Ege Cansen

Kilom fazla değil benim boyum kısa

8 Mayıs 2010
İKTİSAT, başlıktakine benzer yüzlerce “mantıken doğru” ama “esasen” zırva sözün söylenebildiği bir alandır. Bir cümle mantıken hatasız olunca, içindeki yanlışı teşhis etmek kolay olmaz. Başlığı birlikte irdeleyelim. 1,60 m. boyunda bir adam, 80 kilo ağırlığındaysa şişmandır. Ama 80 kiloluk bir adamın boyu 1.90 ise atletik vücutludur. Kısa boylular, uzun boylular kadar yemek yerse, onlarla aynı vücut ağırlığına erişir. Ama bu süreçte boyları uzamayacağı için şişmanlarlar. Bana göre kısa boyluların genelde şişman olmasının suçlusu lokanta tarifelerindedir. Eğer yemekler “kısa boylular” ve “uzun boylular” için iki farklı miktarda ve iki ayrı fiyatta müşteriye sunulsa,  eminim birçok kısa boylu insan “boyuna göre porsiyon” seçer, hem daha az para öder hem de şişmanlamaz. İnsan “iktisadi mahlûk” olarak yaratılmıştır. Lokantada önüne konan tabağı silip süpürmezse, gayri iktisadi hareket etmiş olurum diye düşünür. Sonra da aldığı kiloları nasıl vereceğim diye uğraşır durur. Bu yüzden atalarımız “ömür biter, perhiz bitmez” demişler. 
* * *
Konumuz, dost ve kardeş “olamadığımız” Yunanistan’ın içine düştüğü vahim malî ve iktisadi kriz.  Yunanistan bu krize niçin düştü ve neden çıkmakta zorlanıyor? Kısaca söylemek gerekirse, ekonomik boyuna göre çok borç yiyip şişmanladığı için. Az üretip çok tüketmeye fena alıştığı için.  Annelerimiz, çocukları hastalanınca, iyileşecek eminim, ama huyu değişecek ondan korkuyorum derlerdi. Ben de bir ülkenin sürekli borçlanmasından çok korkarım. Aslında yatırım yapmak için borç almaktan korkmamak gerekir. Yatırım kendini geri öder. Ancak alınan borçlar tüketime giderse, milletin huyu değişiyor. Artık borç yok; borç yemek bitti denince de krize giriyor. 
* * *
Yunanistan krizi dolayısıyla “açık” lafını çok duyacaksınız. En çok duyulacak açık deyimleri de “bütçe açığı” veya “kamu kesimi açığı” olacaktır. Arkasından, Yunanistan büyük kamu açıkları yüzünden krize girdi denecektir. Kazın ayağı tam öyle değildir. Anlatayım. İktisatta “ikiz açık” diye tuzak bir kavram vardır. Bu tabir, “bir ülkenin, yurt içi tasarruf açığı, dış açığına (cari açık) eşittir” anlamında kullanılır. Bu yanlıştır. Doğrusu bir ülkenin dış açığı, tüketim fazlasına eşittir olmalıdır. Tüketim artı tasarruf milli gelire eşit olduğuna göre, iki ifade de cebirsel olarak aynı kapıya çıkar. Ama “tasarruf açığı” olduğundan dış borç alındı denirse, vicdan azabı çekilmez. Önlem almak için yaratılması gereken “perhize mecburuz duygusu” yaratılamaz. Pasifik ülkelerinde yaşanan deneyler göstermiştir ki; dış açığı olmayan ülkelerde tasarruf açığı oluşmamaktadır.
* * *
Bir ülkenin tasarruf açığı, tanım olarak, kamu ile özel kesimlerin tasarruf açıklarının toplamına eşittir. Yunanistan’da krizin sebebi olarak gösterilen “bütçe açığı” aslında tasarruf açığıdır.  Bunun sebebi de cari işlem açığı vererek makro finansman dengelerini kurmuş olmalarıdır. “Finanse edilebildiği sürece sakıncası yoktur” denilen cari açıkları, tasarruf açığını, o da bu “vahim” krizi doğurmuştur. Eğer Yunanistan, cari açık vermeden sadece bütçe sorunuyla karşılaşmış olsaydı bunu çözmesi çok kolay olurdu. Hoş, zaten o zaman böyle bir sorun da ortaya çıkmazdı.   
Son Söz: Sebeple, sonuç birbirini kovalar.
Yazının Devamını Oku

