Ege Cansen

Kırk sekiz milyar nasıl gitti ne için geri geldi

10 Nisan 2010
KÜRESEL kriz çıkmasaydı bile, Türk ekonomisi, 2009 yılında muhtemelen yine krize girecekti. Hatta girmişti. Nitekim 2008’de milli gelir artışı yüzde 1’in altına düşmüştür. Bunun sebebi “yüksek faiz-düşük kur” dediğim bâtıl ekonomi politikasıdır. 2008 yılında yaşanacak yerel kriz, 1994’de ve 2001’de yaşadıklarımıza çok benzeyecekti. Türkiye’de kriz senaryosu şöyle gelişir.

1. Sürdürülemez hale gelen cari açık yüzünden Türk Lirası, kısa sürede hızla değer kaybeder. IMF gelir, istikrar önlemleri yürürlüğe girer.

2. TL’nin hızla değer kaybedeceği sinyali gelince, para yurt dışına kaçar. Özel sektör dış borçlarını döndürmekte zorlanır. Bazı bankalar batar.

3. TL’nin değer kaybı (yani devalüasyon) enflasyonda artışa neden olur. Borsa ve gayrimenkul piyasası çöker.

4. Menkul ve gayrimenkul varlık fiyatlarının düşmesi, insanlarda “fakirleştim” duygusu yaratır. Halk tüketim ve müteşebbis yatırım harcamasını kısar. Toplam talepte ciddi bir daralma olur.

5. Milli Gelir %5 ve üstü oranda düşer.

* * *

Türkiye’nin kendi krizine girmesi muhtemelken, küresel kriz patladı. Bu bir bakıma şans oldu. Ama sonuç değişmedi. O sebepten veya bu sebepten Türk ekonomisi, yine krize girdi. Asaf Savaş Hocanın hesaplarına göre, 2009 kışında yıllık bazda milli gelir yüzde 25 düşmüş. “Yağmur altında, gülenle ağlayan belli olmaz” misali bizim yaşadığımız bu son krizin ne kadarı içten ne kadarı dıştan kaynaklandı belli değil. Dışarıdan kaynaklı demek insanı rahatlatıyor. Neyse, dünya ile birlikte bizde de toparlanma başladı. Şurası muhakkak ki; 2009 krizi “IMF’siz yapamayız; bizi kurtlar kapar” diye salya sümük ağlaşanların korktuğu kadar tahripkâr olmadı. Bunun çok özel bir sebebi var: O da yurtdışından ülkeye umulmadık miktarda para gelmesidir. Bu gelen paranın resmi kısmını Maliye Bakanı açıkladı. Türkiye’ye “varlık barışı” için beyan edilen 48 milyar liranın kabaca yüzde 70’i gelmiş. 

* * *

Turgut Özal, hayali ihracat yapılıyor, bu yüzden gereksiz yere vergi iadesi ödeniyor diyenlere “hayali, mayali; neticede ülkeye döviz giriyor” diye cevap vermişti. Sonra, giren bu dövizlerin kısa sürede geri gittiği anlaşılınca hayali ihracat yapanlar hakkında kovuşturma başlatıldı.  Maliye Bakanımız, bu 48 milyar ne menem bir paradır diyenlere “biz tahsil ettiğimiz 1 milyar lira vergiye bakarız” diyor. Benim aklıma şu sorular geliyor:

1. Yoksa bu bir uluslararası kara para aklama operasyonu mudur? Türk devleti 1 milyar vergi toplama uğruna, buna göz mü yummuştur? 

2. Yaklaşık 48 milyar lira Türkiye’ye geldikten sonra, Türkiye’de mi kalacaktır. Yoksa “yıkanmış olarak” kısa sürede dışarıya mı gidecektir?

3. Türkiye İstatistik Kurumu ve Merkez Bankası bu 48 milyar lirayı nasıl muhasebeleştirecektir? Bu parayı Ödemeler Dengesi’nin altındaki “Net hata ve noksan” satırına yazınca hesap tamam mı olacaktır?

