Ege Cansen

Kürtler, Erdoğan’a neden el vermiyor

31 Temmuz 2010
ESKİDEN Kürt meselesi ve ondan türeyen terör, Güneydoğu kelimesiyle birlikte anılırdı. Olaylar daha ziyade “Olağanüstü Hal Bölgesi” içinde cereyan ediyor, Türkiye’nin diğer yörelerine fazlaca bulaşmıyordu. Artık bu dönem geride kalmıştır. 1983’den beri bu köşede, daha çok ekonomi ağırlıklı yazılar yazmama rağmen herhalde yirmiden fazla Kürt meselesi ile ilgili yorum kaleme aldım. Daha ilk yazılarımda bu hareketin etnik temelli bir “ülkeyi bölme” projesi olduğunu vurguladım. “Ya ver kurtul, ya vur kurtul” ibaresi bana aittir. Bu deyişi babamın zaman, zaman kullandığı Kürtçe “ya herro, ya merro” özdeyişinden türetmiştim.
¡ ¡ ¡
1990’lı yıların başındaydı. Dönemin Kürt milletvekilleri The Marmara otelinde gazetecilerle bir toplantı tertiplemişti. Benim dâhil olduğum sohbet çemberinin odağında uzun boylu bir milletvekili duruyordu. Kendinden çok emindi. Her soruya tepeden bakarak cevap veriyordu. “Terörün sebebi, devletinin uyguladığı baskılardır” diyor, örnekler veriyordu. “Baskı kalksın, terör biter” diyordu. Laf, lafı açtı ve sonunda çözüm Kürt özerk bölgesinin kurulmasına geldi. Gazetecilerden biri “Eer Güneydoğu’da ayrı bir Kürt devleti kurarsanız, nasıl geçineceksiniz?” dedi. Milletvekili gerildi ve sert bir ses tonuyla, “Şu, Kürtleri, Kürtlerden fazla düşünme, bize ağabeylik taslama tavrınızı terk edin. Bırakın da kendi başımızın çaresine, kendimiz bakalım. Çobanlık yapar yine geçiniriz, siz merak etmeyin” dedi. Ben de, “Çözüm olarak gördüğünüz Kürt Özerk Bölgesi kurulması, biri bölge sınırlarını gösteren haritanın çizilmesi, diğeri de buna bağlı etnik temizlik olmak üzere iki büyük soruna yol açar” dedim.
¡ ¡ ¡
Sovyetlerin çökmesi üzerine ABD’nin dünya aleme ilan ettiği bir “Yeni Dünya Düzeni” (New World Order) var. Buna göre, bir ulus devlet içinde yaşayan etnik bir halk, demokratik yolla bağımsızlık isteyebilir. Eğer bu halkın, siyasi örgütlenmesi ve bağımsızlık davasını demokratik, yani halk oylaması ile gerçekleştirmek istemesi yasaklanırsa, o halkın ayaklanma hakkı doğar. ABD ve AB bu ayaklanmayı destekler. Demokratik yollar açık ise, ABD ve AB etnik ayaklanmaları desteklenmez.
¡ ¡ ¡
Bir zamanlar “her sosyalist, Kürtçü; her Kürtçü, sosyalisttir” özdeşliği geçerliydi. PKK Marksist bir örgüttü. Bayrağında orak çekiç resmi vardı. Bu bitti. AKP’nin tartışılmaz önderi Erdoğan ise, iktidara gelmeden önce de “etnik esaslı bir bölünme olsa bile, İslam çimentosuyla ülke bütünlüğünün korunacağını” düşünüyordu. Hâlbuki tek devlet, tek milletle yaşar. Ne komünizm, ne İslam, ne de bir başka din, “ulus bilincinin” yerine geçemez. Bugün Erdoğan, Kürtlere istediklerini verebilecek tek isimdir. Başbakan’ın başlattığı açılımın içi doludur ve mesaj şudur: Ey Kürtler! Size Yeni Dünya Düzeni’ne uygun olarak istediğinizi vereceğim. Ama bunun için önce terörü durdurup, analarımızı ağlatmaktan vazgeçmeniz şarttır. Aksi takdirde ben bu açılımı Türklere pazarlayamam. Kürtler, Erdoğan’ın bu teklifini tam kabul etmediler. Çünkü “Türk realitesinin” Erdoğan’ı bile aşacağından korkuyorlar. Demir tavında dövülür deyip, uluslararası rüzgârlar yön değiştirmeden açılan kapıdan geçip, bir an önce sonuca gitmek istiyorlar.
Son Söz: En kötü aldatma, kendini aldatmadır.
Yazının Devamını Oku

