YAZIYA geçmeden önce belirteyim. AB militanı veya amigosu tavrıyla yapılan gazetecilikten ve köy düğünü havasında cereyan eden karşılama ve kutlamalardan fevkalade rahatsızım.
Ancak, Türkiye-AB ilişkilerinde gelinen noktadan memnunum. Başta, siyasi liderlik sergileyen Başbakan Erdoğan olmak üzere, bu konuda katkısı olan herkese, bir vatandaş olarak teşekkür ederim.
* * *
AB, Türkiye’ye umut edilen müzakerelere başlama tarihini vermemiştir. Şimdi denecek ki; ‘3 Ekim 2005’ ne tarihi oluyor öyleyse? O zaman ben de şu soruyu sorayım. 17 Aralık günü öğleden sonra, başbakanımız ‘bay bay!’ deyip, toplantıyı terk ettiğinde, masada 3 Ekim tarihi vardı değil mi? Erdoğan’ın arkasından İngiliz Başbakanı koşup onu geri çeviremeseydi ve Erdoğan, Türkiye’ye geri dönseydi, biz hálá ‘Türkiye tarih aldı’ diye zil takıp oynayacak mıydık? Tekrar hatırlatıyorum. 16 Aralık günü, 3 Ekim 3005 tarihinde katılım müzakerelerine başlanacağı zaten telaffuz edilmişti. Erdoğan rest çektiğinde, bu tarih verileli bir gün olmuştu. Ama bu tarih, bir sürü şarta bağlanmıştı. Başbakan ‘şartlı tarih, tarih değildir’ diye düşündüğü için müzakereyi kesmiştir. Demek ki, 3 Ekim tarihini, onunla birlikte gelen şartlardan soyutlamak mümkün değilidir. Bizzat Başbakan da böyle düşünmüş ve hareket etmiştir. Sonra, şartların, zevahiri kurtaracak şekilde değiştirilmesini yeterli görmüştür. Öyleyse, ben de 3 Ekim tarihine eklemlenmiş şartları değerlendirme ve ona göre ‘verilen tarih, verilmesi gereken tarih değildir’ deme hakkına sahibim. Bu işlerin uzmanı Sedat Ergin’in dünkü yazısının, kendisi tarafından yapılan özetini buraya bir defa daha aktarmak istiyorum.
Karar metninde,
1. Ucu açıklıkta bir ilerleme yok.
2. Serbest dolaşımda kalıcı sınırlama kesinlik kazanırsa, ikinci sınıf bir tam üyelik statüsü yaratılacaktır
3. Tarama süreci nedeniyle müzakereler, Nisan 2006’ya sarktı.
4. Kıbrıs Rum Kesimi, müzakerelerin açılmasını bloke edebilir.
5.Kıbrıs sorunu dondurularak, Ekim 2005’e kaldı.
Görüşmelere gitmeden önce ‘masada bir şey kalmamıştır’ denirken, 3 Ekim tarihinin kuyruğuna bu kadar kısıt eklenmesini, isteyen ‘kadı kızında da bu kadar kusur olur’ diyerek içine sindirebilir. Ama bazılarının da ‘bu bir uyutmadır’ deme hakkı vardır.
* * *
Türkiye’nin önündeki ana meseleleri sıralayalım.
1. Ekonominin istikrara kavuşması.Yani, enflasyonun düşmesi ve düşük kalması.Reel faizlerin, milli gelir artışı hızının altına gerilemesi ve kamu borçlarının ‘Faiz Dışı Fazla’ vermeden çevrilebilmesi.Büyüme yoluyla istihdamın arttırılması...
2. Kuzey Kıbrıs’ta tüm dünyada kabul görecek, onurlu ve kalıcı bir idari yapının oluşturulması.
3.Türkiye Kürtleri arasında yeşeren ‘ayrılıkçı’ akımların, demokratik yöntemlerle yönetilebilir hale indirgenmesi.
4. Laik ve dindar kesimler arasında yeni bir ‘sosyal kontrat’ yapılması.
Şimdi soru şu: Yukarıda sıralanan sorunların çözümü için, Türkiye’nin AB ile ilişkilerini, tam üyelik hayal bile olsa, olabildiğince sıkılaştırması, ülkeyi yönetenlere kolaylık sağlar mı? Cevabım, evettir. Öyleyse yola devam.