10 Temmuz 2002
<B>EĞER</B> krizi, milli gelirde ani ve büyük bir düşüş olarak tanımlıyorsak (ki doğru tanım budur) Türkiye'de bu sıralarda bir kriz çıkmaz. Erken seçime gidilse de gidilmese de bu böyledir. Haydi biraz daha ihtiyatlı bir ifade kullanalım, ‘‘bir kriz çıkma ihtimali son derece küçüktür’’. Ne demişler, ‘‘Olmaz deme, olmaz olmaz’’. Bu bizim neslin öğrendiği ilk hayat dersidir.
Şu sıralarda, yani siyasetin allak bullak olduğu bir esnada, kriz çıkmaz gibi söyleyeni mahcup edebilecek bir hüküm cümlesi kullanmamızın sebebi, ülkemizde halen ‘‘yüzer (dalgalı) kur rejiminin’’ uygulanmakta olmasıdır. Türkiye, yüzer kur politikasından vazgeçmediği sürece, ekonomide kriz yaratacak bir ‘‘enerji’’ birikimi olmaz. Çünkü, krize sebep olacak davranışlar, anında döviz fiyatlarını yukarı oynatmakta ve sistemi destabize edecek enerji anında soğrulmaktadır. Üstelik, kamu finansmanı ‘‘faiz dışı fazla’’ verecek şekilde idare edilebiliyorsa, olayların bir krize sebebiyet vermesi ihtimali iyice düşmektedir. Mevcut ekonomik politika devam ettiği sürece bir kriz çıkmayacağını bir kez daha vurguladıktan sonra, ‘‘durum tahlili’’ne (askeri İngilizcede buna 'estimate of the situation' denir) devam edelim.
* * *
Peki ekonomide ne olmaktadır? Kriz tehlikesi yoksa, ne tehlikesi vardır? Olayların gidiş istikameti bize, enflasyonun tekrar yükseleceğini söylemektedir. Tehlike budur. Enflasyonun bu kadar düştüğü bir ayda, enflasyonun yükseleceğini söylemek de nereden çıktı demeyin. Anlatmadan hatırlatayım. Aşk gecesiyle, doğum arasında 9 ay 10 gün vardır. Bugünlerde öyle muamelelerin içine girdik ki, buradan tosun gibi bir enflasyon artışı doğması muhtemel. Kısaca hem kurlar yükseldi, hem de nominal faizler. Bunların ikisi de ama özellikle nominal faizlerin ‘‘reel ekonominin kaldıramayacağı’’ seviyelere çıkışı, ancak enflasyon artışıyla ‘‘düzeltilebilir’’. Bilindiği gibi, reel ekonomide kalıcı etki yapan ‘‘nominal’’ (görünen) değil, ‘‘reel’’ (gerçek) faizlerdir. Nominal faizle, reel faiz arasındaki farkı yaratan şey de enflasyondur. Yüksek nominal faizi, makul reel faiz haline dönüştürecek tek silah enflasyon artışıdır. Üstelik döviz fiyatları ‘‘fiyatlar genel seviyesindeki artışların’’ yani genelde enflasyon yükselmesi denilen fenomenin sebepleri arasında en önde gelen etkendir. Toparlarsak, siyasi alanda yaşadığımız karmaşanın bir ekonomik krize değil, ama bir enflasyon artışına sebep olması daha muhtemeldir.
* * *
Şimdi haklı olarak şu soruyu soracaksınız: Bu iyi bir haber mi? Hayır değil. Enflasyon, ekonomiyi derhal krize sokmuyor, ama devamlı yıpratıyor. Aynen sigaranın, insanı aniden öldürmeyip süründürmesi gibi. Ancak şunu hemen ifade edeyim: Kriz çıkacağına enflasyonun artması evladır. Çünkü her krizden sonra enflasyon zaten artar. Üstelik bazen ‘‘hiper’’ hale gelebilir. Onun için, ekonomide karar alıcıların kriz tehlikesini asla göze almamaları gerekir. Yoksa sonunda hem kriz çıkar, hem de enflasyon azar. 1994'te ve 2001'de (aslında 1993'te ve 2000'de demek daha doğru) enflasyondan kaçalım derken iki kez krize yakalandık. Yeter artık.