Bankalara ön gerilim sınaması

28 Temmuz 2010
SON günlerin sıcak konusu Avrupa bankalarının “gerilme sınaması”ndan başarıyla geçmiş olmaları. Sanal ortamda Avrupa’nın 91 bankası sınanmış, sadece 7’si zayıf bulunmuş. Onların da yeterince güçlü hale gelmesi için toplam olarak 3,5 milyar Euro’luk sermaye takviyesi gerekiyormuş. Laf aramızda, kolay bir test vermişler. Hollanda Maliye Bakanı Jan Kees de, Jager’e açıkladığına göre testte, Yunanistan gibi ülkelerin, kamu borçlarını geri ödeyememesi, kısaca iflas etmesi gibi bir ihtimal yok sayılmış. Demek ki; Avrupa Birliği bu kabil ülkeleri bir tehlike anında kurtarmaya kararlıdır. Krizler bulaşıcıdır. Bu gerilme sınavının, dolaylı olarak Türk bankalarını da rahatlattığını söyleyebiliriz. Telaş etmeyin, paranız emin ellerdedir.

* * *

Ekonomiyi yönetmek, beklentileri yönetmektir. “Avrupa Bankacılık Gözetleme Komitesi” tarafından davul zurna çalarak uygulanan sınavın amacı halka, her şey yolunda, duruma hâkimiz mesajı vermektir. Bunda da bir kötülük veya yanlışlık yoktur. Yine de şu bankalara uygulanan gerilme sınavını bir de ben size anlatayım. Bu sınavın İngilizce adı “Stress Test”tir. Stress kelimesi Türkçede de stres olarak girmiş bir sözcüktür. Gerilme demektir. Test ise malum sınav veya sınamak anlamına gelir. Bizde “stres testi” pek bilinmez, ama “test stresi” iyice yaygındır. Gençlere bir sorun!

* * *

Gerilim sınaması, inşaat mühendisliğinden doğmuş bir deyimdir. Bilindiği gibi inşaat mühendisliği, iki kelimeden oluşur. Basma ve çekme. Birçok bilim dalının da esası iki kelimedir. Mesela iktisat, arz ve talep; muhasebe borç ve alacak; elektrik artı ve eksi kutup; denizcilik iskele ve sancak. Bir inşaatın zor tarafı açıklık geçmektir. Mesela duvar örmek kolay, köprü inşa etmek zordur. İlk mimarlar çekmeye dayanıklı uygun bir malzeme olmadığı için, baskıya dayanıklı sert malzemeden (mesela taştan veya tuğladan) yarım daire şeklinde kemerler ve kubbelerle açıklıkları geçmişler. Küçük açıklıkları geçmek için kalas, sonraları demir putreller kullanılmıştır. Şimdi çelik veya betonarme kiriş kullanılıyor. Kiriş, üzerine yük bindikçe “gerilir”, çok yük binerse bel verir, daha da çok yük binerse çöker. İnşaat mühendisleri, kirişler yük altında gerilip kırılmasın diye bunları “önceden germe” yöntemi geliştirmişler. Bu suretle hem daha narin hem de daha dayanıklı kirişler elde etmişler. İşte bankacılıkta uygulanan “stres testi” de banka denilen kalasın beline faraza şöyle bir yük binse, acaba banka “mevduat sahibine olan vecibelerini” devlet desteği almadan yerine getirebilir mi diye yapılan bir hesaptır. Bu bir ön gerilim modellemesidir. Bu hesaplar şimdi bilgisayarlarda yapılmaktadır. Onun için uygulanan test sanaldır.