4. Bu bir tasarruftur. Peki, hangi yıla aittir? Bunun tamamı nedir?

5. Bu 48 milyar lira Türklerin olduğuna göre, milli gelirimiz ve tasarrufun milli gelire oranı, resmi rakamların gösterdiğinden farklımıdır?

6. Bu paralar niçin ve hangi yollarla yurt dışına gitmiştir?

7. Bundan sonra bu kabil kayıt dışı çıkışlar nasıl önlenecektir?

Son Söz: Boğazımdan haram geçmesin diyorsan, üzümü ye; bağını da sor. 
Yazının Devamını Oku

İşsizliğe çare

7 Nisan 2010
İŞSİZLİK sadece eğitimsiz değil, eğitimli hatta yüksek öğrenim görmüşlerin de sorunudur. Kısaca işsizlik, genel bir dertir.

Bu mesele yalnız işsizlik oranı yüzde 14’e çıkmış Türkiye’de değil işsizlik oranı yüzde 20’lere dayanmış bir İspanya’da da, yüzde 10’larda dolaşan ABD’de de herkesi meşgul etmektedir. İşin ilginç yanı, ne mevcut kapitalist iktisadi sistemin “görünmez eli” yani fiyat mekanizması, ne de devletin “görünür eli” yani faizleri düşürüp, bütçe açığını büyütme politikası işsizlik sorununu çözememektedir. Öyleyse işsizlik, zannettiğimizden farklı bir meseledir. Muhtemelen sürdürülmeye çalışılan huzur ortamı ve kamu düzeni icabı, belli bir ödünleşme sonucunda işsizliği biz kendi ellerimizle yaratmaktayız. Yani mesele sistemiktir.  

* * *

İşsizlik meselesinin çözülememesinin sebebi, muhtemelen bu sorunun bir kısır döngüye girmiş olmasıdır. 

1. Serbest pazar ekonomisini “verimlilik tanrıçası” yönetir. Özellikle “emek verimliliği tanrıçası” bu konuda çok faaldir. Verimlilik, aynı çıktıyı, daha az girdiyle elde etmek demektir. Burada “girdi” kelimesiyle kastedilen genelde çalışan sayısıdır. Yani ekonomide verimlilik arttıkça, birim üretim başına düşen çalışan sayısı azalmaktadır. Daha fazla üretim, daha fazla kişiye iş demek olsa bile, verimlilik artışları yüzünden, üretim artışı kadar istihdam yaratılamamaktadır.

Yazının Devamını Oku

Dolarla zırvalama

3 Nisan 2010
TOPLAM ve kişi başına milli gelir sayıları açıklandı ve bir anda dolarla zırvalama yurdun afakını kapladı.

Türk Lirası, uzun yıllar süren yüksek enflasyon yüzünden “ölçme birimi” olma niteliğini kaybetmiştir. Ayrıca uluslararası istatistiklerde, ülkeleri birbiriyle kıyaslayabilmek için ortak bir ölçü birimi gereklidir. ABD Doları, herkesin zihninde belli bir büyüklük çağrışımı yaratabilen tek para birimidir. Bu iki sebepten dolayı, Türkiye’de de gerek makro, gerek firma hesaplarını “dolarla ifade etmek” adet olmuştur. Ancak bunu dolara dönüştürmenin bir adabı vardır. Buna uymak gerekir. Aksi takdirde, dolarla hesap kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramaz. 

* * *

Cari fiyatlarla yapılan hesapları ve hazırlanan tabloları, gerek enflasyon düzeltmesine tabi tutarken, gerekse dolara tercüme ederken uyulması gereken hesap ilkesi, “eski yıllara ait parasal sayıları cari yılın fiyatlarına” göre yeniden inşa etmektir. Diğer bir değişle, kıyaslama bugünkü sayılar geçmişe götürülerek değil, geçmiş yıllardaki sayılar günümüze taşınarak elde edilen seriler ve tablolar kullanılarak yapılır. Bu ölçme prensibine genellikle kimse uymamaktadır. Buna resmi istatistikler de dâhildir. Aşağıda, Türk Lirası ile yapılan milli gelir ölçümlerin Dolara dönüştürülürken ne kadar vahim hata yapıldığını bir örnekle anlatacağım. 