SON SÖZ: Bir büyük iç, ama bir büyük tahminde bulunma.
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2002
<B>ÜLKENİN</B> kurtulması için ne yapmak lazım sorusuna geleneksel cevabımız, önce başımızdaki kişiden kurtulmaktır. Osmanlı'da devraldığımız en değişmez siyasi paradigmamız ‘‘sadrazam kellesi istemektir’’. Şimdi Ecevit'in hasta olduğuna, başbakanlık yapacak hali kalmadığına bakıp aldanmayın. Ecevit sağlık bakımından bu hale düşmeden de, sanki medya önünde konuşmaktan başka işi yokmuş intibaı veren işadamlarının ve gölge kabine olarak ülkeyi yönetmekten yorgun düşmüş basının, bu ülkenin kurtulması için ‘‘Ecevit'in gitmesi’’ veya ‘‘bu hükümetin değişmesi’’ veya en azından ‘‘hükümette bir revizyon’’ yapılmasından başka bir önerisi olmamıştır. İnanmazsanız, gazete arşivlerini bir tarayın.
* * *
Bu konuda bundan önce de birkaç defa yazdım. Sadrazam asarak, tahttan padişah indirerek meselelerini çözmeye çalışmış bir kültürün aynen sürdüğünü görmek beni mutsuz ediyor. ‘‘Geldi İsmet, gitti kısmet’’ diyerek İsmet Paşa'yı, fakirliğimizin sebebi gördük. Menderes'ten kurtulmayı o kadar çok istedik ki, onu işbaşından uzaklaştırmak kesmedi, dayanamadık astık. Demirel'den kurtulmak çok uzun süre ‘‘tek çare’’ olarak gündemde kaldı. Hatta, 1971'de muhtıralı darbeden sonra gazetecilerin, Demirel tekrar iktidara gelir mi sorusuna, devrin tepeden inme yetkilisi, ‘‘Güldürmeyin beni’’ diye cevap vermişti. Turgut Özal'dan, Mesut Yılmaz'dan, Tansu Çiller'den veya Necmettin Erbakan'dan kurtulmak da bir zamanlar ümitti. Hepsinden hayırlısıyla kurtulduk, ama meseleler hálá ortada. Ecevit'ten kurtulmaktan başka bir çare düşünmeyenlere bir çift sözüm var. Merak etmeyin, Ecevit'ten de hayırlısıyla (!) kurtulacağız. Şu veya bu şekilde Ecevit'in görevi sona erecek. Bu kadar sabırsız olmayın. Yeltsin'in en az iki yıl hasta hasta işbaşında kaldığını hatırlayın. Ama lütfen, Ecevit başımızdan gittikten sonra, en az üç ay ülke meselelerinin çözümü için öncelikle işbaşındaki hükümetin değişmesi gerekir diye beyanat vermeyin, yazı yazmayın.
İki satır da, seçim sistemi, Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu ve güçlü hükümet nakaratları üzerine söz etmek istiyorum. Bu nakaratların hiçbirinin, ülke meselelerinin çözümü bakımından, kıymeti harbiyesi yoktur. Öncelikle, meselelerin çözümü için her şeyden önce güçlü bir hükümete ihtiyacımız var diyenlere bir sorum var. Bu iştiyakla beklediğiniz güçlü hükümet, Tayyip Erdoğan'ın mı, Devlet Bahçeli'nin mi, Tansu Çiller'in mi, Deniz Baykal'ın mı, yoksa Mesut Yılmaz'ın mı başbakanlığında kurulacak? Yoksa, ‘‘bahtı kara maderini kurtaracak’’ meçhul bir kahraman mı bulunacağını hayal ediyorsunuz? Yoksa on üçüncü kayıp imamın geri gelmesini veya mehdinin zuhur etmesini mi bekliyorsunuz?
Durup bir düşünün. Acaba, her şeye rağmen ‘‘sivri uçları törpülenmiş’’ bir koalisyon, çoğunluğu temsil etmeyen bir tek parti hükümetinden daha daha iyi değil mi? Yerel grup bağlarının çok kuvvetli olduğu bu ülkede, ‘‘bir milletvekillik’’ seçim bölgeleri kurulursa, 550 tane ‘‘rant avcısı’’ siyasi ağa yaratma tehlikesi yok mu? Acaba, siyasi istikrar ve uzlaşma için liderinin sözünü dinleyen milletvekili tipi, yerel çıkardan başka bir şey düşünmeyen siyasi derebeylik sisteminden daha uygun değil mi?