* * *

Fıtratları icabı bankaların, spekülatör olduğunu daha önce yazmıştım. Burada spekülatör; vurguncu, istifçi değil, olacakları önceden tahmin edip ona göre varlık ve yükümlülük oluşturan anlamında kullanılmaktadır. Zaten spekülasyon yapmadan ne kişiler, ne firmalar, ne de bankalar paradan para kazanamaz. Bankaların her spekülasyonu zarar etme riski içerir. Ama biriktirdiği parayı bankaya borç veren mevduat sahibi, hiç risk almadığını varsayar. Bu yüzden yasalar, banka spekülasyonlarını sınırlar.

Son Söz: Ne kadar risk, o kadar sermaye.
Yazının Devamını Oku

Alacaklısı meçhul borçlar

24 Temmuz 2010
BUGÜNKÜ yazıya girmeden yine Vancouver üzerine sohbet edeceğiz.

Cumartesi günü ABD’nin Vancouver şehrinin “otomobil kullanımını asgariye indirecek” şekilde yeniden planlandığını yazmıştım. Derhal, Vancouver ABD’de değil, Kanada’dadır diye bilgi bombardımanı başladı. Internet’e girdim karşıma ilk Vancouver/Kanada çıktı. Yanılmışım dedim ve çarşamba günü okurlardan, hatamın bağışlanmasını diledim. Bunun üzerine önce Koç Üniversitesi’nin ilk rektörü Seha Tiniç başta olmak üzere diğer “bilgililer” iki tane Vancouver var, biri Kanada’da diğeri ABD’dedir diye düzeltmeye düzeltme yolladılar. Sözünü ettiğim kent Vancouver Amerika’dır.

* * *

Bilindiği gibi ekonomi iki sektörden oluşur denir. Biri “reel sektör” diğeri de “reel olmayan sektör”dür. Reel sektör, tarım, sanayi, hizmetler alt sektörlerinden meydana gelir. Hizmetler ise, bankacılık, ticaret, inşaat, ulaştırma, turizm, eğitim, sağlık, güvenlik, medya, eğlence, reklâm gibi kesimlerden oluşur. Reel olmayan sektör ise başta merkez bankası olmak üzere bankalar ve finansal işlemler yapan bütün kurum ve kuruluşların yaptığı “işlemleri” kapsar. Reel sektörle reel olmayan sektör, bir bütünün iki yarısı değildir. Ekonomi, aslında sadece reel sektörden ibarettir. Reel olmayan sektör, reel sektörün “aynadaki görüntüsü”dür. Reel sektörle, reel olmayan sektör arasında uyuşmazlık olursa, yani reel (gerçek) ekonomi, aynada yani “finansal tablolarda” olduğundan farklı görünürse, bilin ki bir finansal kriz yoldadır. Ne var ki, finansal kriz reel olmayan sektörde kalmaz. Buradan reel sektöre yansır. İktisadi kriz çıkar. Yani milli gelir geri gider, işsizlik artar. Bu sebepten dolayı, iktisadi krizlerin çözülmesi için işe bankaların bilânçolarını onarmakla başlanır.

* * *

Kapitalist sistemde iktisatçıların çoğu, dünyaya finansal pencereden bakarak yetişir. Bunlara “parasalcılar” denir. Bu sebepten mi nedir bir türlü gerçek iktisadı kavrayamazlar. (Bu biraz iddialı bir ifade oldu, ama gerçekten böyle düşünüyorum.) Üstelik iktisadi sistemi “bütünsel olarak kavrayamayan” diye nitelendirdiğim ekonomistler arasında ün sahibi olan Amerikalılar da var. Bu bilim adamları, bir süredir başta Amerika olmak birçok ülkenin “aşırı borçları” yüzünden küresel ekonominin ikinci bir dibe vurma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu yazıyorlar. Borçları dört başlık altında topluyorlar:

