MİLLİ gelirimizin niçin yeteri kadar artmadığı açıklanırken, özellikle sol aydınlar tarafından "silahlı kuvvetlere bütçeden ayrılan payın yüksek olması" önemli bir neden olarak gösterilirdi.
Doğal olarak, bütçeden silahlı kuvvetlere çok para verilince, başta milli eğitim ve adalet (ve hatta sağlık) olmak üzere, devletin asli görevleri arasında bulunan işlere yeterince para kalmamaktadır. Uzun yıllar silahlı kuvvetlere, bütçeden aslan payının ayrılması, alt yapı yatırımlarının da aksamasına sebebiyet vermiştir. Bu da iktisadi kalkınmanın, yani halkın zenginleşmesinin önünde bir engeldir. Aynı paralelde, genel kabul gören tezlerden biri de II. Dünya Harbi'nden sonra, Almanya ve Japonya'nın silahlı kuvvetlerinin eski gücüne kavuşması, galip devletlerin zoruyla engellenince, "şerden hayır doğmuş" ve bu iki ülke hızla kalkınmıştır önermesidir. Bütün bu ifadelerde doğruluk payı olduğu kesin. Bu bağlamda ben de çok farklı düşünmüyorum. Ancak eğer Türkiye bu kadar büyük bir silahlı kuvvete sahip olmasaydı iç ve dış güçler (dostlar ve düşmanlar) nezdinde nasıl bir muameleye láyık görülürdü, onu iyi hesaplamak gerekir demişimdir. Silahlı Kuvvetler ve AB konusunun stratejik değerlemesine geçmeden önce, bütçeden silahlı kuvvetlere verilen paraların;
* * *
1. Mevcut milli savunma konseptinde, en isabetli şekilde kullanılıp, kullanılmadığı yani çarçur edilip, edilmediği veya
2. Silahlı kuvvetler, bugünkünden farklı bir milli savunma konseptinde yapılandırılmış olsaydı daha etkili bir askeri güç yaratılıp, yaratılamayacağı
tartışmalarını bir yana koyuyorum. Çünkü bu hususlar, gerek bilgi ufkumun, gerek uzmanlık alanının çok dışındadır. Onun için "bütçeden ne ayrılmışsa, o en iyi şekilde kullanılmıştır" ifadesini doğru kabul ediyorum.
* * *
Türkiyenin AB'ye kabulü ve Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) meselesi çoktandır gündemdedir. Bu konu açılınca, akla ilk gelen husus, katılım için TSK'nın, Türkiye siyaseti üzerindeki etkisinin azaltılması gerekir olmuştur. Nitekim bugün de AB'ye katılım müzakerelerinin kesilmesi denince de akla hemen "askeri müdahale" gelmektedir. Hatta Başbakan Erdoğan'nın, adeta geçmişini inkár edercesine AB'ye bu kadar sevdalanmasının, aslında TSK'yı siyasetten uzak tutma arzusu olduğu iddia edilmektedir. Başbakan Tayyip Erdoğan'nın, siyasi çıraklığı ve kalfalığı "milli görüş" doktrini içinde geçmiştir. (Bu arada milli kelimesinin, "ulusal" veya "ulusçu" değil, "dini" anlamına geldiğini hatırlatayım. Ulusçuluğun milli görüş edebiyatındaki karşılığı "kavmiyetçilik"tir.) Erdoğan, tam "milli görüş" büyük ustası olacakken, başını başka bir yöne çevirmiştir. Bu sırada, TSK da, Türkiye'de siyaset yapmanın anayasal sınırlarını çizme veya kollama görevinin icra tarzını, "eylemden söyleme" çevirmiştir. Böylece, Türkiye'de çoktandır beklenen "uzlaşı" ortamı teessüs etmiştir. Şüphe yok ki, AB yolunda katedilen mesafe, biraz da yaratılan bu ortamın sonucudur.
* * *
Son günlerde AB'den, TSK hakkında yapılan "övücü" açıklamalar, zihnimde şimşeklerin çakmasına neden oldu. AB yetkilileri aynen şunu söylemekteler: (Söylenenleri anlamak istemeyen AB amigo-militanlarına maalesef yardımcı olamıyorum) 1. Türkiye'nin AB'ye katılmasıyla, AB'nin Silahlı Kuvvetleri önemli ölçüde güçlenecektir. AB'nin özellikle İslami terörizme karşı savaşı sürdürmesi için buna çok ihtiyacı vardır. 2. Görüşmeler kesilse bile, TSK'nın, AB silahlı kuvvetlerine olan bağı aynen devam etmelidir.