HOLDİNG bankacılığının, Türk ekonomisi üzerinde ne kadar büyük tahribat yaptığını hep birlikte gördük.
Kredi müşterisi sanayicilerin, aynı zamanda mevduat toplayan bankalara sahip olması, patronlarda ‘‘ahlaki zafiyet’’ (moral hazard) yaratmıştır. Patronlar, kendilerince parlak projelerini hayata geçirmek için veya işleri sıkışınca, yönetimine hakim oldukları bankanın kaynaklarını şirketlerine aktarmakta beis görmediler. Akbank ve Koçbank gibi holding bankalarında benzeri skandalların yaşanmamış olması, yanlışlığı ortadan kaldırmaz. Doğru olan, bankacılık sisteminin içinde ahlaki zafiyet noktaları bulunmamasıdır. Böyle işler, patronların sütüne bırakılamaz. Batan holding bankalarının Türk ekonomisine verdiği zarar çeşitli şekillerde yapılan hesaplamaların gösterdiğinden çok daha büyüktür. Toplam zarar, Hazine'nin ‘‘iflassız tasfiye’’ye imkán sağlamak için bu bankalara şırınga ettiği para ve onun bugüne kadar işleyen faizlerinden ibaret değildir. Holding bankacılığı, Türk ekonomisinde sürekli ‘‘haksız rekabet ortamı’’ yarattığı için, çok büyük kaynak tahsisi çarpıklıklarına sebep olmuştur. Yapılmaması gereken yatırımlar, yapmaması gereken kimseler tarafından, yapılmaması gereken yerlerde yapılmıştır. Bu yüzden, önce rantabilitesi olmayan bu saçma sapan şirketler, sonra onların saçma sapan holding bankaları batmış, faizler anormal düzeylere çıkmış, gelir dağılımı bozulmuş, devletin dış borçları artmış ve ekonomi toptan krize girmiştir.
Amerika'da daha 1863 yılında, devrin bir nevi Merkez Bankası Başkanı (Comptroller of Currency) Hugh McCullocli,
1) Bankaların sermayesi hayali değil, gerçek olmalı,
2) Bankanın sahibi, borç alanlar değil, borç vermek için parası olanlar olmalıdır,
diyerek banka sahipliğinin doğru kimyasını ortaya koymuştur.
* * *
Türk ekonomisi için, en az ‘‘holding bankacılığı’’ kadar sakıncalı olan ikinci husus, ‘‘holding medyacılığı’’dır. Devletin yapılandırılmasında, hepimizin ezbere bildiği ‘‘kuvvetlerin ayrılığı’’ ilkesine göre hareket edilir. Bu ilkeye göre, ‘‘kanun yapan’’, kanunlara uygun olarak ülkeyi ‘‘yöneten’’ ve kişileri kanunlara göre ‘‘yargılayan’’ erkler (kuvvetler), birbirinden bağımsız olmalı ve kesinlikle tek elde toplanmamalıdır. Aksi takdirde toplum hayatına tek bir kuvvet hakim olur ve onu ‘‘denetleyen ve dengeleyen’’ mekanizmalar oluşmaz. Bu ise, hem gücü elinde tutan kişilerde ahlaki zafiyete hem de sistemik hatalara yol açar. Modern hayatta, bu üç kuvvete ilave olarak, bir de dördüncü kuvvetin varlığından söz edilir. Bu kuvvet, medyadır. Yani gazete, dergi, TV ve radyodur. Yani halkı bilgilendiren, kamuoyu ve ‘‘kamuoyu baskısı’’ oluşturan kuvvet. Bu kuvvet, yasamanın, yürütmenin veya yargının emrinde olamayacağı gibi, ‘‘holding’’lerin elinde de olmamalıdır. Aksi takdirde, ‘‘liberal kapitalist sistem’’, kendinden beklenen şekilde, yani ‘‘iktisaden verimli’’ ve ‘‘insan haklarına saygılı’’ bir düzen kurulmasına hizmet etmez. Bunun yerine, ‘‘hakim gücünü rakiplerinin aleyhinde kullanan’’ yani ‘‘haksız rekabet’’ yaratan şirketler ortaya çıkar. Böylesi şirketlerin hakim olduğu bir ülkede ‘‘kıt kaynaklar en verimli şekilde tahsis edilemez’’, ekonominin prodüktivitesi düşer. Ülkede hem fakirlik hem de adil olmayan gelir dağılımı ortaya çıkar.