* * *

Yazının Devamını Oku

Obama bir komünisttir

31 Mart 2010
GEÇEN sonbaharda bir pazar günü, yakın arkadaşım Güngör’ü (Uras) aradım.

Hadi bu akşam birlikte bir yemek yiyelim dedim. Güngör de “misafir bekliyoruz; onu yemeğe çıkaracağız, sen hanımı al bize gel, hep birlikte dışarı çıkalım” dedi. Ben de kim bu misafir? O, bizim geleceğimizi bilmiyor, kendisine haber vermeden bizi de meclise katarsan adama ayıp olmaz mı dedim. Olmaz, olmaz; hatta daha iyi olur, ben kendisine haber de veririm dedi ve ilave etti. Bu misafir Amerikalı bir avukattır. Yıllar önce Türkiye’ye iş icabı sıkça gidip giderdi. Bizi iyi tanır ve sever. Zaten yarın sabah ülkesine dönüyor. İtalya’daymış, İstanbul’u özlemiş. Bir günlüğüne gelmiş. Sen de gelirsen, sohbet daha canlı olur dedi. Kalktık, Güngör’lere gittik.* * *


Biz Güngör’lere vardığımızda misafir henüz gelmemişti. Nuran’ın hazırladığı muzır malzemelerden atıştırmaya henüz başlamıştım ki, Amerikalı avukat elinde bir buket çiçekle çıktı geldi. Uzunca boylu, mülâhham bir adamdı. Hal hatır sorduktan sonra adamı ufak yollu bir röportaja aldım. Katolik lisesini bitirmiş, ülkesinde ilahiyat okuyup rahip olmuş. Roma da üç yıl kalıp ilahiyatta yüksek dereceye ulaşmış. Daha sonra Amerika’da hukuk fakültesini bitirmiş. Avukat olmuş, ticaret ve özellikle sigorta hukukunda uzmanlaşmış. Şimdilerde Vatikan’ın ABD’deki hukuki sorunlarını takip ediyormuş. Zaten İtalya’ya da iş için gelmişmiş.

* * *

Amerikan Başkanı Obama, Sağlık Reformu tasarısını millet meclisinden geçirdi. Bütçeye yılda 100 milyar dolar ek yük getirecek bu kanun: 1. Halen sigortalı olmayanları, 2. İşini kaybederse sağlık sigortasını da kaybedecek olanları, 3. Halen süre giden bir hastalıktan muzdarip olduğu için sigorta edilemeyenleri, 4. Sigorta edilemeyecek kadar yaşlı olanları, 5. Fi tarihinde satın almış olduğu sağlık sigortasının geçerlilik süresi bitenleri, devlet sağlık sigortası kapsamına alıyor. Bu durumda olanların sayısı da yaklaşık 31 milyonmuş. Amerika’da böyle bir kanunun meclisten geçmesini istemeyenler, Obama aleyhine protesto gösterileri yapıyor. Açtıkları pankartlar içinde “Obama bir komünisttir” ifadesine yer verenleri TV’de görünce, hemen bizim “rahip avukatı” hatırladım.* * *Amerika, insana şu soruyu sorar: “Sen bu ülkede zengin olma fırsatı mı istiyorsun, yoksa alt seviyeden bir sosyal güvenlik mi?” Amerika’da siyaset bu ikilem üzerine inşa edilmiştir.  Cumhuriyetçiler, ”fırsat”, Demokratlar ise “sosyal güvenlik” der. Müfrit cumhuriyetçilere göre, sosyal güvenliği, fırsata tercih etmenin kaçınılmaz son durağı “komünizm”dir. Bir defa yağlı zemine bastın mı duramazsın diye düşünürler. 


