitenin öğrencileri genelde siyasetle ilgilenmezdi. Şahsen, iktidarı protesto eden hiçbir eyleme, ne Ankara’da ne de İstanbul’da katılmadım. (27 Mayıs’tan önce okul tatil edildiği için eve yani İstanbul’a dönmüştüm.) İstanbul Üniversite’sinde okuyan arkadaşlarımla buluşuyor, onların verdikleri (yalan olduğu sonra ortaya çıkan) öldürülen öğrenci sayısına değil, resmi makamların verdiği rakama inanıyordum. 1961’de mezun oldum. Yassıada mahkemeleri sırasında Arçelik’te personel müdür vekili olarak görev yapıyordum. Gazeteciliğe merakım ve amatör deneyimim olduğu halde, mahkemeleri izlemeyi içim kaldırmadı. Öfkeliydim. Kendimce tepki vererek, Yassıada’ya hiç gitmedim.
* * *
Darbe yapılmış, meclis lağvedilmişti. En çirkini Cumhurbaşkanı Bayar, onu korumakla görevli Muhafız Alayı Komutanı tarafından tutuklanmıştı. Milletvekilleri, meclisi dağıtan cuntanın atadığı ve yetkisini onlardan alan yargıçlar tarafından “meclisi çalışamaz hale getirmekle” suçlanıyordu. Bu kara mizah değil, kapkara bir dramdı. Yargıçlar faraza beraat kararı verse, kapanan meclisin tekrar açılması ve herkesin eski görevine iade edilmesi gerekecekti. Bu mümkün değildi. O zaman ne yargılanıyordu? Yassıada’da oynanan tiyatro beni siyasallaşan hukuktan nefret ettirdi. O gün bugündür, Yassıada benzeri bir mahkeme tarafından mahkûm edilmekten korkarım.
* * *
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2010
KILIÇDAROĞLU Kemal Bey’in CHP genel başkanlığına gelişi muhteşem oldu. Tempolu bir macera filmi izler gibi, Baykal’ın affedilmez hatası yüzünden nasıl bir anda “geri dönemez” noktaya geldiğine hep birlikte tanık olduk. Kılıçdaroğlu Kemal Bey’in yıldızı zaten bir süredir parlıyordu. Değişim, bir kıvılcım bekliyormuş. Nitekim CHP kurultayı daha başlamadan bitti. İngilizcede bu kabil oy kaymalarına “heyelan gibi gelen zafer” (landslide victory) denir. Düne kadar Baykal’a rakip çıkamayan CHP’de bir anda “Kılıçdaroğlu Kemal Bey” rakipsizleşti. Siyaset gurusu Demirel’in dediği gibi, “siyasette 24 saat bile uzun bir süredir” ve “demokrasilerde çare tükenmez”.
¡ ¡ ¡
Kılıçdaroğlu, ekonomik krizin sebep olduğu “işsizlik artışı ve yoksullaşma” gibi acıların henüz dinmediği bir ortamda güm diye sahaya çıktı. Halkta, Kılıçdaroğlu iktidara gelse, bu sorunları nasıl çözecek merakı uyandı. Hatta çözse, çözse Kılıçdaroğlu gibi bir “sosyal demokrat” çözer beklentisi oluştu. Kılıçdaroğlu da bu beklentileri tahrik etti. İşsizlik ve yoksullukla baş etmede AKP’den daha başarılı olacaklarını söyledi. Şimdi herkes, gerçekten böyle bir şeyi mümkün mü, toplumun yüzde 70’nin kendini sağda gördüğü bir ülkede, soldayım diyen CHP, bu vaatlerle iktidara gelebilir mi? Ezkaza gelirse, dediklerini yapabilir mi diye konuşuyor. İşte soru budur!