SON SÖZ: Özü kavramayan, biçime takılır.
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2002
Amerika'nın büyük şirketlerinde dahi, son yıllarda muhasebe hileleri yapıldığına dair haberler peş peşe patlamaya başladı. Bundan bir süre önce de enerji ve ticaret (enerji kontratları alım satımı) konularında uzmanlaşmış ENRON firmasının, aslında müflis iken kendini kárlı ve güçlü olarak göstermesi rezaleti gündeme gelmişti. Bu olaylar ‘‘muhasebe’’ ve ‘‘murakabe’’ konularını bir defa daha irdelememiz için iyi birer vesile oldu. Üstelik bu olaylar, Türkiye'de de anlı şanlı birçok holdingin, aslında müflis olduğunun ve ancak muhasebe hileleri ve ‘‘holding bankacılığı’’ denilen ahlaksızlıkla yüzdürüldüğü gerçeğinin su yüzüne çıkmasıyla üst üste geldi.
* * *
1. Öncelikle dikkatlerinize sunmak istediğim husus şudur: Gerek Amerika'da, gerek Türkiye'de son zamanlarda ortaya çıkan muhasebe hilelerinin hiçbiri ‘‘vergi kaçırma’’ ile ilgili değildir. Tam aksine yapılmış bulunan bu hileler, vergi ödememesi gereken firmaların (bankaların) vergi ödemesi sonucunu doğurmuştur. Burada aldatılan ‘‘maliye’’ değildir. Aldatılanlar, mevduat sahipleri, yatırımcılar ve bankalardır.
2. Halbuki genelde muhasebe hilesi denince, akla gelen ilk şey ‘‘vergi kaçırma’’ yani kárı düşük göstermektir. Bunun yolu da, bir yandan faturasız veya düşük faturalı satış yapıp, diğer yandan şişik fatura ile yatırım malı ve malzeme almaktır. Bu suretle, hem vergi kaçırılır, hem de şirketlerini fakir düşürmek pahasına patronlar, şahsi servetlerini artırma imkánı bulur. Bu hilenin yapılabilmesi için, yapılan işin esasında kárlı olması gerekir. Eğer şirket kárlı değilse, yapılacak hile şirketi kárlı gösterip, kredi alma senaryosu üzerine inşa edilir.
3. Muhasebe kayıtlarını denetleyecek elemanlar eğitilirken, onlara bir bakış ‘‘açısı’’ (eski tabiriyle zaviyesi) endokrine edilir. Türkiye'de muhasebe denetimi yapan elemanların tamamının görüş zaviyesi, ‘‘vergi kaçağı yakalamak’’tır. Eğer vergi kaçağı yoksa, yani şirketin başı, usul veya esas yönünden, maliyeyle belaya girmeyecekse, yapılan hesapların, çıkartılan bilanço ve gelir tablosunun, gerçeği gösterip göstermediğinin zerrece önemi yoktur.
4. Halbuki, muhasebenin en temel ilkesi, ‘‘muhafazakárlık’’tır. Bu ilkenin anlamı, şirketin devresel kárını ve bilançodaki özkaynak bölümünü, muhtemel bütün rizikoları düşünerek, mümkün olduğu kadar ‘‘küçük’’ gösterme mecburiyetidir. Pek tabii vergi matrahının hesabında, bu ilkeye değil, devletin yürürlükteki kurallarına uymak esastır.
* * *
5. Amerika'da ortaya çıkan ‘‘kárı olduğundan büyük gösterme’’ hilelerinin gerisinde, baş ve üst yöneticilerle, şirketin borsa değerinin artışına paralel olarak daha fazla kazanç temin etme imkánı (stock option) tanınmış olması yatmaktadır. Zaten, bu hileleri meydana çıkaranlar da, göreve yeni gelen yöneticilerdir. Onların menfaati de, kendileri işbaşına geldiği gün, şirketin ne kadar kötü durumda olduğunu ispat etmekten geçmektedir. Bu suretle bundan sonraki iyileşmenin iltifatına ve de nemasına onlar mazhar olacaktır.