Yazının Devamını Oku

İstanbul’u seyrediyorum gözlerim açık

27 Mart 2010
BOĞAZİÇİ ve Fatih Sultan Mehmet köprülerinden geçerken, uğruna nice Acem mülkü feda edilecek şu “Şehri İstanbul”a tepeden bakıyorum. Gerçekten çok büyüleyici bir görünümü var. Gündüzü ayrı, gecesi ayrı; kışı ayrı, yazı ayrı güzel oluyor. Ama bir derdim var. Etrafı şöyle doya, doya seyredemiyorum. Çünkü trafik tıkanmazsa, üstelik arabayı ben kullanıyorsam köprüyü hızla geçip gidiyor ve doğru dürüst bir şey göremiyorum. Bu derdime çare olacak bir proje geliştirdim. Teklifim şudur: Manzara seyretmek isteyenler için köprülerin sağ şeritlerine, bedeli mukabilinde araba park etmek (kısa süreli ve yola paralel olmak kaydıyla) serbest olsun. İkinci sıra park etmek kesinlikle yasaklanmalı ve aksine hareket edenlerin araçları Trafik Vakfı’nca çekilmelidir. Park paraları Büyük Şehir Belediyesi ile Karayolları 17.Bölgesi aralarında bölüşülebilir. Bu projeye haddim olmayarak bir de şiirsel ad buldum: “İstanbul’u Seyrediyorum Gözlerim Açık.”

Eğer büyüklerimiz, bu fikre sıcak olmasa da ılık bakarlarsa çok memnun olacağım. Tasarladığım bu parlak projeyle ilgili bazı ayrıntılardan da bahsedersem, tahmin ederim olumlu tepki almam daha da kolay olacaktır. Eğer yetkililer, üçüncü köprü yapımına bile hayır diyen statükocuların, buna da hayır demesinden korkar ve projemi onaylamazsa, konuyu referanduma götürebilirler. Gelelim ayrıntılara:

1. Boğaziçi Köprüsü inşa edildiğinde, hem köprüyü yürüyerek geçmek hem de etrafı seyretmek isteyenler için iki tarafta yaya yolları inşa edildi deniyordu. Hatta Ortaköy ve Beylerbeyi ayaklarında bu yollara çıkmak için halkın kullanımına açık asansörler yapılmıştı. Nedense bu uygulama ya hiç başlamadı ya da kısa sürede kaldırıldı. Dolayısıyla benim bu “İstanbul’u seyrediyorum Gözlerim Kapalı” projem, köprünün özgün tasarıma uygundur. Üstelik arabasına binmeden kenefe gidemeyenler için biçilmiş kaftandır.
2. Araçlarını park eden vatandaşlar, isterlerse arabalarından inip, yaya yolu üzerinde kurulacak büfelerden sıcak çay ve gevrek simit alabilecektir. Arabalarından inmek istemeyenlere, garsonlar servis yapacaktır. Araç park etmekte sıkıntısı olanlara vale servisi sunulacaktır.
3. Proje hayata geçtikten sonra, eğer ihtiyaç duyulursa ki, mutlaka duyulacaktır, köprünün yaya kaldırımları “seyir terasları” inşa edilerek genişletecektir. Bu teraslar “cam balkon” şeklinde kapatılarak palmiyelerle ısıtılacaktır. Kapalı mekânda sigara içmek yasaktır. Cezası 69 TL’dir.
4. Bu teraslarda balık ekmek, kokoreç, dürüm ve diğer milli “fast food” ürünleri satılacaktır. Yazları buz gibi ayran ve kışları da sıcak salep müşterilerin tüketimine sunulacaktır. Cam balkon teraslarda WC bulunacaktır.
5. Köprü seyir terasları için devlet bütçesinden bir kuruş çıkmayacaktır. Bunlar “Yap-İşlet” modeliyle özel sektörce inşa edilecektir. İhaleye fesat karışmadığı ispatlamak için, açık arttırma TV’den canlı olarak yayınlanacaktır.
Son Söz: Otoparktan yol, yoldan otopark olmaz.
Yazının Devamını Oku

Bütçe açığı aşağı cari açık yukarı

24 Mart 2010
BÜTÇE geliri, pratikte vergi geliri demektir. Bütçenin vergi dışı gelirleri arasında yer alan kalemler de; ya gelir değildir ya da özünde vergidir.