Yunanistan’ın zımni moratoryumu

5 Mayıs 2010
IMF ile AB, 110 milyar dolarlık yeni bir kredi açarak, Yunanistan’ın “moratoryum” önerisini (adını telaffuz etmeden) kabul etti. Doğru yaptı. Moratoryumun anlamı şudur: Önce borçlu “ben borçlarımı ödeyemiyorum” diye bir açıklama yapar. Bunun ardından alacaklılar, biz de “senin borçlarını erteledik” derler. Alafranga deyimiyle borçlar “yeniden yapılandırılır”. Yani miktarı, vadesi, faiz haddi ve borçlunun yerine getirmesi gereken edimler üzerinde bir anlaşma sağlanır. Yunanistan ile IMF ve AB arasında yapılan da aynen budur. Moratoryumu kabul etmenin gerekçesi, borçlu ve alacaklılar için bu çözümün “ehven-i şer” (kötülerin iyisi) olmasıdır. Basına yansıyan bilgilerden, kapalı kapılar ardında Yunanistan ile IMF+AB arasında cereyan eden moratoryum müzakerelerinin bir hayli sıkıcı geçtiğini anlıyoruz.
* * *
Alacaklılar evet demeseydi; Yunanistan, moratoryumu resmen ilan edecekti. O takdirde alacaklı Avrupa bankaların bilânçolarında “toksik” (değersiz) varlıklar teşekkül edecekti. Pek tabii bu sefer Yunanistan’ı değil, kendi bankaları yani kendi vatandaşlarının tasarruflarını kurtarmak için Alman ve Fransız Maliyeleri ile Avrupa Merkez Bankası devreye girmek zorunda kalacaktı. Yunanistan, şartlara evet demeyip, moratoryum ilan etseydi, belki Arjantin gibi borçlarının bir kısmını sildirebilecekti. Ama milli geliri iki-üç yıl ciddi şekilde düşecek ve Avrupa Para Birliği’nden çıkmak zorunda kalacaktı. Bu da kötü olacaktı. Yani iki taraf için de adını koymadan “moratoryum” anlaşması yapmak daha isabetli olmuştur. Ama bu bir “happy end” değildir. Film bitmemiştir. Bu, sadece mutlu bir başlangıçtır. Gayret bundan sonra “dayıya” yani Yunan halkına düşmektedir. 
* * *
Yunanistan’ın başına gelenler, bizde hem bir sevinç ama daha çok ham bir böbürlenme vesilesi oldu. Türkiye 2001’deki krizi nasıl atlattı diye efsaneler yazılmaya ve anlatılmaya başlandı. Coşup, Yunanistan’a finansal danışmanlık yapmaya soyunduk. Bunlar iç tüketime dönük adam kandırma propagandalarıdır. Lütfen kimse yutmasın. 2001 ile 2008 yılları arasında, başta Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere ulusal ekonomisi, mucizeler (?) yaratmış, kişi başına milli geliri, dolar hesabıyla üçe-dörde katlamış, hesaben kamu borçlarının milli gelire oranı düşmüş, bankacılık kesimi toparlanmış bir sürü ülke var. Özellikle 2009 krizinden sonra Mısır, Tunus, Sırbistan ve benzeri yarı gariban ülkelerde de bankacılığın görünürde hiç arıza çıkarmadığını belirtmem gerek. Bu gelişmeleri meydana getiren küresel dinamikleri hesaba katmadan, nasıl da becerdik diye kendimizi gaza getirmenin âlemi yok. Hamdolsun biz de iktisaden iyi sonuçlar aldık. Ülkede gözle görülür bir refah artışı oldu. Bunları görmemek vicdana sığmaz.
* * *
Yunanistan ve ardı sıra gelen “cari açığı” yüksek diğer AB ülkeleri yüzünden, Euro değer kaybederse bu bizim için kötü olur. Bu yüzden ihracatımız yeterince artmaz ve büyüme hızımız düşer. Ama işin esas kötüsü, dışarıdan gelecek bol döviz yüzünden cari açık patlayabilir ve Türkiye, iki üç yıl içinde kendisi bir Yunanistan faciası yaşayabilir.
Son Söz: Bey atıyla gezmeye giden, dingonun ahırına çabuk döner.
Yazının Devamını Oku

