GEÇEN hafta İstanbul Sanayi Odası'nın (İSO) 50. kuruluş yıldönümü kutlandı.
Bu vesileyle bir sanayi kongresi düzenlenmiş, kongrenin ana teması olarak ‘‘Sürdürülebilir Rekabet Gücü’’ seçilmişti. Güzel bir kongre oldu. Kongrenin şeref konuşmacısı, bu memleketin bir evladı, Harvard Üniversitesi iktisat profesörlerinden Dani Rodrik idi. Onun dediklerini ayrıca ele alıp değerlendireceğim. Çünkü, ancak kendine güvenen bir bilim adamında rastlanabilecek bir açıklıkla, rekabet, verimlilik, küreselleşme ve devlet-sanayi ilişkileri üzerine çok ‘‘aykırı’’ şeyler söyledi.
* * *
Gelelim bu yazının konusuna. Sanayi Kongresi, İstanbul'da Cevahir Kongre Merkezi'nde yapıldı. Yeni açılan ve içinde otel, işhanı ve konferans salonları bulunan bu binalar kompleksine ilk defa gittim. Tam da gezemedim. Bir hayli büyük ve teşkilatlı bir yer olmuş. Merkezin, çok katlı yeraltı garajı var. Cumhurbaşkanı'nın geldiği ve daha kalabalık olan ilk gün, birinci otopark katında yer bulamadım, arabamı bir alt kata park ettim. İkinci park katı, hemen hemen boştu. İkinci gün, birinci park katı bile ancak yarı yarıya doluydu. Anlayacağınız, otel müşterilerinin ve bu kongreye gelenlerin arabalarının tamamını almaya yetecek kadar kapalı garaj alanı vardı. Park ücreti de 5 milyon liraydı. Evet, garajda bol yer vardı ama, merkezin bir hayli küçük bahçesinin dar yolları ve kaldırımları iki sıra halinde, koca koca arabalarla işgal edilmişti. Otoparka girmek ve çıkmak bir meseleydi. Arabaların sahiplerinin çoğu da ‘‘Sanayi Kongresi’’ne katılan işadamlarımız, hocalarımız ve medyamızın çok değerli üyeleriydi. İçeride Harvard'lı profesör Rodrik, ülkelerin rekabet gücü olmaz, şirketlerin ve sektörlerin rekabet gücü olur, diyordu. Sonra, üstüne basa basa, ülkeleri zenginleştiren ‘‘verimlilik’’tir diye ilave ediyordu. Arabalarını, otel bahçesinin kaldırımlarına ve yollarına park etmiş dinleyicilerin hiçbirinin aklına, biraz önce yapmış oldukları kural ihlaliyle, hem kongre merkezinin ‘‘mekán kullanım verimini düşürdükleri’’ hem de yolları tıkayarak başkalarına saygısızlık ettikleri herhalde hiç gelmiyordu. Öğle yemeğinde genç gazetecilerin masasına oturdum. Biri, yanında oturan arkadaşına çevre yolunda kaza şeridini kullanarak nasıl hızla geldiğini gururla anlatıyordu. Yüzüne baktım, çok mutluydu.
* * *
İşte beni, ülkem hakkında derin ümitsizliğe sevk eden bu aymazlıktır. Bu ülkenin insanı, öğrendiği veya öğrettiği hiçbir toplumsal kuralın, kendisi için de geçerli olduğunu kabul etmiyor. İçinde yaşadığı ve çok şikáyet ettiği düzensizliğin ve verimsizliğin bir sebebinin de kendisinin bu ‘‘kural tanımazlığı’’ olduğunu idrak etmiyor. Her kuralı soyut olarak destekliyor. Ama, işine gelmiyorsa o kuralın, asla kendi özgürlüğünü kısıtlamasını kabullenmiyor. Herkes, ormandaki çevresine üstünlüğünü kabul ettirmek isteyen goril gibi, göğsünü yumruklayıp ‘‘Ben! Ben! Ben!’’ diye bağırıp duruyor. Herkes sabırsız, herkesin çok acelesi var. Herkes aracını, kapıya en yakın yere park ediyor. Sıraya giremiyor, tevazu gösteremiyor. Hırçınlaşıp bozuk düzeni daha da bozuyor. Çünkü, egosu hormonlu diğer gorili kıskanıyor. Bir türlü ‘‘Onlar gorilse, ben insanım, benim vicdanım var, ben kurallar ve kanunlar önünde sadece bir vatandaşım’’ diyemiyor.