Mesela kamu bankalarının Hazine’ye devrettiği kâr payları aslında gelir değildir. Bunlar, bütçe giderleri arasında yer alan iç borç faizlerinin, kısmen kaynağa iadesidir. Bir düzeltmedir. Merkez Bankası’ndan veya Milli Piyango’dan alınan kâr payları da kâr değil, devlet tekeli rantlarıdır. Yani fiyata giydirilmiş vergilerdir. Bir de özelleştirme geliri diye bir tabir var ki, duyunca cinim tepeme çıkıyor. Gelir bir akardır. Varlık satışından doğan para akar değildir ki, bütçe geliri kabul edilsin. Zaten uluslar arası kıyaslama hesaplarında bunlar “olağan gelir” olarak tasnif edilmiyor. Vergi gelirlerimizin kabaca yüzde 70’i dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Dolaylı vergiyi yaratan olay da büyük çapta ithalat işlemleri ile ithal malların ve ithal mal kullanarak üretilen yerli malların iç ticaretidir. Kısaca dolaylı vergiler, ithalata bağlıdır. İthalat arttıkça, vergi gelirleri de artmakta ve bütçe açığı küçülmektedir. Nitekim bu yılın ilk iki ayında da hadise böyle cereyan etmiştir. Ne var ki; mevcut ekonomik yapıda, ithalat artışı, cari açığı arttırmaktadır. Al başına belayı!

* * *


Şimdi vatandaş ne yapsın? Bütçe açığı küçülüyor diye sevinsin mi, yoksa cari açık büyüyor diye üzülsün mü? AKP iktidarının tercihi birincisidir. Onlar, cari açığı hiç dert etmiyorlar. Bankacılarımız da her Allahın günü “finanse edilebildiği sürece, cari açık sorun değildir” diye hükümete talkın verip duruyorlar. Cari açık da büyüdükçe büyüyor. AKP’nin iktisat politikası diye bir şey varsa ki; her iktidarın bir iktisat politikası mutlaka vardır; bu, “yurt dışından para akımı” sağlamaktır. Özelleştirme, İstanbul’u finans merkezi yapma, vergi barışı, serbest bölge kurma, yabancılara gayrimenkul satışı, yabancı yatırımı teşvik veya devlet büyüklerimizin yanlarına yüzlerce işadamı alıp ülke, ülke dolaşmasının tek bir amacı vardır: “Dışarıdan para getirmektir.”


Bunun nesi yanlış denebilir? Yanlış, TL’nin revalüe olmasıdır. Bu da devalüasyon beklentisini canlı tutmaktadır. Bu beklenti yüzünden tasarruf sahipleri hâlâ TL’ye güvenmemekte hatta servetlerinin bir kısmını yurt dışına çıkarmaktadır. Biz başkalarının tasarrufu peşinde koşarken, bizim tasarruflar başka ülkelere gitmektedir. Nitekim net dış borcumuz, ödemeler dengesiyle hesaplanandan fazla çıkmaktadır.

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet inşallah bitmemiştir

20 Mart 2010
YENİ bir şey söyleyecek değilim. Var olanı özetleyeceğim. 1920’de temelleri atılan “cumhuriyet” bitmiş değildir. Burada cumhuriyetten kasıt: Batılılık, laiklik, ulusal birlik ve tam bağımsızlık tutkunu milliyetçi bir fikriyattır.

1. Cumhuriyet bitmemiştir; çünkü bu ülkede önemli sayıda cumhuriyetçi vardır; olmaya da devam edecektir.
2. Cumhuriyetçi olmak, CHP’li olmak değildir.
3. Cumhuriyetçilerin hedefi, CHP’yi iktidara getirmek değil, cumhuriyet fikriyatını egemen kılmaktır.
4. CHP, eğer cumhuriyet değerlerine boş vererek iktidara gelirse, bu “cumhuriyet” iktidarda demek değildir. Yalnız, Cumhuriyet Halk Partililer iktidarda demektir.
5. Cumhuriyet fikriyatının siyaseten iktidar olamaması üzücüdür ama yaşamsal öneme haiz değildir. Cumhuriyet değerlerinin mümkün mertebe yaşatılması da yeter.
6. Cumhuriyet, silahlı kuvvetler komuta kademesinin, eşleri türban takan generallerden oluştuğu gün simgesel olarak bitmiş olacaktır. Bu ihtimal ufukta gözükmektedir.
7. Özerk Kürt Bölgesi’nin anayasal olarak kurulması ve Kıbrıs’ın tümünde Rumların sözünün geçmesi, cumhuriyetin onurunu ciddi şekilde zedeler. Bu da muhtemeldir.  