Wilson doktrini ve Cumhuriyet’in Kürt politikası

1 Mayıs 2010
YAKLAŞIK 130 yıldır dünyanın en güçlü devleti Amerika’dır. Bu gücünü de yerkürenin her noktasında, gözünü bile kırpmadan savaşabilen kahhar ordusundan almaktadır.

¡  ¡  ¡

Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunda ve bilhassa II. Dünya Harbi’nden beri Türkiye’de izlenen iç ve dış politikada Amerika’nın etkisi büyüktür. Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri dahi, Helsinki toplantısında ABD’nin Avrupalılara yaptığı baskı sonucunda başlamıştır. Cumhuriyeti inşa eden kurucu atalarımız Avrupa siyasetini ve Amerika’yı çok iyi okumuşlardı. Amerika’da ve Avrupa’daki gibi T.C. de varlığını sürdürmek ve gücünü korumak için bir “ulus devlet” olacaktı. Başka çare yoktu. Gayr-i müslim azınlıklar meselesi mübadele ile halledilmişti. Milli birliğin tek zayıf halkasını Kürtler teşkil ediyordu. Büyük devletlerin Türkiye’yi bu fay hattından çatlatmaya çalışacağı biliniyordu. Kurucularımız, bu çatlağı yapıştırmak için üç sütuna oturan bir “entegrasyon/bütünleşme strateji” geliştirdiler.

1. Kürtler, bireysel olarak Türklerle aynı siyasi haklara sahip olacaktı.

2. Öğrenimde, idarede, hukukta ve edebiyatta ortak dil Türkçe olacaktı.

3. Kürtler, sadece bir bölgede değil, yurdun her yerinde yaşayacaktı. 

Bu suretle Türkçe konuşan ve bireysel haklar bakımından Türklerden hiçbir farkı olmayan ve ülkenin her yerinde oturan Kürtler, Wilson’un “self determinasyon” ilkesine dayanarak bir ayrışma (federasyon, otonomi, bağımsız bölge vb.) talep edemeyecekti. Maalesef, Cumhuriyet bu projesinde tam başarılı olamadı.  Kısmen de olsa Türklerle Kürtler aynı dili konuşan ve aynı coğrafyayı bölüşen tek bir millet olarak varlıklarını sürdürebilirlerse bu da Cumhuriyetin yarım kalan bütünleşme stratejisi sayesinde olacaktır.

Son Söz: Amerika’nın yaptığını yap, dediğini yapma.

 

Yazının Devamını Oku

Halka açılma reklamlarını izlediniz haberler azz sonra...

28 Nisan 2010
SERBEST pazar ekonomisi, isteyenin istediğini yaptığı, başına buyruk hareket ettiği, ben yaptım oldu diyenlerin at koşturduğu bir “düzen(sizlik)” düzeni değildir.