¡ ¡ ¡
AKP’nin dünya ekonomik konjonktürünün yarattığı rüzgârla işlettiği “yabancı para içeri; ekonomi yukarı” adlı büyüme mekanizması 2008’de durmuştu. Hatırlamakta fayda var. 2008 milli gelir büyümesi, nüfus artışının altında kalmıştı. Yani kişi başına milli gelir küresel krizden önce düşmüştü. (Allah aşkına Dolar hesabı ile arttı gibi zırvaları bir kez olsun tekrarlamayın.) Bu söylediklerim, AKP hiçbir bilinçli iktisadi politika uygulamadı; her şey kendiliğinden oldu şeklinde anlaşılmamalıdır. AKP, kamu maliyesini ciddiye almak ve 2001 krizine yol açan ahlâksız bankacılık uygulamalarına büyük çapta son vermek gibi iki önemli başarıya imza attı. Ayrıca, “Menderes-Demirel-Özal” üçlüsünün 50 yıl boyunca uyguladığı kalkınma stratejisini sürdürdü. Bu, inşaat sektörünün çektiği iç piyasaya dayalı büyüme modelidir. Aslında 2009’da küresel kriz çıkması, AKP’nin şansı oldu. Böyle bir ortamda, ekonomisi kendi kusurundan kötüleşen ülkelerle, kriz yüzünden bozulanları ayırt etmek zorlaştı. 2010’da dünyada milli gelir artacaktır. Türk ekonomisi çocuk gibidir. Gece 39 ateşle yanar, ertesi sabah top oynamaya başlar. Bu yıl ekonomimiz hızla toparlanacaktır.
¡ ¡ ¡
Ekonomide söylenmemiş söz yoktur. Kılıçdaroğlu’nun söyleyecekleri de bundan önce söylenmiş şeyler olacaktır. Ancak ekonomi hem siyasi hem de bir insani bilimdir ve tercihler içerir. AKP’nin temsil ettiği zihniyet, kişilerin zenginleşmesine daha fazla “fırsat” yaratır. CHP’nin temsil ettiği iktisadi zihniyet ise “sosyal adalete” ağırlık verir. Fırsat yaratma, girişimciliği besler. Özel girişimciler, milli geliri, kamu girişimcilerinden daha hızlı büyütür. Menderes-Demirel-Özal-Erdoğan mihverinin İnönü-Ecevit-Baykal mihverine üstünlüğü budur. Kılıçdaroğlu, eğer “sosyal adaletçi” tercihlerini, ekonomiyi yavaşlatma pahasına uygulamaya koyarsa, kendisine bel bağlamış kütleleri de memnun edemez. Hüneri, bu ikisini mezcetmek olacaktır.
Son Söz: Etkili muhalefet, iktidara balans ayarı yapar.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2010
Bugünkü konumuz, mali dengeler açısından bir felakete sürüklendiği iddia edilen dünya ekonomisinin halidir. Önce üç kavramı tanımlayalım. 1. Bütçe Açığı: Devletin geliri ile gideri arasındaki farktır. Daha doğrusu, giderlerin, gelirden fazla olması durumunda devletin borçlanması gereken miktardır. Mevcut borçlara ödenen faiz, gelirden düşülmeden bulunan farka “faiz dışı fazla” (veya açık) denir. Faiz ödendikten sonra ortaya çıkan açık, esas “bütçe açığı”dır. Bu açık hesabında çok önemli bir hata vardır. Bu da, ödenen faizin reel olmamasıdır. Doğrusu reel faizi gider yazmaktır. Nominal faizle hesaplanan bütçe açığının milli gelire oranı %3’ü geçmiyorsa, bu durum “sürdürülebilir” kabul edilir. Bütçe açığının hesabında çok ciddi hata veya hile yapılabilir.
2. Cari Açık: Bir ülkenin milli gelir hesabına giren mal ve hizmet üretiminden, yabancılara sattıklarından kazandığı para ile o ülkenin yatırım ve tüketim için harcadığı yabancı mal ve hizmetlere ödediği para arasındaki farktır. Bu hesapta da hata ve hile olabilir, ama en güvenilir gösterge budur. Mesela, yabancılara on yıllık devre mülk satarak, kazanılan para “gelir” sayılabilirken, gayrimenkul satışından gelen para gelir addedilmez. Açık %2’nin altı ise sürdürülebilir.