Yazının Devamını Oku

Yüksek faiz bitti şimdi sıra düşük kurda

17 Mart 2010
GEREK yazdığım yazılarda, gerek yaptığım konuşmalarda, başta Merkez Bankası olmak üzere Türkiye’de iktisadi politikanın oluşmasına katkıda bulunanların ısrarla savunduğu “yüksek faiz-düşük kur” politikasını eleştirdim durdum.

Benim bu tenkitlerime cevap olarak, “Merkez Bankası’nın bu şekilde adlandırılacak bir politikası yoktur; enflasyonu düşürmek için alınan önlemler yüzünden böyle bir tablo oluşmaktadır” dendi. Ben de, “Önemli olan somut gerçeklerdir; bunun kasten veya olayların zoruyla ortaya çıkması değildir” diye cevap verdim. Kaldı ki; “Türk Parasının Kıymetini Koruma” kökü o kadar derinde olan bir inanıştır ki; insanlar bu politikayı fazlaca düşünmeden otomatik olarak uygular.  

* * * 

Türk parasının kıymeti korunsun derken, altı sıfır atılacak hale gelmesinin sebebi, bu politikanın kaçınılmaz bir şekilde “cari açık” yaratmasıdır. Büyüyen cari açıklar da ekonomiyi “devalüasyon-enflasyon” sarmalına sokmuştur. Bu sarmaldan IMF’nin talimatıyla 2000’de “kur çapası” uygulayarak kurtulmak istendi. Sonuçta yine kocaman bir cari açık oluştu, devalüasyon tekrar patladı ve ekonomi krize girdi. Kemal Derviş’in başlattığı “güçlü ekonomiye geçiş” projesiyle krizden çıkıldı. Bu programın iki önemli ayağı vardı. Birincisi “bütçe açıklarını” küçültmek, ikincisi ise “cari açıkları” kapamaktı. 2002’de AKP iktidara geldi, siyasi istikrar sağlandı. 2002-2008 arasında dünyada küresel bir rahatlama yaşandı. Bol ABD Doları ve ucuz Çin mallarıyla dünya ekonomisinde bir “saadet zinciri” oluştu. Bu sayede başta Brezilya, Arjantin ve sair Latin Amerika ülkeleri olmak üzere Türkiye dâhil tüm “enflasyon bağımlısı” ülkelerde mucizevî bir şekilde hem enflasyon indi, hem de milli gelir büyüdü. Ancak saadet zinciri 2008 yılı sonunda koptu. 2009 küresel kriz yılı oldu. Faizler düştü. Şimdi yeni bir dönem başlıyor.

* * *

Türkiye’de uygulanan “değerli TL” politikasını savunanlar, dalgalı kur rejimlerinde, merkez bankalarının kur hedefi olmaz; aşırı dalgalanmalara karşı müdahalesi olur diyorlar. Acaba merkez bankalarının kur hedefi olmasa bile kur politikası olmaması iyi bir şey midir? Yani fiyat istikrarını sürdürmenin önündeki en büyük tehlike olan TL’nin aniden değer kaybetmesini önlemek için, cari açığın büyümesine engel olacak bir kur politikasını şimdiden izlemeye başlamak yanlış mıdır? Bırakın büyümeyi ve işsizlikle mücadeleyi, sırf fiyat istikrarı açısından bile, cari açığın küçülmesine yardımcı olmak, merkez bankasının görevi değil midir? Faizler düşükken, TL bir atakla karşılaşırsa, merkez bankası mevcut kafa yapısıyla (mind set) faizleri arttırırsa, korkarım yeniden “yüksek faiz-düşük kur” formülü hortlayacaktır.  

Yazının Devamını Oku