Tam aksine, girişimcilerin hareket serbestliğini kısıtlayıcı ilke ve kuralların geçerli olduğu bir kanun ve nizam sistemidir. Bu kurallardan biri de anonim şirketlerin, halka açılmaların reklâm edilmesinin yasak olmasıdır. Halka açılmak, yani halkı bir şirkete ortak olmaya davet etmek son derece hassas bir konudur. Yatırımcı dolduruşa getirilmemelidir. “Halka açılma” halka duyurulurken sadece nesnel bilgiler içeren “ilân”lar verilebilir. İlân metinlerinde, halka açılan şirketi öven, çok kârlı olduğunu ve olacağını, hisse senetlerine yatırım yapanların bu işten kazançlı çıkacağını, doğrudan veya dolaylı olarak anlatan ibarelere yer verilemez. Tasarruflarını belli bir şirketin hisse senetlerine yatırmak isteyenler, menkul kıymet alım satımı yapan aracı firmaların yatırım uzmanlarına danışarak veya tamamen kendi bilgilerine güvenerek alım yapar. İlke ve kural böyle olmakla birlikte “hukuk eşittir hülle” kültürüyle yetişen şirket yöneticilerimiz, halka açılmadan kısa bir süre önce “bayram değil, seyran değil; eniştem beni niye öptü” cinsinden okurun önce pek bir anlam veremediği çarşaf, çarşaf reklâmlarla şirketlerini göğe çıkartırlar. Son turda da yasalara uygun nesnel bilgiler içeren “ilân” gazetelerde arz-ı endam eder. Bu suretle her şey yasa ve yönetmeliklere uygun yapılmış olur. Vicdanlar rahattır. Çünkü herkes böyle yapmaktadır. Yasanın arkasından dolanmak, herkes öyle yapsa da, bırakın etik olmayı, hukuki bile değildir. Bunlara göz yummak ise düpedüz vazifeyi ihmaldir.
SALLANDIR İKİ KASAP ET FİYATLARI BAK NASIL DÜŞER
Her hafta gösterime yeni bir reklâm filmi koyan AKP propagandacıları, bu hafta da “ben halkıma bu kadar pahalı et yedirtmem” adlı filmi vizyona koydu. Senaryoya göre film “alıcı kılığına giren et ajanlarının” kasapları dolaşıp, fiyat raporlarını başbakana sunmasıyla başladı. Kimsenin aklına, gazetelerin pazar günleri verdiği süpermarket eklerine bakmak gelmemiş. Neyse. Eskiden olsa, “sallandır iki kasap, bak et fiyatları nasıl düşüyor” denirdi. Şimdi ise “aç ithalat kapısını, düşsün fiyatlar” yöntemi uygulanıyor. Bir iktisatçı olarak, ticarette serbestliğe yani ithalata karşı olamam. Ama acaba her iktisadi mesele “ithalatı serbest bırak, fiyat kendiliğinden olması gereken düzeye gelir” şablonuyla çözülebilir mi? Mesela, yabancı işçi çalıştırmak serbest olsun, işçilik maliyeti düşsün; sanayimiz de rekabetçi olsun denebilir mi?  O takdirde işsizlik sorunu ayyuka çıkmaz mı?
* * *
Fiyat ve gelir bir madeni paranın iki yüzü gibidir. Et fiyatının yükselmesi, bu sektörde çalışanların geliri arttı demektir. Hayvan yetiştiriciliği, yem tarımı ve üretimi, besicilik, cambazlık, celeplik, komisyonculuk, et toptancılığı ve perakendeciliğinden (kasaplık) oluşan “et ikmal zinciri”ni yıllar önce bizzat incelemiş bir kişi olarak söyleyeyim, bu sektörde kartel yoktur dolayısıyla “yapay” fiyat artışı olmaz. Çünkü zincirin her baklasına giriş ve çıkışlar serbesttir.  Et ithalatı, et fiyatlarını düşürür; ama et meselesini çözmez. Et fiyatlarının yükselmesinin gerisindeki sakat sosyoekonomik yapıyı da daha beter bozar. Fiyatların yüksek olması, yapısal dönüşüm için iyi bir fırsattır.
Son Söz: Üretici hakları, tüketici haklarından
önce gelir.