SON SÖZ: Banka borcu, cirosundan hızlı artan şirket batıyor demektir.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2002
<B>BANKALARLA</B> ilgili olarak yapılan operasyonlardan sonra, bir kez daha anladım ki, serbest pazar ekonomisinin nasıl işlediği konusunda toplumun kafası çok karışık. Önce pratik bir soru sorayım: Diyelim bir bankada 8 katrilyon mevduat var. Yani vatandaşlar gelirlerinin bir kısmını tüketmemiş, biriktirmiş. Bunu da götürmüş bir bankaya yatırmış. O banka da bu paraları işadamlarına kredi olarak vermiş. Bu işadamları da ödünç aldıkları paralarla, fabrikalar kurmuşlar, insanlara iş vermişler, ihracat yapıp ülkeye döviz kazandırmışlar, mükellef veya sorumlu olarak çeşitli vergiler ödemişler, kültür ve hayır işlerine yardım etmişler. Yani memleket için çok güzel şeyler yapmışlar. Dikkat edin, bu paraların bir kısmını hortumlamışlar, kendilerine yurtiçinde yalılar, yurtdışında konaklar, özel uçaklar ve şehir hattı vapuru kadar yatlar almışlar, İsviçre'de numaralı hesaplara yedi sülalelerine yetecek kadar para depolamışlar demiyorum. Bunların hiçbirini yapmamışlar. Vatanı kalkındırmak, insanlara yararlı olmak için gece gündüz demeden çalışmışlar. Ancak, ama kocaman bir ancak, aldıkları paraların yarısını batırmışlar. Yani halkın 8 katrilyon emanet ettiği bankada şimdi sadece 4 katrilyon lira var. Şimdi ne yapalım? Siz söyleyin. Mesela o bankada mevduatı olanlara diyelim ki, sizin paranızın yarısı maalesef uçtu gitti. İşadamlarımız, ülke için çalışırken, aldıkları ödünçleri şanssız bir şekilde batırdı. Siz de bir babalık yapın, bankadaki paranızın yarısını bu işçi babası vatansever işadamlarına helal edin. Eğer bu teklifi beğenmediyseniz, ikincisine geçelim. Devlet, bu bankada batan para için, halktan vergi toplasın, bankaya karşılıksız olarak versin ve ne banka sahibinin, ne de batakçı işadamlarının üstüne gitmesin. Gitmesin ki, banka batıran banka sahibi, bankasını; ödünç parayı deve yapan işadamları da şirketlerini yönetmeye devam etsin.
* * *
Şimdi gelelim işin teorisine. Bu álemin kanunları şunu söylüyor: Eğer bir ülkede ‘‘finansal sistem’’ (ki reel sektörün aynadaki görüntüsüdür) dengelerini kaybetmişse, o ülkede ekonomi yanlış işliyor-yanlış yönetiliyor demektir. Bir ülkede fabrikalar, köprüler, tüneller, hava limanları, oteller, gökdelenler, barajlar inşa edilmesi (ki, bunlar milli geliri artırmak için gereklidir) o ülkeyi iktisadi krizlerden kurtarmıyor. 1929 Dünya Buhranı, fabrikasızlıktan çıkmadı. Sovyetler Birliği ve uyduları fabrikasızlıktan çökmedi. Üstelik herkesin işi de vardı. Finansal değerler bozulduğu için, Amerika'da buhran çıktı, Sovyetler hepten çöktü. Çökünce de işsizlik ve fakirlik arttı. Sürekli olarak ‘‘kár’’ kavramı üzerinde durmamdan sıkılan işadamları, bana telefon edip ‘‘Kárdan önemli olan şeyler var; bunların başında ülkenin kalkınması ve halkın iş bulması gelir’’ diyorlar. Gel de çat diye ortadan çatlama. İşte o zaman anlıyorum ki, ya bu ilahi düzen hakkında hiçbir fikirleri yok, ya da bulanık suda balık avlamaya çalışıyorlar. İşte bu yüzden halkı, ülkedeki yangını çıkaranları bırakıp, söndürmeye çalışanları pataklamaya tahrik ediyor.