3. Devlet Borçlarının Milli Gelire Oranı: Devletin kurulduğu günden beri aldığı iç ve dış borçların son bakiyesinin, bakiyenin ait olduğu tarihten önceki 12 ayda o ülkenin yarattığı milli gelire oranıdır. “Devlet” tanımına yerel yönetimler, KİT’ler BİT’ler de girer. Buna brüt borç da denir. Ayrıca Hazine kefaletleri de kamu borcudur. Bunun için devlet borcuna daha çok “Kamu Kesimi Borcu” denir. Bu hesapta da aldatma boldur. Bu oranın % 60’ı geçmemesi iyidir denir. Ancak borç, milli gelire değil; milli servete oranlanmalıdır. En anlamsız makro ekonomi göstergesi budur.
* * *
Biliyorsunuz; başta Amerika olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin başı, yukarıdaki oranların yüksekliği yüzünden beladadır. ABD’nin bütçe açığının milli gelire oranı 2010 yılında %11 olacak. Kamu borcunun milli gelire oranı %90’ aşmış durumda. Bu gidişle kısa zamanda %100’ü geçecek. Bu sürdürülemez. Yunanistan ekonomisi, yukarıda sıralanan üç kıstasa göre de feci durumda. Zaten ülke, pratik olarak iflas bayrağını çekti. Ancak, AB üyesi olduğu ve Euro kullandığı için, Yunanistan’ın derdi tüm AB’yi gerdi. Euro’yu ve AB’yi kurtarmak için Yunanistan’ı kurtarmak şart oldu. Bu sefer de Euro’nun başı belaya girdi. İngiltere’nin hali ayrı bir felaket deniyor.
Soru şu: Bu işin içinden dünya nasıl çıkılacak? Durum vahim mi? Hayır.
İşte cevap:
1) “Devlet” (kamu) borcu; “halkın” (kamunun) alacağıdır. Yani cebirsel olarak “kamu borcu” (dış borç hariç) daima sıfırdır.
2) Eğer devletin ödediği nominal faiz, enflasyonla reel olarak eksiye düşerse, devletin faiz gideri değil, faiz geliri oluşur. Bu da bütçe açığını kendiliğinden azaltır. Üstelik borç bölü milli gelir oranı da otomatikman düşer.
3) Geriye kaldı, cari açıklar. Cari fazla olmasa, cari açık olmaz. Dünya da cari işlemler bakiyesi hep sıfırdır. Bu mesele de zannedildiği gibi mutlak bir sorun değildir. Özetle, durum “görünüşte” çok ciddi, ama çözüm zannedildiğinden kolaydır.
Son Söz: Borçlar, milli servetin, açıklar milli gelirin yeniden dağılımını gerektirir.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2010
HERHANGİ bir para biriminin “para” etmesi için, öncelikle onu çıkaran ülkede veya ülkeler topluluğunda kişilerin birbirine veya devlete olan borçlarını o para ile ödeyebilmesi gerekir. Bu, ulusal para olmanın asgari şartıdır. Parayı, “döviz” yapan nitelik ise, o paranın her ülkede geçmesidir. Bu açıdan tanımlanırsa dünyada iki tane yaygın “döviz” vardır: Bunlar dolar ve Euro’dur. Şimdi bu iki para biriminin de başı belada gibi duruyor. Bir gün dolar batacak yani değersizleşecek deniyor, ertesi gün Euro. Bir bakıyorsunuz, dolar yükselmiş, bir bakıyorsunuz Euro. Herkeste bir telaş; biz şimdi hangi paraya güvenelim (yani yatırım yapalım) diye “çok bildiği için, çok yanılan” uzmanlara soruyorlar. İşte benim cevabım:
1. Bu iki paraya da bir şey olmaz. Çünkü bu paraların arkasında Amerika ve Avrupa gibi iki dev “reel ekonomi” vardır. Her biri dünya milli gelirinin yaklaşık dörtte birini yaratır. Bu paralar sonsuza kadar geçer.
2. Paraya yatırım yapılmaz. Yatırım, menkul veya gayrimenkul yatırım aracına yapılır. Birikiminizi değerlendirmek yani yatırım için dolara da Euro’ya da güvenmeyin.
