3 Temmuz 2010
BEN iki hafta önce Çevre Bakanı’nı uyarmıştım. Sabahlara kadar gümbür, gümbür müzik yayını yapıp uzak ve yakın çevreyi rahatsız eden sosyetik açık hava gazinolarının seslerini kısmaya kimsenin gücü yetmez diye. Çünkü bu sosyetik gazinoların arkasında çok ciddi medya desteği vardır. TV’lerde ve yazılı basında, gürültüyle mücadele edenin üstüne öyle bir gelirler ki, zavallı yetkili kaçacak yer bulamaz. Hamle üzerine hamle tazelerler, bıkmazlar usanmazlar. Yetkili bir cevap verir, onlar on yazı yazar. Sonunda gürültüyle mücadeleye kalkan, bakan da olsa pes eder. Ne halleri varsa görsünler deyip köşesine çekilir. Nuri Ceylan Bilge’nin “güzel ve yalnız ülkem” diye tanımladığı Türkiye’de hayatın tadını çıkarmak isteyenlerin uyduğu tek kural “kuralsız yaşamaktır”. Bu sefa düşkünü beylere ve hanımlara yasak sökmez. Bunlar ne trafik kuralı tanır, ne belediye yasağı.
* * *
Gürültüyle niçin mücadele edilemeyeceği konusunda ikinci bir yazı yazmaya hiç niyetim yoktu. Ama “gazinoperestler” öyle bir “savla” karşı taarruza geçtiler ki; topa girmem şart oldu. Gürültücülere göre, önce yüksek ezan sesi, sonra boğazda turlayan eğlence motorlarının çıkardığı sesler azaltılmalı, sonra bütçeye belki “yüzlerce milyon lira” yük getirecek ses maskeleme duvarları veya perdelerini inşa edilerek çevre yolarındaki trafik gürültüsü önlenmeli en sonunda da sıra “maliyeti sıfır olan” hoparlör kısmaya gelmeliymiş. Kurulan tuzağı görüyor musunuz? Nasıl olsa bakan bunları başaramayacak ve sosyetik gazinolar da sabaha kadar yeri göğü inletmeye devam edecekler. Bu tekliflerde iyi niyet var mı Allah aşkına? İsterseniz ben tuzağı biraz daha genişleteyim. Bazı dostlarımın evleri demiryoluna çok yakın. Geçen trenlerin çıkardığı sesten çok rahatsız oluyor zavallılar. Lütfen Haydarpaşa-Pendik arasında çalışan trenlerin sesi kısılsın. Makinistler de gece yarısından sonra düdük çalmasın. Olamıyorsa, belli saatler arasındaki tren seferleri yasaklansın. Bir akrabam Yeşilköy’de oturuyor. Uçaklar inip kalkarken çok gürültü çıkarıyor. Bakan gazinolarla uğraşacağına bu gürültüyü azaltsın da bir görelim. Ama her şeyden önce şu bet sesli “vuvuzela” zurnasının sesini kessin. Sonra konuşuruz. Yallah!
* * *
Gazinoperestlerin kullandığı bu sindirme tekniğine “sureti haktan görünüp şerden yana tavır almak” denir. Sen misin gürültüyle mücadele isteyen. Ben senden on kat daha gürültüye karşıyım. AMA! Sen önce şu ev ödevlerini yap, sonra karşıma geçip gürültüyle mücadeleden bahset. Bu arkadaşların teklifi şudur: Siz, bizim gazinoların sesini kısmayın, biz de seyyar satıcı bağırtısına, köpek havlamasına, yüksek ezan sesine, eğlence motoru veya trafik gürültüsüne bir şey demeyelim. Bundan daha “gayri ahlâki” bir anlaşma olur mu? Böylece her tür gürültülerden rahatsız olan geniş halk kütlesini, bütün gürültüleri dinlemeye mahkûm ediyorlar. Kaçak inşaat sahibinin belediyeye “önce başkalarının kaçak inşaatını yık, sonra benimkini” demesi “ne onlarınkini ne de benimkini yık” demektir. Bir ülkede “kanun hâkimiyeti olmasın” demenin dolambaçlı yolu “önce başkaları yasalara uysun, ben sonra uyarım” diye etrafa posta atmaktır.
Son Söz: Her ihlâlde, bir kâr vardır.
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2010
YUNANİSTAN’ın ekonomik durumunu kısaca özetleyelim. Nüfusu 11 milyondan biraz fazla.