 

Yazının Devamını Oku

Titremek mücrim gibi baktıkça geçmişe

24 Nisan 2010
NÜFUSUNUN önemli bir kısmı 120 kilonun üstünde şişkolardan oluşsa bile Amerika, en az 130 yıldır ve de halen, dünyanın en güçlü devletidir. Bu gücünü, gözünü kırpmadan savaşabilen kahhar ordusundan almaktadır. Woodrow Wilson (D:1856; Ö:1924) 1913 ile 1921 yılları arasında ABD’nin başkanıdır. Daha önce Princeton üniversitesinin rektörlüğünü de yapmış olan Wilson, 1919 Nobel Barış Ödülü sahibidir. Başkan Wilson’un 8 Ocak 1918’de yaptığı meclis konuşmasında vazettiği “14 Nokta” Wilson Doktrini veya Wilson Prensipleri olarak bilinir. 1823 yılında, o dönemin ABD Başkanı olan James Monroe’un 2 Aralık’ta irat ettiği nutkunda yer alan esaslarla birlikte, Wilson Doktrini, ABD’nin “dünyaya nizam vermek” için izleyeceği siyasetin değişmeyen istikametini gösterir. Monroe “Avrupa devletlerinin, Batı yarımkürede herhangi bir ülkeye yapacakları bir askeri müdahale, doğrudan ABD’ye savaş açmak anlamına gelir” demiştir. Bu meydan okuyuş ABD’nin “dünya devleti” olduğunun ilk resmi ilanıdır. George Bush’un (baba Bush) 1990 yılında açıkladığı ve birinci Irak savaşının kendilerince ahlaki gerekçesini teşkil eden “New World Order” adlı manifestosu da esasında Wilson ilkelerinin tekrarından başka bir şey değildir.
* * *
Wilson Doktrinin 12. Maddesi, Osmanlı Devleti ile ilgilidir. Bu maddede Türklerin, yaşadıkları yerlerde (bu yerlerden nerelerin kastedildiği Sevr Anlaşmasında netleşmiştir) egemen olabileceğini söyleyen Wilson, sözlerine şöyle devam etmiştir: “Dünyanın büyük demokrasilerin esas amacı; Ermenileri, Yahudileri ve Rumları, Türk hükümetlerinin uyguladığı habis, gaddar ve korkunç siyasetten kurtarmaktır. Bu insanları özgürleştirmek, Almanların dünya gücü haline gelmesinin temellerini de tahrip edecektir.”
Wilson, bir Kürt devleti kurulmasını da zımnen söylemiştir. Wilson sözlerine şunları da ilave etmiştir. “Türkiye’yi parçalamak ve Balkan devletlerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamak, Avrupa uluslarının aralarındaki ilişkileri, harpten önce tasavvur bile edilemeyecek şekilde değiştirecektir.”
Wilson’un nutkunu 11 Ocak 1918’de köşesinde yorumlayan “The New York Times” gazetesi yazarı S.S. McClure şunları yazmıştır: “Başkanın sesi, Amerikanın sesidir. Başkan, 100 milyon Amerikalının kendisine verdiği yetkiyle konuşmaktadır. Söyledikleri, mütemadiyen sual edilen, İtilaf devletlerinin (İngiltere, ABD ve müttefikleri) niçin savaştığının yeniden anlatımıdır. Bu belge (Wilson İlkeleri) insanları özgürlüğe kavuşturacak, tarihin büyük mukavelelerinden biridir.”
* * *
Wilson, doktrinini Almanya’nın I. Dünya Harbini kaybetmesi üzerine açıklamıştır. O günden beri cereyan eden etnik savaşların dayandığı temel, bu doktrinin esasını teşkil eden “Self Determinasyon” prensibidir. Bu ilke, Avrupa’da yeşeren milliyetçiliğin devamıdır. Ne yazık ki yine bu ilke, farklı etnik kökenden gelen halkların birlikte yaşama geleneğini ortadan kaldırmıştır. Self determinasyon, isyanlara, şiddete, teröre ve savaşlara yol açmış; günün sonunda mutlaka “etnik temizlik” ve “bölünme” ile sonuçlanmıştır. Yakın tarih bunun örnekleriyle doludur. (Devamı var)
Son Söz: Amerika, herkesin işine karışır, kimse Amerika’nın işine karışamaz.
Yazının Devamını Oku

İşsizliğe fikirbilimsel çözüm

21 Nisan 2010
BAŞLIKTA yer alan “fikirbilimsel” kelimesi, bildiğim kadarıyla benim uydurmamdır. İdeolojik sözcüğünün karşılığıdır.