SON SÖZ: Bir işte kár yoksa, o işte hesap yoktur.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2002
<B>YAPILAN</B> üç kademeli denetim sonucu, Pamukbank'ın sermayesinin <B>‘‘sıfır’’</B> bile değil, <B>‘‘eksi’’</B> 2.3 katrilyon liraya düşmüş olduğu saptandı. Diğer bir deyişle gerek Türk Ticaret Kanunu'na, gerek Bankalar Kanunu'na, gerek kapitalist ekonominin temel kurallarına göre, Pamukbank'ın bu haliyle bankacılık yapması, hukuken ve fiilen mümkün değildi. Bu aslında yıllardır böyle gelen, ama böyle gitmesi mümkün olmayan sakat bir durumdu. Bankanın sahiplerine, içine para koyarak Pamukbank'ı ‘‘kurtarmaları’’ için süre verildi. Aksi takdirde bankanın, Tasarruf Mevduatı Sigortası Fonu'nca devranılarak ‘‘kurtarılacağı’’ söylendi. Bu süreç, en az bir yıldır davul çalınarak ilan edilen programda yer almıştı.
Eğer Türk ekonomisi bıçak sırtında gidiyor olmasaydı, hukuken yapılması gereken işlem, Pamukbank'ın bankacılık lisansının iptal edilmesi ve bankanın tasfiye işlemlerine başlanmasıydı. Pek tabii, bu durumda en fazla mevduat sahipleri zarara uğrayacaktı. Mevduat sahiplerini korumak ve ülkede bir paniğe sebebiyet vermemek maksadıyla, devlet Hazinesi'nden 3 katrilyon verilerek, ‘‘bankanın kurtarılmasına, ama sahiplerinin kurtarılmamasına’’ karar verildi. Bu bakımdan BDDK doğrusunu yapmıştır. Banka sahipleri, Pamukbank'ı, Yapı Kredi ile birleştirerek aynı kurtarma işlemini kendilerinin yapacaklarını, ancak kendilerine fırsat verilmediğini söylemektedir. İrdeleyelim.
1. Pamukbank'ın sermayesi ‘‘eksi’’ 2.3 katrilyon, Yapı Kredi'nin ‘‘artı’’ 1.7 katrilyondur. Birleşirlerse, sermayeleri ‘‘eksi’’ 0.6 katrilyon olur. Yani yeni ortaya çıkacak birleşik banka da ölü doğmuş olur. Bir an için bu birleşmenin gerçekleştiğini varsaysak, yeni bankayı yaşar hale getirmek için, sahiplerinin en az 2.5 katrilyon taze para koymaları şarttır. Bu parayı koyacak güç ve niyetleri var idiyse, bunu Pamukbank'a koyarak meseleyi çok önceden halledebilirlerdi.
2. Yapı Kredi Bankası, halka açık bir bankadır. Yüzde 42'si yerli ve yabancı yatırımcıların mülkiyetindedir. Yapı Kredi Bankası'nın hisse senetlerinden alanlar, Yapı Kredi'ye ortak olmuştur. Azınlık hissedarlarının halka kapalı Pamukbank'ın kurtarılmasından hiçbir çıkarı olamaz. Çoğunluğu elinde tutan bir grubun, azınlığı yok sayarak ‘‘birleşme’’ kararı açıklaması, Sermaye Piyasası kurullarıyla bağdaşmaz.
3. Banka (yani şirket) birleşmeleri, ancak iki şirketin de ‘‘yaşar’’ olması halinde mümkündür. Pamukbank'ın bugünkü haliyle (yani sermaye noksanı tamamlanmadan) bir başka banka ile birleşmeye ehliyeti olmadığını sanıyorum. Bu hususta ticaret ve bankacılık hukukçularının görüş bildirmelerini bekliyorum.
4. Kapitalist sistemde, bazı bankaların, yeterli sermayeleri olmadan faaliyetlerini sürdürmeleri, sadece kendileri için değil, banka sektörünün tümü için bir zafiyetidir. Banka sektörü zayıf ekonomiler, finansal krizlere sebep olur. Finansal krizlerin sonu da ekonomik krizdir. Bu da fakirleşmektir. Bankalarla ilgili olarak yapılanlar ‘‘güçlü ekonomiye geçmek için’’ atılması gereken adımlardır.