Toplam milli geliri 2009 yılında 340 milyar dolar. Her ülkenin milli geliri kendi para birimiyle ölçülür. Yunanistan’ın ulusal parası Euro’dur. Milli geliri Euro ile ölçülür. Uluslararası karşılaştırmalarda kullanılmak üzere dolara tercüme edilir. Bu tercümede Dolar/Euro kurundaki oynamalar sonucu etkiler. Kişi başına yıllık milli geliri 30 bin 500 dolar. Yani ortalama bir Yunanlı, ortalama bir Türk’ten 3.5 kat daha zengindir. Bu Türklerin Yunanlılar için üzülmesi biraz tuhaftır.
* * *
Yunan devletinin toplam borcu, 450 milyar dolar; Yunanistan denilen ülkenin dış borcu ise 560 milyar dolardır. Bu borcun 400 milyar doları devlet borcudur. Demek ki; Yunanistan, kamu açıklarının çoğunu yurt dışından borçlanarak kapamıştır. Yunanistan’ın veya “cari açık” vererek sefa süren herhangi bir ülkenin esas derdi kamu borcunun büyüklüğü değil, paranın dışarıdan gelmiş olmasıdır. Yunanistan’ın kamu borçlarının milli gelirine oranı 2010’da yüzde 120’yi, bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 12’yi geçecektir. Yabancılar, Yunanistan’a daha fazla borç vermek istemediği için, Yunanistan tıkanmıştır. Bu yüzden hükümet halkına acı ilacı içirtecektir.
* * *
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2010
BAŞBAKAN yardımcısı ve ekonomiden sorumlu bakan Sayın Ali Babacan, her yıl bir iki defa medya iktisatçıları ile sohbet toplantısı yapar. Yanında genellikle Merkez Bankası Başkanını ve Hazine Müsteşarını da getirir. Ben de 2002 yılından beri yapılan bu toplantıların çoğuna katıldım. Toplantının ilk bölümünde önce Bakan Babacan sözlü olarak bir durum değerlendirmesi yapar. Her zaman olmasa da daha sonra ya Merkez Bankası Başkanı ya da Hazine Müsteşarı görüntülü bir sunum yaparlar. Toplantının ikinci bölümünde Bakan Babacan, katılımcıların hepsinden “belli bir konuda” görüş alır. Toplantıya katılan medyada etkili iktisatçıların bir kısmı zor konuşur bir kısmı da zor susar. Haklı olarak, sorulan sorunun içine hapsolmak istemezler. Bunun yerine kendi gündemlerine öncelik vererek “yüksek sesle düşünür”. Ara sıra katılımcılar arasında tartışma da çıkar. Toplantılar yorucudur. En azından benim için böyledir. Anlatılanları imbikten geçirip, içine gömdürülmüş “özü” dolgu maddelerinden ayırmak için konuşanı pür dikkat dinlemeye çalışırım. Yine de dikkatimi yeterince teksif edemediğim için “sözün özünü” çıkaramadığım çok olur. Bu da beni yorar. Ama şunu belirtmem gerekir ki, her toplantıdan yararlandım.
¡ ¡ ¡
Bundan kısa bir süre önce yapılan toplantıda, bakanın irdelenmesini istediği husus “şimdi ne yapılmalı” idi. Asaf Hoca’nın da tespit ettiği gibi bakan, belirsizlik içindeydi ve kararsızdı. Söz sırası bana gelince lâfa şöyle bir giriş yaptım. Bir iktisadi faaliyeti yönetirken iki tür karar alınır:
1. Stratejik
2. Operasyonel.
Tersi de doğru olabileceklere stratejik, tersi doğru olmayanlara operasyonel kararlar denir dedim. Bir misal olsun diye “kayıt dışılığın azaltılması” bir ülke ekonomisinin sağlıklı işlemesi bakımından şarttır; dolayısıyla operasyoneldir. Çünkü tersi savunulamaz diye ilave ettim. Babacan gülümseyerek, “Öyle mi, bize kayıt dışılıkla mücadele etmeyin; bu mücadele ekonomiyi kötü etkiyor” diyenler var dedi. Ben afalladım; itirazı geçiştirdim. Söze devamla: Türk ekonomisindeki önündeki mayının “büyüyen cari açık” olduğunu ve bunun esas sebebinin de aşırı değerli TL olduğu inancımı tekrar vurguladım. Ne yapın, yapın TL’nin değerlenmesini durdurun dedim. Sıcak para giriş/çıkışlarının vergilendirilmesi dâhil her önlemi alın. İstenirse bu konuda size 20 maddelik bir tedbirler paketi sunabilirim dedim.