Yazının Devamını Oku

Bankalar spekülatördür

21 Temmuz 2010
GEÇEN cumartesi sabahı kızım Ceylan beni aradı. “Baba, bugünkü yazında bir hata var; Vancouver, ABD’de değil Kanada’dadır” dedi. Tabii başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Ne kadar titizlenirsem, titizleneyim bazen böyle hatalar yapıyorum. Okurlardan beni bağışlamalarını dilerim.
* * *
Dünya ekonomisinin en önemli aktörü hâlâ ABD’dir. Bugüne kadar tüm küresel krizler Amerika’dan, daha spesifik olarak Amerika’nın finansal sektöründen çıkmıştır. Amerika’dan doğan krizleri dünyaya bulaştıran sivrisinek ise dolardır. Bir ülkenin parası hastalanırsa, ulusal kriz; dolar hastalanırsa, küresel kriz çıkar. Çünkü dolar, bir dünya parasıdır. Bir bakıma dünyanın “Yasal Ödeme Aracı”dır. Dünyanın hangi ülkesinden bir mal veya hizmet alsanız, bunun bedelini dolarla ödeyebilirsiniz. Satıcı ben bu parayı almam demez. Hatta devlete olan borçlarınızı da dolarla ödeyebilirsiniz. Uluslar arası, hatta Türkiye gibi parası döviz olmayan ülkelerde, yurtiçinde yapılan ticari sözleşmelerde çoğu kez dolar kullanılır. Vadeli borç ertelemeleri dolarla yapılır. Pek çok emtianın fiyatı dolarla ifade edilir. Kısaca dünya ekonomisinin işleyişinde dolar, bekli de tüm ulusal para birimlerin toplamından daha fazla etkiye sahiptir. Bu sebeple bütün dünyada bankacılar, iş adamları, kamu maliyecileri ve küçüklü büyüklü tasarruf sahipleri doların geleceğiyle ilgilidir.
* * *
Pekiyi, hepimizin ekonomik hayatını bir şekilde etkileyen doların geleceği neye bağlıdır? Cevap: Amerikan finansal sisteminin doğru çalışmasına. Amerikan Başkanı Obama, göreve geldiğinde Amerika’da finansal kriz çoktan başlamıştı. Obama, dalga, dalga dünyaya yayılan krizi çözmek için uzmanların önerdiği “açık bütçe+sıfır faiz+bol para” önlemlerini cesaretle aldı. Ama bir şeye kafayı taktı. O da Amerikan finansal sektörünün kısaca bankaların düzenlenmesi ve denetlenmesi meselesiydi. İşte bu sebeple geçen hafta ABD’de kapsamlı bir “Bankacılık Reform Kanunu” kabul edildi. Bizim 2001 krizinden sonra yürürlüğe giren Derviş’in “Güçlü Ekonomiye Geçiş” projesini hatırlayın. Tıpatıp olmasa da birbirine çok benzeyen iki hikâyedir.
* * *
Bankalar fıtratları icabı spekülatördür. Yani iddiaya girerler. Spekülasyon, gelecekte faiz, döviz, çapraz kur, enflasyon, emtia fiyatları, menkul ve gayrimenkul varlık değerleri ne olacak diye kestirimde bulunup ona göre bugünden pozisyon almak demektir. Az öz kaynak, bol borç kaynakla yapılanlara da “kaldıraçlı türev ürün” denir. İddiaya girenler, bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncü de yakalanır. Tek bir banka batsa mesele yoktur. Ama bankacılık sektörü spekülasyonu “hep birlikte ve aynı yönde yaparsa” krize sebep olur. Mesela tüm bankalar, gayrimenkul değerleri yükselecektir varsayımına dayalı olarak ipotekli kredi verir ve bina arzını arttırırsa, emlak fiyatları düşer, düşünce de finansal kriz çıkar. Masum halkın mevduatı batmasın, ekonomi büzülmesin, millet işsiz kalmasın diye devlet, bankaları kurtarır. Obama, madem batan bankaları kurtaran devlettir, öyleyse devletin de bankaları, halkın parasıyla iddiaya girmekten menetmek görevidir diyor. Yoksa bankacıların dediği gibi, bu sektörün kârında kimsenin gözü yoktur.  
Son Söz: Bankacı bankacıya, baka, baka azar.
Yazının Devamını Oku

Çevreci kahraman bakkal

17 Temmuz 2010
ABD Merkez Bankası’nın önceki Başkanı Alan Greenspan’e göre, ulusal ekonomilerin verimsiz çalışmasının iki ana sebebi vardır.