¡ ¡ ¡
Gündemdeki en sıcak konu, Alman Başbakanı Merkel’in “Almanlar, ayağını yorganına göre uzatmayan, hovarda Avrupa milletlerini beslemek mecburiyetinde değildir” anlamındaki sözleridir. Merkel’in çıkışından sonra Avrupa ve dünya piyasaları dalgalandı. Anlaşılıyor ki, küresel kriz henüz bitmemiş. Bütçe açıkları ve bilhassa “hem bütçe hem de cari açıkları” yüksek olan ülkeler, bu açıklarını yönetilebilir seviyeye düşürünceye kadar içinde bulundukları bölgeyi sallamaya devam edecektir. Yunanistan, fiilen “mort”tur. Yani üstü kapalı moratoryum ilan etmiş durumundadır. Kısaca devlet ve millet olarak borçlarını ödeyemiyorlar. Yunanistan’ı ve diğer zafiyet geçiren AB üyelerini kurtarmak için “Davulu Almanya sırtlansın, tokmağı biz vururuz” diyenler tarafından ortaya bir trilyon dolar para konduğu ilan edildi. Yetmezse daha da konacakmış. Doğrudur.
¡ ¡ ¡
Hemen söyleyim bir günde “trilyon dolarlık fon” yaratma işine sizin, benim aklım pek ermez. Aslında bizim anladığımız manada böyle bir para da yoktur ortada. Devletler, para basma yetkisiyle teçhiz edildiği için, istedikleri zaman istedikleri kadar “sanal” para yaratırlar. Bu tarz para yaratmak, iktisatçıların “değer yaratmak” dediği mili gelir artışı denen şey değildir. Bu, daha önce yaratılmış milli servetin ve bundan sonra yaratılacak milli gelirin, kişiler, sosyal kesimler ve uluslar arasındaki dağılımı değiştirmektir. İstikrar önlemlerinin içindeki orostopolluğu çaktığı için Yunan halkı sokaklara dökülmektedir. Ama nafile; çünkü eski gelir ve servet dağılımını sürdürmek imkânı kalmamıştır.
Son Söz: Almadan para vermek, devlete mahsustur.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2010
CHP önderi ve genel başkanı Deniz Baykal, en beklenmeyen bir şekilde CHP’nin başından ayrılmak mecburiyetinde kaldı.
Bu olay herkesi şaşırttı ama CHP’li siyasetçilerde bir travmaya sebep oldu. “Travma” ciddi bir fiziki veya psişik kaza geçirip, bedenen ve ruhen perişan olmak demektir. Buna “eşekten düşmüşten beter olmak” da denebilir. Müstafi genel başkanları dâhil profesyonel CHP’liler, bugün bu haldedir. Ama CHP’ye oy vermiş daha da önemli oy verecek seçmenler için aynı şey söylenemez. Onlar, olayların gelişmesini ve oy verecekleri CHP’nin bu badireden “güçlenerek” çıkmasını beklemektedirler. CHP’ye oy vermeyi düşünüp de Baykal’ın faka bastırılmasından sonra, “ben karısına ihanet eden adama mağdur demem” diye düşünüp oyunu AKP’ye verecek çok az seçmen vardır. Onlar da zaten “yüzer/gezer” oylardır. Sandık başına gidinceye kadar on defa karar değiştirirler. Müstafi Baykal’ın genel başkanlığa geri dönmesi hem kendisi hem de profesyonel CHP’liler için onurlu bir çözüm değildir. Ama esas hata, bunun CHP’ye oy verecek geniş kitleler için “sevimsiz” olmasıdır. Dolayısıyla CHP, kendine yeni bir “önder/genel başkan” yaratmak zorundadır.
* * *
Pazarlamanın dörtte üçü, “ürün tasarımı” veya ürün geliştirmektir. Pazara dönük tasarım “tüketicinin ihtiyaçlarını ürüne tercüme etme” sanatıdır. Tüketici ihtiyacını bilir veya hisseder. Ama ürünü bilmez veya tasarlayamaz. Pazarlamacılar, önce insanların temel ihtiyaçları anlar. Buradan hareketle “talebe dönüşebilecek” gereksinimi saptar. Sonra bu gereksinimi tatmin edecek işlevleri tanımlar. Son aşamada bu işlevleri yerine getirecek özellikleri olan ürünü tasarlar. Ürün tasarımı tamamlanınca, pazarlamanın diğer fonksiyonlarını devreye girer. Bunlar sırasıyla “sürüm için iletişim”, “fiyat dâhil konumlandırma” ve alıcıyla ürünü buluşturacak “alım noktaları ağı”nın inşasıdır. Unutulmasın, toptancılar ve perakendeciler, üreticinin müşterisidir ama ürünün “alıcısı” değildir.