¡ ¡ ¡
Ancak aklım Bakanın bahsettiği “kayıt dışılık ekonomi için iyidir” savına takıldı. Ben bu güne kadar her platformda kayıt dışılık ekonomi için kötüdür diye konuşmuşumdur. Ama içime bir kurt düştü. Yoksa yanılıyor muydum? Acaba kayıt dışılık bir yerde işsizliğin önlenmesi için gerekli gördüğüm, “esnek istihdam” ve “bölgesel asgari ücret” “ücretler üzerindeki vergi yükünün düşürülmesi” gibi tedbirlerin tamamını, piyasanın kendi kendine halletmesi olabilir miydi? Yine bu kayıt dışılık, bir bakıma TL’nin aşırı değerli halini törpüleyen bir otomatik düzeltici mekanizma mıydı? İşsizlik bu kadar yüksekken, kayıt dışılığın yarattığı istihdam göz ardı edilebilir miydi? Bu da bir bakıma devletin sosyal yardım yükünü azaltmıyor muydu?
Son Söz: Reddet, ama düşün!
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2010
BEN, iktisat sözcüğünün “kısıt” tan geldiğini zannederdim.
Bir sohbet sırasında bunu ağzımdan kaçırınca Memduh Hoca (Profesör Memduh Yaşa) derhal müdahale etti. Söylediğin yanlıştır. İktisat, “kıst”tan değil “kasd”tan yani maksattan gelir, Arapça’da biri t ile diğeri d ile yazılır dedi. Memduh Hoca’nın yaptığı bu düzeltme, zihnimde yeni bir pencere açmıştı. Bu sayede iktisadi davranışın, maksada hizmet eden anlamına geldiğini anladım. Ezberimdeki “iktisat, kısıtlı kaynakların azami verim getirecek şekilde tahsisi ile uğraşır” tanımının kapsamı genişledi. Daha önce hocam Fuat Çobanoğlu’dan “rasyonel” kelimesinin, hem “iktisadi” hem de “akılcı” anlamına geldiğini öğrenmiştim. Böylece taşlar yerine oturdu. Bu köşede yazdığım her yazı, ya doğrudan ekonomiyle ilgilidir ya da herhangi bir meseleye iktisatçı gibi yaklaşıldığında o olayın veya sürecin nasıl akılcı bir şekilde tahlil edilip, maksada uygun çözülebileceğini anlatmaya çalışır.
* * *
1. Başbakan R.T.Erdoğan, adı sonradan demokratik olan Kürt Açılımının maksadını “analar ağlamasın” diye ortaya koymuştu. Bu ifadeden çıkan ilk mantıksal sonuç, “analarımız ağlamasaydı, bizim bu açılımı yapmaya niyetimiz yoktu” olur.
2. Bu durumda açılımı zorlayanlar da “gördünüz mü, biz bunların analarını iyi ki ağlatmışız, yoksa açılım olmayacaktı” diye düşünür.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2010
ÜRDÜN’de uzun süre maliye bakanlığı yapmış olan yakın arkadaşım Dr. Michel Marto, 1962 ODTÜ ekonomi-istatistik bölümünden mezundur. Michel bir gün Ankara’da bir partiye (kızlı oğlanlı danslı toplantı) gitmiş. Orada tanıştığı güzel bir kıza Arap olduğunu söyleyince kız da ona “hem beyaz, hem arap; bu nasıl oluyor?” demiş. Akşam yurtta Michel herkese bunu anlatıyor ve kızın cehaletiyle dalga geçiyordu. Ben de ona Türkçede ‘arap’ siyah anlamına da gelir. Kızcağız iki kelimeyi karıştırmış belki de sana pas vermiştir dedim. Her Allahın günü en az beş saat nutuk atan başbakanımız kendi “Arabizasyon” politikasına karşı çıkanları susturmak için “bazıları köpeklerine ‘arap’ adını koymuştur” diyor. Başbakanımız herhalde biliyordur. Siyah renkli köpeklere arap adı verilir. Bu adı koyan Arap milletini kastetmez. Bazılarımız da özellikle fino köpeklerine bir İngiliz erkek isminin kısası olan “Bobi”, bazılarımız da büyük köpeklerine de ‘paşa’ adını koymuştur. Köpeğe isim takmak onu sevmek demektir.