Bunlar:

1. Kötü muhasebe ve

2. Alt-optimizasyon’dur.

Muhasebe meseleleri, beni çok ilgilendirir. Kötü yani hatalı muhasebe, iş hayatında hangi seçeneğin (ürün, süreç, araç, model, sistem v.s.) kârlı veya kârsız, pahalı veya ucuz, yararlı veya zararlı olduğunu bilmeden karar almaya sebep olur. Alt-optimizasyon, (İngilizcesi sub-optimization) pek aşina olmadığımız bir deyimdir. Türkçede en yakın karşılığı “küçük hesap”tır. Kötü muhasebe ile küçük hesap birbirini tamamlar. Birisini eleştirirken ona, “küçük hesap yapıyorsun” veya “küçük hesap peşindesin” demek; olayın bütününü görmeden, sadece kendi kısır çıkarını kolluyorsun, bu hatalı davranış da sonunda, sandığın kadar işine yaramayacaktır anlamına gelir.

Yazının Devamını Oku

Taksi taksidir havaalanı taksisi olmaz

14 Temmuz 2010
“EKONOMİNİN Tanrıçası Verimliliktir” diye bir özdeğiş vardır. Verimlilik, aynı miktar kaynakla daha fazla iş yapmak diye tanımlanabilir. Bu tanım, aynı işi daha az kaynakla yapmak şeklinde de söylenir. Ha Ali Hoca, ha Hoca Ali, iki tanım da aynı kapıya çıkar. Hiç kimse, buna verimsizlik yaratanlar dâhil, soyut olarak “verimlilik artışına” karşı değildir. Verimlilik artmalı mıdır diye soyut bir soru sorulsa, cevap her zaman “elbette” olur. Ancak, iş somut bir önerinin tartışılmasına gelince, hemen külahlar değişir. Bir de bakarsınız en verimsiz (gayri iktisadi) çözümler en ateşli şekilde savunulmaktadır. Çünkü bir toplumda her zaman çıkarları çatışan gruplar vardır. Böyle hallerde doğruyu bulmanın yolu, hangi yöntem uygulanırsa, “daha fazla kişiye, daha fazla fayda, daha uzun vadede” nasıl sağlanır sorusuna cevap aramaktır.
* * *
Büyük şehirlerde, kent içi ulaşım hizmetinin en düşük maliyetle üretilip, makul bir fiyatla halka arz edilmesi, az yüz yıldır üzerinde çok çalışılan ciddi bir konudur. Ciddidir, çünkü kent içi ulaşım, çok kaynak (araç, personel, yol ve yakıt) kullanır. Bu arayışın bir parçası olarak, şehirdeki taksi sayısını sınırlamak, bildiğim kadarıyla ilk defa 1930’lu yıllarda İsviçre’de uygulanmıştır. Bu kararın gerekçesi ekonominin “azalan verim” denilen yasasıdır.  Bu kavramı hocalarımız “bir metre eninde, on metre boyunda bir hendeği en kısa sürede kazmak için, hendeğin içinde kaç kazmacı olmalıdır” sorusuyla anlatmaya başlarlardı. Herhalde on metrelik hendeğin içinde kırk kazmacı çalışamaz. Yoksa kazmayı arkadaşının kafasına vurur. Şehirler de böyledir. Daha fazla yolcu taşısın diye, daha fazla araç (mesela taksi veya minibüs veya otobüs) trafiğe çıkarsa, yollar tıkanır, araçlar sefer yapamaz. Kullanılan kaynak artar, ama üretim artmaz, hatta azalır.
* * *
İstanbul’da da taksi sayısı ben bildim bileli kısıtlıdır. Şehir büyüdükçe sayı arttırılmıştır, ama kısıt kalkmamıştır. Bugün İstanbul’da yaklaşık 19 bin ruhsatlı taksi çalışmaktadır. Taksi sayısı devlet tarafından sınırlanınca, taksi müşterileri, şoför esnafı için kümesteki tavuk (esir müşteri) olur. Burada bir kıtlık rantı kendiliğinden meydana gelir. Bu yüzden, taksi sayısını kısıtlayan kamu otoritesi (belediye veya vilayet) taksilere, her müşteriyi, her istikamete alma mecburiyeti getirmiş hem de taşıma fiyatına “narh” koymuştur. Yani taksi ile ulaşımın fiyatı, serbest rekabetle oluşmaz. Taksimetre ne yazıyorsa, o talep edilir ve ödenir. Oyunun kuralı budur.
* * *
Bir şehirde çalışan ruhsatlı taksiler, her yerden yolcu alırlar, her yere yolcu götürürler. Ruhsatlı bir taksinin havaalanına yolcu götürdükten sonra, oradan yeni yolcu almasını engellemek ilave “rant” yaratır. Bu, havaalanına dolu giden taksiler boş dönsün demektir. İşte bu tam bir “verimsizlik”tir. Böyle bir engellemenin, bırakın iktisaden yanlış olmasını, yasal olarak da mümkün olduğu kanaatinde değilim. Bu Osmanlı’dan kalan “gedik” usulünün en son örneklerinden biridir. Serbest piyasa ekonomisi ilkelerine aykırıdır. Bu verimsizliği ortadan kaldırmanın zamanı çoktan gelmiştir. Acaba Rekabet Kurulu bu konuyu niçin incelemeye almadı merak ediyorum.
Son Söz: İlkesi doğru olmayan kuralın, uygulanması yanlış olur.
Yazının Devamını Oku