* * *
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2010
SON on yıl içinde iktisadi jargonumuza önce “kur çapası” girdi. Çapa tarayınca “dalgalı kur” dilimize pelesenk oldu.
Sonra “enflasyon hedeflemesi” daha sonra son ikisinin birleşmesinden doğan “dalgalanan kur altında enflasyon hedeflemesi” arzı endam eyledi. Enflasyon hedeflemesi, merkez bankasının, “enflasyon benim işimdir” demesiyle başlar. Bazılarımıza göre enflasyon her zaman parasal bir olaydır. Dolayısıyla enflasyonu düşürecek olan da “para otoritesi” yani merkez bankasıdır. Yeter ki sözü dinlensin. Merkez bankalarının enflasyonu düşürememesinin sebebi, para politikasına siyasi hükümetlerin karışmasıdır. Eğer merkez bankaları yasal olarak “bağımsız” olsa ve uygun gördüğü para politikasını uygulayabilse, enflasyon düşer ve düştüğü yerden bir daha ayağa kalkamaz, denir.
* * *
Bizde de merkez bankası (MB) yasal bağımsızlığa kavuştu. Tabii, “enflasyon hedeflemesi” için elini tutan kalmadı. Merkez Bankası, enflasyonu hangi tarihte ne seviyeye düşüreceğini yazılı olarak ilan etti. Ancak bir ilave şart daha ileri sürdü. Dedi ki: “eğer enflasyon, uygulayacağım para politikasına rağmen, hedeflenen düzeye düşmezse, bunun suçlusu yine de ben olmam”. Bu başarısızlığın sebebi, uyguladığım para politikasına ayak uyduramayan maliye politikaları olur. Müsebbibi de siyasi iradedir. Bu durumda, merkez bankası olarak hükümete bir mektup yazarım. Bu mektupta enflasyonun hedeflenen seviyeye düşmesi için izlenmesi gereken maliye politikasını anlatırım. Hükümet de buna uymaya söz verir ve sözünü tutarsa bakın o zaman enflasyon nasıl istenilen düzeylere iner. Hikâye kısaca budur.
* * *
Derken küresel kriz çıktı. Evdeki hesaplar çarşıya uyamadı. Çarşıya uydursun diye Sayın Ali Babacan, ekonominin başına tekrar oturtuldu. Krizden çıkarken bir yol kazasına uğramamak için bir “Orta Vadeli Program” hazırlanmış ve “Mali Kural” ile bu sırada tanışmıştık. Babacan bunu tekrar ele aldı ve “cari açığa boş ver, bütçe açığı düşsün yeter” şeklinde özetlenebilecek temel tercihini ortaya koydu. AKP’nin temel iktisat politikası zaten “yurt dışından para bulmak” üzerine kuruludur. Bu yüzden mali kuralın bu kadar üstünde durulmaktadır. Örtülü amaç düşük faizli yabancı para girişlerini teşvik edecek “reyting” sağlamaktır.