* * *
Aslında bu bir iktisat yazısıdır. Lütfen okumaya devam edin. Ekonomi dünyasında şu aralık çok sıkı bir kapışma var. New York Times gazetesinin Nobel ödüllü iktisat köşe yazarı Krugman, krizden çıkmak için hükümetler “bütçe açığı vermekten korkmamalıdır” diyor ve tezini şöyle savunuyor:
1. Birinci aşamada verilecek bütçe açığı, ulusal ekonomide bir “canlandırıcı” (stimulus) olarak çalışacak ve “çarpan etkisi” (fiscal multiplier) ile milli geliri büyütecektir.
2. Büyüyen milli gelir de devletin vergi hâsılatını arttıracaktır. Böylece ikinci aşamada “bütçe açığı” kendiliğinden küçülecektir.
Karşı tezde olanlar ise, bütçe açıklarının artarak sürmesi, insanlarda “bindik bir alamete, gidiyoruz felakete” duygusu yaratacaktır. Bu nedenle piyasaların ve hane halkının, hükümete olan güvenini azaltacaktır dedikten sonra, şöyle bir akıl yürütme yapıyorlar.
1. Hükümete güvensizlik ve onun yarattığı belirsizlik ortamı, ekonomide bir büzüşme yaratacaktır.
2. Hatta ekonomiyi canlandırsın diye verilen bütçe açığı “negatif mali çarpan” (negative fiscal multiplier) etkisiyle milli geliri azaltacak, devletin vergi geliri düşecek ve açık daha da büyüyecektir.
* * *
Parası döviz olmadığı için, Krugman’ın ABD’yi ve AB’yi düşünerek geliştirdiği teze, sıcak bakamayan Türkiye ne yapıyor? Mayıs ayı sonuçlarına göre, harcama kısarak değil, ithalat artışına bağlı olarak artan dolaylı vergilerle “sıkı bütçe” uygulaması sürüyor. Yıllık faiz dışı fazla hedefi 6.5 milyar TL iken, mayıs sonunda bu sayı 14 milyara çıkıyor. Yıllık bütçe açığı hedefi 50 milyar TL iken beş ayda sadece 10 milyar açık veriyor. Harika! Üstelik büyüme tahminleri şimdiden yıllık yüzde 6’yı geçti bile. Harika! Yani Türkiye “karşı tezi” uyguluyor ve ilk aşamada bile başarılı oluyor. Pekiyi şeytan bunun neresinde? Şeytan “cari açığın” patlamasındadır. Anlayacağınız yine “el parasıyla ekonominin çarklarını çevirme” modeline geri döndük. Bu durumda sorun, yurt dışından kesintisiz para akışını sağlamaya dönüşüyor. Batı’dan akan döviz aksarsa, neden Arap parası bunun yerini almasın?
Son Söz: Reel politik, reel ekonomiktir.
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2010
BUGÜNLERDE batan batana! Önce İrlanda, sonra sırasıyla İzlanda, Macaristan, Yunanistan, Portekiz, İspanya sonra tekrar Macaristan ve şimdi de Japonya batmış veya batmak üzereymiş.
Bir süre önce Dubai de batmıştı da amcasının oğlu Abu Dabi kurtarmıştı onu. Hatırladınız değil mi? ABD ekonomisi batan yüzlerce bankası ve trilyon dolarlık bütçe açıkları ile zaten hapı yutmuş vaziyette. İngiltere’nin hali uzun bir süredir bir ayrı felaket. Dünya ekonomisinin yükseldikçe yükselen yıldızı Çin’de de “emlak fiyatları balonu” oluştuğundan orada da kriz kapının arkasındaymış.
Ne olacak bu dünyanın hali? Neyse ki bizim durumumuz çok iyi.
Hem kriz teğet geçti, hem de bankalarımız dosta düşmana parmak ısırtıyor. Henüz hiçbir gazetede okumadım ama yakında ekonomi sayfalarında şöyle bir “reklâm/haber” ile karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. “İsviçre Bankalar Birliği, Türkiye’den bankacılık konusunda bilimsel ve teknik yardım istedi. Özellikle kamu bankalarınız birer harika; n’olur gelin bu işin püf noktalarını bize de öğretin dediler.” Allah aşkına yukarıda yazdığımı olmuş diye okuyup, birbirinize anlatmayın.