“İdea” fikir, “loji” de bilim anlamına geldiğine göre, ideoloji yerine fikirbilim, ideolojik yerine de fikirbilimsel denebilir. Pek tabii ideoloji, bilim değildir. Çünkü bilimin kaynağı fikir değil, “doğa”dır. Doğa kelimesi genellikle çayır çimen, börtü böcek anlamında kullanılıyor. Bu kapsam yetersizdir. Benim kullandığım anlamda “doğa”nın içinde insanlar ve insan toplulukları da vardır. Dolayısıyla, insanların ve insan topluluklarının daha müreffeh yaşamak için sergiledikleri davranışlar gözlemlenerek geliştirilen iktisat, bir bilimdir. Kalkış noktası, dayanağı ve referansı da doğadır; hayatın kendisidir. Bu sebeple iktisadi çözümlerin doğal olması gerekir. Eğer işsizlik gibi bir iktisadi meseleye belli bir mefkûreden (fikirler kümesinden) yaklaşılırsa, başka çözümler de bulunabilir. Ancak bunlar, idealist olur; realist yani gerçekçi olmaz.  Dolayısıyla işe yaramaz. Daha kötüsü, faydasından çok zararı olur.

* * *

İktisadi hayatımızın en baş ağrıtan ve toplum indinde en üst sırada yer alan meselesi işsizliktir. Bu mesele Başbakanımız Erdoğan’ı da üzmektedir. Başbakanımız, bakanlarının ve iktisatçıların bu soruna bir çözüm bulamamasından sıkılmıştır. Meseleyi bizzat ele almış ve belli bir mefkûreden hareket ederek “idealist” bir çözüm yolu bulmuştur. Başbakana göre 1 milyon 600 bin üyesi olan Odalar Birliği’nin her üyesi, bir işsize iş verse işsizlik meselesi hafifleyecektir. Ancak kendisinden her konuda yardım dileyen TOBB üyeleri, başbakanın bu ricasını kabul etmemiştir. Hatta bulduğu çözüme karşı söylenenlerden, Başbakan kendisiyle alay edildiği kanaatine varmış ve buna çok öfkelenmiştir. O kadar kızmıştır ki; pat diye TOBB üyesi işverenlerin önemli bir kısmının çalıştırdıkları işçilere düşük ücret ödeyerek onların emeklerini sömürdüğünü söylemiştir. Başbakan pazartesi günkü konuşmasında, ricasını ret edenleri azarlamaya devam etmiştir. Muhtemelen Orta Anadolu’da faaliyet gösteren, düşük ücretle ve sigortasız işçi çalıştıranların, Marmara Bölgesi’nde kurulu, hem işçisine iyi maaş veren hem de sigorta primi ödeyen firmalarla haksız rekabete girdiğini ileri sürmüştür. Bu bölge ayırımı biraz tuhaf olmuştur. Neyse.

* * *

Yazının Devamını Oku

Teori ve pratik

17 Nisan 2010
ODTÜ’den sınıf arkadaşım endüstri mühendisliği profesörü Sami Ercan’ın teşvikiyle Marmara Üniversite’sinde öğretim görevlisi sıfatıyla işletme iktisadı dersleri vermiştim.