SON SÖZ: Kapitalistler, kapitalizmden şikáyet edemez.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2002
<B>ŞURASI </B>muhakkak ki, Türkiye'de önemli şeyler oluyor. Türk ekonomik hayatına hákim olan batıl paradigmalar (inşallah) çöküyor. Mesela, ‘‘bir banka yeteri kadar büyükse, ona kimse dokunamaz’’ veya ‘‘elinde gazete ve TV'si olan gruplar, ne yaparlarsa yapsın, sıyırır’’ ve en önemlisi ‘‘kára zarara bakma, alabildiğin kadar borç al, işleri sürekli büyüt, o zaman bütün siyasiler arkandadır’’ ya da ‘‘istediğin kadar para batırabilirsin, yeter ki işletmeler kur, adam çalıştır, ihracat yap, o zaman İcra İflas Kurulu sana tatbik edilemez’’.
Üç gündür, Pamukbank'ın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu'na (TMSF) alınması, Yapı Kredi Bankası'nın yönetiminin TMSF'ye, yani Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'na (BDDK) geçmesi konusunda birçok haber ve yorum yayınlandı. Bunların çoğu dedikodu esaslı magazin yazılarıydı. Kendilerince işin içyüzünü veya olayın perde arkasını anlatıyordu. Bu kabil beşeri yazıları ben de merakla okuyorum doğrusu. Ama bunlar insanın, olayların ‘‘neden’’ini anlamasına yardımcı olmaz. Hatta dikkatleri ‘‘kişisel ve ilişkiler’’ üzerine çekerek, ekonominin doğal yasalarının idrakini güçleştirir. O zaman da bu topraklarda yaşayanların ‘‘başı beladan, ülkesi yoksulluktan’’ kurtulamaz. Toparlamaya çalışayım.
1. Reel olmayan sektör yani bankacılık, reel sektörün aynasıdır. Bankacılık sektöründe gözlemlediğimiz deprem, aslında reel sektörde oluşan gerçek depremin aynadaki yansımasıdır.
2. Serbest pazar ekonomisinin temel yasası, ‘‘sermayenin hasılasının, sermayenin maliyetinden büyük olması’’ şartıdır. Buna işletme ekonomisinde ‘‘ekonomik kár’’ denir. Ekonomik kár, muhasebe kárından, özkaynak maliyetinin düşülmesiyle bulunur.
3. Ekonomik kár yaratmayan işletmeler, ne kadar kişi istihdam ederse etsin, ne kadar üretim yaparsa yapsın, ne kadar döviz kazanırsa kazansın, ‘‘güçlü ekonomiye geçişe’’ destek değil, köstek olur.
4. Bankacılığın temel görevi, mevduat sahiplerinin menfaatini korumaktır. Bankalar bu şarta halel getirebilecek hiçbir girişimde bulunamaz.
5. Kredi kullanan işadamlarının, banka sahibi olması ‘‘ahlaki zafiyet’’ (moral hazard) yaratır. Yani banka sahipleri ister istemez ahlaksızlaşır. Çünkü, kredi müşterisi, eğer kredi aldığı bankaya da hákimse, banka yönetimi para batıran sanayi şirketinin üzerine gidemez. Gitmedikçe de batan para, yani ‘‘deve’’ olan mevduat (halkın emaneti) artar.
6. Bankacılıkta sınırsız devlet garantisi, bir diğer ‘‘ahlaki zafiyet’’ kaynağıdır. Eğer halk, nasıl olsa devlet batan bankadaki mevduatımı son kuruşuna kadar bana ödeyecek diyorsa, iyi yönetilen güvenli bankaya değil, yüksek faiz veren güvensiz bankaya parasını yatırır. Sonuçta, kötü bankacılık, iyi bankacılığı sektörden kovar.