Sonra biri de gelip duydun mu diye bunu bana anlatıyor. Ben de utancımdan yerin dibine giriyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2010
İNŞAAT mühendisliğinde “bütün yükler temele gider” diye bir ilke vardır. Bir binanın temel üstünde yer alan her tür inşaat ve binaya sonradan yapılan eklemeler, ister düşey ister yatay eksende olsun, temele yük bindirir. Bu yükler hem durağan hem de hareketli olabilir. Rüzgarın, karın, yağmurun ve özellikle depremin yarattığı hareketli yüklerin hepsi, ekleme 100. katta yapılsa da mutlaka temele “intikal” eder. Hatta ekleme, temelden düşey ve yatay olarak ne kadar uzakta yapılırsa, temele giden yük de “kaldıraç” etkisiyle o kadar fazla artar. Bu kadar inşaat mühendisliği ukalâlığı yeter. İnşaat mühendislerinden hatalarımı hoş görmelerini dilerim.
* * *
1. İktisat hocam Sadun Aren, ekonomide bütün problemler ve çözümleri “milli gelirin yeniden dağılımını etkiler” derdi. Ben hocamın bu ifadesine “milli servet” ibaresini de ekledim. İnşaat mühendisliğinin “bütün yükler, temele gider” ilkesi gibi, iktisatta da “bütün yükler temele gider” ilkesi vardır. Ekonominin temeli de insandır. Önce ulusal düzeyde başlayan ve sonra “kaldıraçlı finansal ürünlerle” küresel ekonomiye yayılan “piyasadan zenginleşmenin” yükü de dünya ekonomisinin temeline gitmiştir. Bu yükler “milli gelirleri ve milli servetleri” ülke halkı ve ülkeler arasında yeniden dağıtacaktır.
2. Krizlerden sonra açıklanan canlandırma veya istikrar paketlerine halk hep şüpheyle bakar. Çünkü her çözümün, temele intikal edecek bir yük yaratacağını, sağduyusuyla çoktan idrak etmiştir. Büyük mühendis Fevzi Akkaya’nın deyişiyle bunu anlamak için “at aklı” yeter. Halk, çözüme karşı değildir. Ama yükler temele intikal ederken, alta kalıp canı çıkacaklar arasına kalmaktan endişelidir. Halkın, hemen her zaman, iktisadi çözümlere karşı tavır alışının sebebi budur.
3. Yunanistan’da veya İspanya’da halk, kendi eliyle iktidara getirdiği “sosyalist” hükümete karşı isyanları oynamaktadır. Yunan ve İspanyol başbakanları ise halkı fakirleşmekten kurtarmaya çalışmaktadır. Ters gibi geliyor ama maaş düşürme ve sosyal harcamaların kısılması dâhil, bütçe açığını azaltmaya matuf önlemlerin gerekçesi halkı korumaktır.
4. Peki, sokağa dökülen halk, acaba bilmeden, insiyaki olarak başka bir çözümü mü dayatmaktadır? Yoksa bu dayatılan çözüm “milli geliri yeniden dağıtmayı bırakıp, milletler arası geliri ve serveti yeniden dağıtmaya bakmak” mıdır?
5. Mesela Yunan veya İspanyol devleti, devlet tahvillerinin yarısını sildirse veya sıfır faizle geri ödemeleri ertelese, bu tahvilleri ellerinde bulunduran “servet sahipleri”nin serveti azalmış olur. Eğer tahviller kısmen bankaların aktifindeyse, Avrupa Merkez Bankası bunları satın alıp yerine para verebilir. Zaten Euro’yu kurtarmak için oluşturulan 1 trilyon dolarlık istikrar fonuyla yapılan da budur.
6. Bu şartlar altında geliri ve serveti azalanlar sadece zora giren ülke vatandaşları değil, tüm Avrupalılar olmaktadır. Hadi bir ukalalık daha yapayım. Mühendislikte buna, yükü “mütesâviyen münteşir” (eşit olarak yayılmış) hale getirmek denir. Bu yapılırsa “Avrupa Birliği’nin” iktisadi temeli, krizlere daha dayanıklı hale gelir.
Son Söz: Her çözüm, bir sorundur.