Üçüncü büyük buhran

10 Temmuz 2010
SON günlerde Amerikan iktisatçılarından, küresel krizden çıktık derken, ikinci bir çöküntü yaşama ihtimali beliriyor yorumları gelmeye başladı.

Bu kehanette bulunanlar arasında yaşanan krizi en tartışmasız şekilde öngören Rubini de var. Bu kez Rubini yalnız değil. Hatta ikinci çöküş yolda diyenlerin başını da çekmiyor. Başı çekenler arasında Nobel ödüllü “hınzır iktisatçı” Krugman var. Krugman, New York Times gazetesinin ekonomi köşe yazarı. Ayıptır söylemesi biraz benim gibi yazıyor. Gazete makalelerinde istatistik, tablo ve grafik bulunmuyor. Kavramları ve izlenen iktisat politikalarını irdeliyor, önerilerde bulunuyor. Yazılarını soruyla değil, cevapla bitiriyor.

* * *


Sırası gelmişken Krugman’ın, iktisatta matematik ne işe yarar sorusuna verdiği cevabı anlatmak istiyorum. Krugman’a göre iktisatta matematik kullanmak, betonarme inşaatta kalıp ve iskele kullanmaya benzer. Fikirler, biçimlensin ve kendi kendini taşır hale gelsin diye matematik kullanmak şarttır der. Ancak iktisadi bir fikir, bir önerme veya bir kuram yeteri kadar olgunlaşmışsa yani prizini almışsa, artık onu taşıyan iskeleleri söküp almak gerekir. Oturmuş iktisadi görüşleri anlatmak için “düz yazı” yeter; bir fikri anlatmak için hâlâ matematik kullanmak gerekiyorsa, o fikir henüz rüştünü ispat etmemiş demektir der. Krugman, Keynes ekolüne mensuptur. Yani milli gelirin büyümesi ve işsizliğin azaltılması için devlet, harcamalarını arttırabilir, bütçe açığı verebilir, merkez bankası sisteme ihtiyaç duyulduğu kadar nakit şırıngalar diyen biridir. Son makalelerinden birinin adı da “şimdi harca, sonra biriktir” idi. Halbuki genel kural “önce biriktir, sonra harca”dır.