* * *
Benim kavrama çizgimin üstünde bir matematik formülle ifade edilen “Mali Kural”, galiba, merkez bankasının, enflasyon tutmadığı takdirde hükümete yazmayı plânladığı mektubun meclisten geçirilecek olanıdır. Böylece mektup kurumsallaşacaktır. Üstelik yasalaştığı için hem hükümeti hem de millet meclisini bağlayacaktır. Doğru anlamışsam, mali kural halen yüzde 5.5 düzeyinde bulunan geniş tanımlı “bütçe açığının milli gelire oranını” belli olmayan bir vadede yüzde 1’e düşürmeyi derpiş etmektedir. Kural, bu düşüşün büyümenin imkân verdiği nispette olmasını öngörmektedir. Şöyle ki; milli gelir yılda yüzde 5’ten hızlı büyürse, bütçe açığı daha çabuk; büyüme yüzde 5’ten düşük olursa, bütçe açığı daha yavaş düşürülecektir. Mali kural bizim icadımız değildir. Teorisi “Anayasal İktisat”a kadar dayanır. Bu kabil formüller, kâğıt üstünde parlak durur; ama güneşe çıkınca soluklaşır.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2010
DÜNYA tarihinde yaşanmış en büyük iktisadi kriz 1929’da başlayan ve yaklaşık on yıl süren “Büyük Buhran”dır (Great Depression). Hisse senedi borsasında oluşmuş fiyat balonun patlamasıyla, yani borsa endeksinin kısa sürede büyük oranda düşmesiyle alt üst olan finansal piyasalar, (reel) ekonomide yüzde 30’a varan bir milli gelir azalmasına sebep olmuştur. Büyük buhranı “büyük” yapan, çıkış nedeni değil, finansal türbülanstan sonra uygulanan “ters” maliye ve para politikalarıdır. Dünya ekonomisi, finansal krizden çekmediği ıstırabı, tedaviden çekmiştir. Büyük buhran, II. Dünya Savaşı çıkması üzerine ABD’nin uygulamak zorunda kaldığı genişlemeci politikalar “sayesinde” sona ermiştir dense yanlış olmaz. Yukarıda sözü edilen finansal krizi buhrana dönüştüren terslik, ABD’nin “sıkı” maliye ve para politikası uygulanmış olmasıdır. İşin doğrusu, kriz çıkınca “gevşek” para ve maliye politikaları uygulamakmış. İktisatçılar bunu keşfettiği için 2009 finansal krizi “buhran”a dönüşmemiştir. Gevşek para ve maliye politikaları sayesinde dünya milli geliri 2009’da sadece yüzde 2 düşmüştür. 2010’da da büyüme başlamıştır.
* * *
Tam işler rayına girmişken Yunanistan’ın sürdürülemez cari işlem ve bütçe açıkları yüzünden, 2010 başında Avrupa’da 2009 küresel krizinin adeta artçı bir şoku yaşanmaya başlandı. Avrupa’nın patronu Almanya ve saz arkadaşları, Yunanistan’a çok kızdıkları için “sıkı para ve maliye” politikası uygulamasını emrettiler. Bunun üzerine Yunan ekonomisi tam anlamıyla çöktü ve hastalığını bünyesi zayıf diğer AB ülkelerine bulaştırmaya başladı. Şartlar hızla kötüleşip Yunan dramı EURO tragedyası haline dönüşme işareti verince, Avrupa devletleri, aynen Amerika’da olduğu gibi piyasalara para pompalamaya başladı. Tavanı da şimdilik 250’si IMF’den 750 milyar Euro olarak ilan etti ve hoşafın yağı derhal kesildi.
* * *
Tekrar edeyim: Bu artçı şokun sebebi Almanya’nın Yunanistan’a tedavi diye milli gelirini arttırıcı politikalar değil, milli geliri azaltıcı klasik “istikrar” ilacını içirmek istemesidir. Bu politikada ısrar edilirse, Yunanistan önce ciddi şekilde fakirleşecek, devasa borçlarını hepten ödeyemez hale düşüp moratoryum ilan edecek bu da yetmeyince Euro para birimini terk etmek zorunda kalacaktır. Bu da Avrupa Birliği ve onun simgesi Euro için çok kötü olacaktır.
* * *
Benim önerim, AB’nin cari işlem fazlası olan üyelerinin, şu varta atlatılıncaya kadar Yunanistan’ı terbiye etmeyi ertelemesidir. Gün; Yunan halkına haddini bildirme değil, Euro’yu ve AB’nin itibarını kurtarma günüdür. Yapılacak iş çok nettir. Yunanistan AB ailesinin şımarık da olsa bir evladıdır. Avrupa’da pişen çorbadan o da içecektir.
Son Söz: Avrupa “birliği” kurmak kolay, olmak zordur.
Yazının Devamını Oku