SON SÖZ: Aynası kárdır işadamlığının, görünür rütbe-i aklı, batan bankalarda.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2002
<B>‘‘TÜRKİYE'nin AB Üyeliği, Yabancı Yatırımlar ve Ekonomik Büyüme’’</B> başlıklı ve <B>Asaf Savaş Akat </B>imzalı raporu irdelemeye devam ediyorum. Profesör Akat ve raporun hazırlanmasında katkısı olan arkadaşları ‘‘Türkiye'nin fakirlik kısırdöngüsünden çıkması için, yabancı sermayeye ihtiyacı var. Bu olmazsa olmaz. Yabancı sermayeyi Türkiye'ye çekecek en etkili tedbir de Türkiye'nin AB'ye girmesidir’’ diyorlar. Raporda, 1996'da başlayan Gümrük Birliği üyeliğinden Türkiye'nin bugüne kadar kárlı çıktığı ifadesine yer verilmiş. Hatta bu ifade, sonuç sayfasının ilk satırına oturtulmuş. Adeta; madem ki Gümrük Birliği iyi olmuştur, AB de iyi olacaktır gibi kıyasa gidilmiş. Halbuki Gümrük Birliği, Türkiye-AB ülkeleri arasındaki dış ticaret açıkların (görünmez kalemler tabii ki hariç) Türkiye aleyhine büyümesi sonucunu doğurmuş bulunuyor. AB karşıtı tez sahipleri de, aynı mantık kıyasını kullanarak ‘‘Gümrük Birliği'nde Türkiye ütülmüştür; AB'de de ütülecektir’’ diyebilir.
Bu noktaya açıklık getirmek istiyorum. Dış ticaret açığı mutlaka kötü bir şey değildir. Pek tabii Türkiye'nin bundan sonra büyümeyi sürdürebilmesi için, ihracatını artırması şarttır. Büyümenin motoru ihracat olmaya mecburdur. Bu bağlamda Türkiye, Gümrük Birliği'nden umduğunu bulamamıştır denebilir. Türkiye, daha fazla ithalat yapmak için, daha fazla ihracat yapacaktır. Yapılan ithalat, hem iç talebe hem de ihracatın ihtiyacına cevap verecektir. Pek tabii cari işlem dengesini, daha fazla turizm geliri yaratarak da kurabiliriz. Ancak görünür ihracat kalemlerinin büyümesi, daha sağlıklı bir ekonomik yapı oluşturur. Şimdi Gümrük Birliği ile olan dış ticaret açıkları meselesine geri dönelim. Burada kabahat, Gümrük Birliği'ne girmemizde değil, sıcak para politikası izleyerek döviz fiyatlarını baskı altında tutmamızdadır. Sebebi başka yerde aramayalım.
* * *
Türk ekonomisinin iki kök sorunu vardır. 1. Döviz fiyatları şu veya bu sebeple daima düşük tutulur, 2. Reel faizler, şu veya bu sebeple daima yüksek tutulur. Türk ekonomisinin iflah olması, yani halkın zenginleşmesi için, ‘‘dövizin pahalı, faizin ucuz olması’’ şarttır. Eğer AB'ye giriş bu iki şartı sağlayacaksa, ben de fakirlikten kurtulacağımıza imzamı basarım. Akat raporunda bu husus vurgulanmamıştır. Kalkınma meselesi ‘‘Türkiye'ye yabancı sermaye girişi’’ parametresine bağlanmıştır. Hiç kimse, bilhassa teknolojiyle birlikte gelecek doğrudan yabancı sermaye girişlerinin, ekonomiyi ne kadar iyi etkileyeceğini inkár edemez. İyidir, çünkü sermaye girişi, yaratacağı ‘‘talep’’ yanında, sermaye arzını artıracağı için, sermaye maliyeti düşecektir. Üstelik yabancı sermayeli şirketleri, yabancı bankalar kredilendireceği için kredi faizleri de aşağı gidecektir. Bütün bunlar iyidir. Yine de dikkatlerin ‘‘yüksek faiz-düşük döviz’’ belasından uzaklaşıp, yabancı sermaye gelse de kurtulsak fikrine kaymasından kaygu duyuyorum. Bunca felaketten sonra, bugün bile ‘‘reel faizlerin bir süre daha yüksek seyretmesine katlanmak mecburiyetindeyiz’’ diyenler var. Bu gaflet sürerse, yabancı sermaye girişi dahi ‘‘aranan kan’’ olamaz.