Yazının Devamını Oku 9 Haziran 2010
BU bir mizah yazısıdır. Lütfen aşağıda okuyacaklarınızı ciddiye alıp hemen bana karşı veya benden yana tavır almayın. Hele, hele “yazıyı eksik bilgiyle kaleme almışsınız” diye başlayan bir açıklama gönderme zahmetine hiç katlanmayın. Bugün de benim canım kafa bulmak istiyor. Çok görmeyin. * * *
Çevre dostu gazetecilere göre Hidroelektrik Santraller (HES) su tüketiyor. Bu yüzden ne kadar çok HES inşa edilirse o kadar akarsu, “akmazsu” oluyor. Bu arkadaşlara göre, bir vadiden geçen akarsuyun önüne duvar inşa ederek oluşturulan baraj gölünde toplanan su, elektrik üreten türbinleri çevirdikten sonra, açılan bir delikten arzın merkezine doğru yoluna devam ederek yok oluyor. Bir başka ihtimal de suyun buharlaşmasıdır. Yani kullanılan su, daha önce aktığı yatağına bir daha kavuşamıyor. O yörede doğa mahvoluyor. İşte bu çok zararlı HES’leri savunan Çevre ve Orman Bakanı ve de çevre mühendisliği müderrisi Veysel Eroğlu, “kırsal çevreye” yaptığı kötülükler yetmiyormuş gibi şimdi de “kentsel çevre”nin canına okumak için gürültüyle mücadele kararı almış. Bunu duyunca, “işte şimdi bakan boyundan büyük işe kalkıştı” dedim. Göreceğiz bakalım, el mi yaman bey mi yaman? Bu gürültüyle mücadele çok bakan eskitmiştir. Bakana bir çift ağabey sözüm var. Bir defa gürültü, “istenmeyen ses” demektir. Türkçesini anlamayanlar için İngilizcesini söyleyelim. “Unwanted voices, are noises”. Maalesef, bu özdeyişin İbranicesini bilmiyorum, onu söyleyemeyeceğim. İstanbul’da Boğaziçi’nin tam göbeğinde, gece yarısından evvel ve ahir, yüksek şiddetli müzik yayını yapan eğlence yerlerine giden ülkemizin önemli “sefa düşkünleri” bu çıkan sesleri istiyorlar. Tanıma göre ortada bir gürültü yok; keyif veren bir müzik var. Denecek ki; ama bu müzik yayını, onu duymak istemeyenler için işkenceye dönüşüyor. Olsun. O, onların sorunudur. Kaldı ki, bu “hoparlör terörizmi” sadece Boğaziçi’ne mahsus bir olay da değildir. Başta Bodrum olmak üzere, ülkemizin her yerinde “gürültü eşittir eğlenme” kuralı geçerlidir. Nitekim Bodrum’un gece hayatında “Diskotek güm, güm inlesin; Yunan adaları dinlesin” şiarına göre organize işler yapılmaktadır.
* * *
İnsanın duyacağı en derin tatmin, kendini başkalarından üstün görmektir. Gürültü çıkarıp, çevreye egemen olmak, itiraz edenleri de şirretlik edip pıstırmak kadar insana üstünlük duygusu veren başka ne eylem olabilir? Bu âlemin kuralı olan “gürültü eşittir eğlenme” yeni iktisadi oyuncağımız “Mali Kural”a da benzer. Kısaca “benim istediğim kuraldır” demekle eş anlamlıdır. Hoparlör kısma yasağı belki bir iki hafta sürer, hepsi o kadar. Çünkü bu gürültüleri üreten sefa tacirlerinin “derin ilişkileri” vardır. Üstelik medya âleminde köşe başlarını tutmuş “çok allâme” dostları da bulunur. Bunlara “sefa yazarı” denir. Bunların sefasına taş koydun mu, adama öyle bir yüklenirler ki; insan yatacak yer bulamaz. Bu allameler, hoparlörler susarsa, turist kaçar, turizm gelirlerimiz düşer, işsizlik artardan lafa girip, özgürlük mücadelesinden çıkarlar. Onlara göre, Paris’te, Londra’da, New York’ta nehir kenarındaki açık hava gazinoları kurulup, sabaha kadar yeri göğü inleten bir sesle müzik yayını yapılmıyorsa, bu onların medeniyetsizliğidir. O kentlere hâlâ niye turist gidiyor anlamıyorum.
Son Söz: Pislikten korkan, temizlik yapamaz.
Yazının Devamını Oku