YENİ yılın gündeminin birinci sırasında, Türkiye-AB ilişkileri var. Bu konu, daha uzun yıllar, ülkemizin ‘düşünme-yazma-konuşma’ ortamının baş belirleyicisi olacak.
Avrupa Birliği, başlangıçta bir ekonomik entegrasyon projesiydi. Hatırlanacağı üzere, bu örgütlenmenin ilk adı ‘Ortak Pazar’dı. Burada anahtar kelime ‘pazar’dır. Teorik olarak, bir pazar ne kadar büyükse, orada yüksek kaliteli mal ve hizmetleri ucuza üretme ve tüketme imkanı o kadar artar. Buna kısaca ‘milletlerin zenginleşmesi’ denebilir. Çünkü, büyük pazarlara hitap eden sanayi kuruluşları da büyük olur. Büyük sanayi kuruluşları da aynı anda kalitede yükselme, maliyette ise azalma sağlayabilir. Ortak Pazar’ın adı sonraları ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’na dönüştü. Burada da anahtar kelime ‘ekonomik’tir. Halen de AB denince akla öncelikle, malların, paranın ve emeğin serbest dolaşımı gelmektedir. Ancak bu da bitmektedir.
Geçen zaman içinde AB, toplum hayatında hem ‘yaygınlık’ hem de ‘derinlik’ kazanmıştır. Böylece içine siyaset ve kültür de girmiştir. Şimdilerde konu AB olunca, en sık kullanılan kavram ‘aki komüniter’ diye telaffuz edilen ve topluluğu teşkil eden milletlerin ‘ortak birikim’i anlamına gelen mevzuattır. Bu mevzuat (birikim), sadece bir ekonomik bütünleşmenin gereği olarak üye ülkelere empoze edilmemektedir. Bu birikim, topluluğa katılacak ülkelerin kendi kültürel birikimlerinin yerine de geçecektir. Çünkü, başlangıçta bir ‘ekonomik işbirliği’ teşkilatı olarak tasarlanan bu örgütlenme, değişime uğrayarak ‘kültürel bütünleşme’ projesine dönüşmüştür. Bu ‘Batı Medeniyeti’ değerlerinde bütünleşmenin esasını da,
a ) demokratikleşme,
b ) insan (ve kadın) haklarına saygı,
c ) kanun hakimiyeti, ile
d ) özgürleşme
teşkil etmektedir. Bu yüzden AB etrafında yapılan tartışmalarda, iktisatçıların söyleyecekleri giderek kısıtlanmaktadır. AB konusu artık, siyaset bilimcilerinin, hukukçuların, tarihçilerin, sosyologların ve hatta ilahiyatçıların ilgi alanına girmiştir.
* * *
Türkiye’nin Yunanistan’la birlikte katılmaya davet edildiği AET ile bugün Türkiye’nin kapısını aşındırdığı ve bir türlü buyur edilmediği AB aynı şey değildir. Zaten öyle olsaydı, bize 30 yıl önce kapılarının açık olduğunu söyleyenler, bugün kapılarını bize açmakta bu kadar hasis olmazlardı. Türkiye, İslamcısı, Batıcısı, köylüsü ve kentlisiyle, esas olarak ‘refah artacak’ diye AB’ye girmek istemektedir. Bu bakımdan Türkiye’de siyasi bir tercih sorunu yoktur. Ancak, Avrupa’da Türkiye’yi bu ‘yeni AB’ye alma konusunda tereddütler vardır. Valéry Giscard d’Esteng ‘Türkiye, AB’ye girince Avrupalı olur; ama içinde Türkiye’nin bulunduğu bir AB, artık Avrupalı değildir’ diyebilmiştir. Siyasi tercih sorunu, Avrupa’dadır.
* * *
Son günlerde ben, nasıl oluyor da dünün bir kısım sosyalist aydınları ile milli görüşçüleri, aynı anda ‘AB sevdalısı’ oluyor ve elele verip bu yollarda beraberce yürüyorlar diye şaşıyordum. Bu ‘düzeyli birliktelik’ yoksa 70’li yılların Ecevit-Erbakan, nam-ı diger ‘karpuz koalisyonu’nun (dışı yeşil, içi kırmızı) gibi zamanı gelince ‘çatlayacak’ yeni modeli midir? Eksik olmasın, kırkbeş yıllık arkadaşım Ayşe Öncü (Sabancı Üniversitesinde sosyoloji profesörü) beni aydınlattı. Bu bir ‘misyonerlik’ karekteridir dedi. Misyoner ruhu taşıyanlar, yani Allah’ın kendileri bu dünyada yapacak önemli görevle yolladığına inananlar, bir misyonda sonuca gidemezlerse, kendilerine hemen ikinci bir misyon bulur; bu kişiler misyonsuz yaşamaz dedi. Yani Türkiye’yi ‘Halk Cumhuriyeti’ yapmak isteyenler sosyalistler ile Türkiye’yi ‘İslam Cumhuriyeti’ yapmak isteyen milli görüşçüler, şimdi Türkiye’yi ‘AB üyesi’ yapma misyonunda buluştular. Beni tedirgin eden husus şu: Ya bu misyonu da başaramazlar sa ne olur? Hele hele bu arada, giriş bedeli olarak peşin ödenen Kıbrıs ve sair tavizlerden nasıl dönülür. Yoksa gitti gider mi?