* * *


Yazının Devamını Oku

Görülmemiş büyümenin görünmeyen yüzü

7 Temmuz 2010
MİLLİ gelir, bu yılın ilk çeyreğinde, geçen yılın ilk çeyreğine göre % 11.7 arttı. Bu sevinilecek bir şeydir. Ancak sayıların ayrıntılarına girince ortada tantana yapılacak bir şey olmadığı derhal anlaşılıyor. Sadece bir yıl önce yani 2009’da bir önceki yılın aynı döneminde milli gelirin % 14.7 azaldığını hatırlamak yeter. 2009’da 2008’e göre % 14.7 küçülüp sonra %11.7 büyümek, hâlâ 2008’in milli gelir düzeyine gelinmediğini gösterir. Asaf Savaş Hoca, Vatan Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde büyümenin sayısal analizini etraflıca yaptı. Yazıda yer alan önemi bir tespit, 2010’un ilk çeyreğinde, 2009’un son çeyreğine göre büyümenin sadece % 0.1 (binde bir) olmasıdır. Bu çok önemlidir. Büyümenin durduğunu göstermektedir. Bu hesaplama Türkiye İstatistik Kurumu tarafından, takvim ve mevsim etkisinden arındırılarak yapılmıştır. Yani büyümeyi de, büyümenin yavaşladığını veya durduğunu söyleyen de devletin aynı kurumudur.  
* * *
ABD’de mahkemede doğruyu söyleme yemini “gerçeği, sadece gerçeği ve gerçeğin tamamını söylemek” şeklindedir. Bu yemin şu iki şartı içerir:
1. Gerçek olmayan hiçbir şey söylememek,
2. Bildiği gerçeklerin hepsini söylemek. 
Yemin eden kişi, bildiği gerçeklerin bir kısmını söylememişse, ağzımdan gerçek olmayan, yani yalan olan tek bir söz çıkmadı diyerek yeminine sadık kaldığını ileri süremez. Çünkü eksik konuşmak en kötü yalancılıktır. Maalesef bizim kültürümüzde eksik konuşmak, gerçeğin bir kısmını bildiği halde söylememek, yalancılık kabul edilmez. Bu da Türkiye’de yalanla yaşamayı bir hayat tarzı haline getirmiştir.
* * *
2010 yılının ilk çeyreğinde bir yıl öncenin aynı dönemine göre milli gelirimiz % 11.7; harcamalarımız ise % 23.7 arttı. Yani bu yıl, geçen yıla göre çok daha fazla harcama yaptık.  Şimdi bu farkın nereden kaynaklandığını anlatayım. Bir ülkenin harcamalar toplamı, milli geliri ile cari açığının toplamına eşittir. Nasıl bir ailenin toplam harcamaları (tüketim artı yatırım) o ailenin has gelirleri ile aldığı borç tutarının toplamına eşitse, bir ülke için de aynı hesap geçerlidir. Cari açık, başka milletlerin tasarruf edip tüketim veya yatırım için harcamadığı paraları onlardan alıp (çoğunlukla borç olarak) harcamak demektir. Türk milleti 2010 yılının ilk çeyreğinde 243 milyar liralık katma değer yaratmış üstüne 14 milyar lira ( 9.5 milyar dolar) da borç almıştır. İkisinin toplamı 257 milyardır. Hâlbuki geçen yılın cari açığı 2008 yılına göre küçültmüştü. Yani 2009’un ilk çeyreğindeki harcama küçülmesi aynı dönemin milli gelir düşüşünden % 6.7 fazlaydı. Kısaca geçen yıl, yüzdesel olarak, milli gelir azalmasından daha fazla harcamalarımızı kıstık. Tam bir büzülme yaşadık. Bu yılın ilk üç ayında da tam tersini yaşıyoruz. Ama yılın ikinci yarısında büyüme hızının azalacağı aşikâr.
Son Söz: Yılın sonunda büyümenin düştüğünü görürsen, sakın şaşırma!
Yazının Devamını Oku