SON SÖZ: Yüksek reel faiz, ekonominin kanseridir.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2002
<B>TÜSİAD'</B>ın talebi üzerine hazırlanan ve<B> Asaf Savaş Akat </B>imzasını taşıyan <B>‘‘Türkiye'nin AB Üyeliği, Yabancı Yatırımlar ve Ekonomik Büyüme’’</B> başlıklı bir rapor, geçen hafta halkın bilgisine sunuldu. Bilindiği gibi A.Savaş Akat ve Deniz Gökçe ile birlikte yaklaşık bir yıldır ‘‘Ekodialog’’ adlı bir sohbet programı sunuyoruz. Bu vesileyle hem Asaf'ı hem de Deniz'i daha yakından tanıma fırsatı buldum. Gerek Dr. Akat, gerek Dr. Gökçe, uzun yıllarını iktisat okumaya ve okutmaya adamış üniversite hocaları. Bunun yanında her ikisinin de iş hayatında deneyimi var. Bir bakıma, özel muayenehanesi olan tıp profesörlerine benziyorlar. Hem uygulamanın içinde, hem de akademisyen olmak insana bazı şeyleri kestirmeden söyleme alışkanlığı kazandırıyor galiba. Bu rapor da öyle.
Akat'ın raporu özet olarak şunu söylüyor. AB'ye (Avrupa Birliği'ne) girmek (eğer bizi alırlarsa) Türkiye'ye ‘‘doğrudan yabancı sermaye’’ girişini artıracaktır. Çünkü, Türkiye'nin AB içinde olması, başta Avrupalı yatırımcılar olmak üzere, tüm çokuluslu yatırımcı firmalar için, kendilerini güvende hissedecekleri bir ortam yaratacaktır. Bu ortam, her türlü teşvik tedbirinden daha önemlidir. Bu sayede Türk ekonomisinin, halen içinde bulunduğu ‘‘fakirlik kısırdöngüsü’’nden çıkması mümkün olacaktır. Eğer AB'ye girmezsek, fakirlik kaderimiz olmaya devam edecektir. Sonunda söyleyeceğimi baştan ifade edeyim. Ben de AB'ye girişin iktisaden ülke lehine olacağına inanıyorum. Dolayısıyla raporu destekliyorum.
* * *
Yabancı sermaye konusu, ta 1954'lerden beri Türkiye için kalkınmanın olmazsa olmaz şartı olarak ifade edilmiştir. Meşhur ‘‘Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu’’ bu amaçla hazırlanmıştır. Hocam Fuat Çobanoğlu, ‘‘Türkiye'ye yabancı sermaye gelmez; çünkü Türkiye'de yabancı sermayeyi koruma kanunu var, demek ki yabancı sermayenin ayrı bir kanunla korunmasını gerektirecek kadar tehlike mevcut’’ derdi. İnşallah AB'ye girince, yabancıların bu şüphesi ortadan kalkacaktır.
* * *
Asaf'ın raporunda çok da gerekmediği halde 1996'da Türkiye'nin Gümrük Birliği'ne girişinin Türkiye'nin lehine olduğuna dair bir bölüm var. Raporun en çok tepki çekecek yönlerinden birisi burası. Nitekim şimdilerde Cumhuriyet'te yazan eski arkadaşım Necati Doğru beni aradı ve ‘‘Bu ifade doğru mu, senin vicdan süzgecinden bu madde geçer mi?’’ diye sordu.
Necati'ye ters gelen şu: Gümrük Birliği'ne girişten sonra, giderek daha fazla ‘‘eksi’’ veren AB-Türkiye ticaret dengesi, işçi havaleleri, turizm ve sair görünmez kalemlerin ilavesiyle ‘‘artı’’ olarak gösterilmiş. Sanki sadece buna bakarak da ‘‘Gümrük Birliği'ne giriş, Türkiye'nin lehine olmuştur’’ hükmüne varılmış. Gerçekten burada elma ile armutun toplanması gibi çürük bir argümana yer verilmiş. Akla takılan menfi husus şu: Eğer Gümrük Birliği, Türkiye'nin AB ile olan dış ticaret açıklarının büyümesine sebep olmuşsa, bu hareketin devamı olarak takdim edilen AB üyeliği, daha büyük açıklara sebep vermez mi? Bu Türkiye'nin lehine mi olur? (Devam edeceğim.)
SON SÖZ: Yanlış sav, tezi çürütür.
Yazının Devamını Oku