Bu maceram 1987’den 1999 yılına kadar sürdü. Sami Ercan, “öğrencilere deneyimlerini ve bunlardan çıkardığın sonuçları anlatsan” yeter demişti. Ben biraz daha ileri gittim. Önce Sami’nin verdiği kitaplardan yararlanarak bir müfredat programı hazırladım. Bir yarıyılda 14 hafta ders yapılıyordu. Her hafta bir konuyu işlemek üzere bu müfredatı parçalara ayırdım. Belki de “alaylı hoca” olmanın kompleksiyle önce her konunun kuramsal dayanağını saptadım. Sonra bu kuramları (teorileri) vakalarla öğrencilere aktarmaya çalıştım. Hocalık dönemimde en çok karşılaştığım soru “anlattıklarınız teorik olarak doğru olabilir; ama acaba pratikte çalışıyor mu?” idi. Ben de öğrencilerime “bu soruyu soracağınız en son kişi benim. Çünkü ben uygulamanın içinden geliyorum” diye söze başlar ve pek tabii çalışıyor, yeter ki teoriyi anlatan da dinleyen de teoriyi biliyor ve anlamış olsun diyordum. Son sözüm de  “teori, pratiğin damıtık halidir” olurdu. 

* * *

Ampirik kanıtlar, cari işlem fazlası olan “gelişen” ülkelerin, cari açık verenlerden daha hızlı büyüdüğünü gösteriyor. Ortada bu gerçek dururken, TÜSİAD dâhil tüm kamuoyu oluşturucular “hızlı kalkınmak istiyorsak, cari açık vermemiz” kaçınılmazdır diye söze başlıyorlar. İşin kötüsü bunu ispatlanmış bir “kuram” gibi ortaya koyuyorlar. Bu tuhaf konuşmaları dinlemekten içim karalar bağlarken, teori-pratik tartışmasına dair ilginç bir makale okudum. Birden ferahladım. Şimdilerde “dediklerin pratikte çalışıyor; ama acaba teorik olarak doğru mu?” diye sormak moda olmuş. Bayıldım doğrusu. Kanıta dayalı iktisat, (evidence based economics) diye bir deyim var. Herkes kendi söylediklerini destekleyen kanıt bulabilir. Ama yakıcı bir soru şudur. Yeterli sayıda kanıtla doğruluğu istatistiksel olarak kanıtlanmış bir iktisat kuramına uymayan gözlemler neyi ispatlar? Teorinin yanlış olduğunun mu, yoksa teorik irdelemenin yanlış yapıldığını mı? 

* * *

Yazının Devamını Oku

Parmak ısırtan Türk bankaları

14 Nisan 2010
GÜN geçmiyor ki Türk bankalarının küresel kriz ortamında ne kadar iyi yönetildiği hakkında gazetelerde bir yazı çıkmasın.

Amerikan ve Avrupa bankaları birbiri ardına iflas ederken, bizim bankalarımızın çatısından tek bir kiremidin bile düşmemesi tüm dünya yatırımcılarının ilgisini çekiyor. Borsa endeksinin cari fiyatlarla TL bazında rekor kırdığı geçen haftanın yükseliş yıldızları yine Türk bankaları idi. Büyük bir gazetemiz bunu “Parmak Isırtan Türk Bankaları” manşetiyle okurlarına duyurdu. 

* * *

Bankalarımız hakkında çıkan bu övücü yazıların, bankacılığa faydadan ziyade zarar verdiği kanaatindeyim. Bankacılığı çok kârlı bir “voli” sektörü olarak göstermek veya görmek ulusal ekonomimiz için bir risktir. Anlatayım: 

1. Bankacılık sektörü, reel sektörün ve kamu kesiminin “ayna simetriğidir”. Bankanın aktifi yani varlıkları, reel sektörün ve Hazine’nin pasifidir, yani yükümlülükleridir. Öyleyse, cebirsel olarak reel sektörün veya Hazine’nin durumunun “kötü” olduğu, mesela sanayinin küçüldüğü ve bütçe açıklarının büyüdüğü bir ortamda banka sektörünün durumunun “iyi” olması zordur. Sürdürülemez.

Yazının Devamını Oku