DÜNYA televizyonlarını seyrediyorum gözlerim açık. Çok büyük bir depremin yaratığı dev dalgalarda perişan olmuş ‘koyu tenli’ insanlara yardım eden ‘açı tenli’ insanlar görüyorum.
Ben bu tabloları daha önce de çok gördüm diyorum. Afrika denince gözümün önünde hep, şiş karınlı zenci çocuklarla, kaditi çıkmış zenci erginlere, gıda ve ilaç yardımı yapan sarışın insanlar canlanır. Hollywood’da çevrilmiş ve Hindistan’da geçen geçen yüzyıla ait filmlerde, koyu tenli insanlar, beyaz tenli İngilizlere ‘sahip’ diye hitap eder. Acaba sahiplerin de bir sahibi var mıdır diye düşünmüşümdür zaman zaman. Sahip; akıllıdır, güçlüdür; icabında döver, icabında sever. Merhametlidir; ama gerekirse, dün Vietnam'da, bugün Irak'ta olduğu gibi, zalim olmasını da çok iyi bilir. Yurdumuzda da çok sık kullanılan bir deyimdir sahip. Kırsal kesimlerde yaşayan halkımızın en büyük şikayeti ‘sahipsiz’ kalmaktır. ‘Alamancılar’ da zaten sık sık televizyonlarda ‘gurbet ellerinde sahipsiz kalmaktan’ şikayet etmiyor mu? Bizler, hepimiz ortada kalan veya ortada bıraktığımız meseleler karşısında yılgınlığa düşüp, ‘yok mu bu ülkenin sahibi’ diye haykırmıyor muyuz? Soruyorum: Sahip aramak çözüm mü; yoksa kalıcı çözümsüzlük mü?
* * *
Sahip sınıfından, yani Avrupa kökenli olmak, insana gurur veren bir duygu herhalde. Düşünün... Yıllardan beri gerek Avrupalı çocuklar (bu bağlamda Amerikalı, Kanadalı, Avustralyalı olmak da aynı şey) TV’lerde bunları seyrediyor, gazetelerde, dergilerde, kitaplarda bunları okuyor. Kendisine ince ince şu telkin ediliyor: Sen, beceriksiz yerlilere, gerekirse severek, gerekirse döverek adam olmayı öğreten üstün bir ırkın ve kültürün ahfadından geliyorsun. Ben medya yoluyla yapılan bu telkinler mesnetsizdir demiyorum. Pek tabii bu endoktrinasyon yani ‘beyin yıkama’ veya ‘şartlama’ en azından bazı somut gerçekler üzerine kuruludur. Sadece şuna da dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu esnada ‘Avrupalı olmayanlar’ da ters bir şartlanmaya tabi tutulmuş olmuyor mu? Yani bu görüntüler, Avrupalı olmayanlara ‘sizler bu dünyanın işlerinden anlamazsınız; sahip gelsin size doğru yolu göstersin’ denmiş olmuyor mu? Bu yüzden onlar da aşağılık kompleksine kapılıp ‘biz de öbür dünya işlerinden anlarız’ diye böbürlenip, kendilerini aldatmıyor mu?
* * *
Her insan, her kurum ve her toplum yarattığı imajına uygun davranmaya mecburdur. İmajına uymayan, yani kendisinden bekleneni yerine getirmeyenin imajı, yeni İstanbul ağzıyla, karizması çizilir. Beyaz adamlar, bu sunami tahribatından sonra kısa bir tereddüt geçirip hemen toparlandılar. Bir yandan kesenin ağzını açıp, ‘tsunami-zedelerin’ yardımına koştular diğer yandan Avrupa hatta dünya çapında üç dakikalık ‘saygı duruşu’ düzenlediler. Müthiş bir medya kapsaması sağladılar. İmajlarını sağlamlaştırdılar, karizmalarını pekiştirdiler. ‘Sahip’ olmanın gereğini (hiç olmazsa şimdilik ve görüntüde) yerine getirdiler.
* * *
Hint Okyanusu'nda, Endonezya yakınlarında deniz ortasında meydana gelen büyük bir depremden sonra oluşan dev dalgalar büyük tahribata yol açtı. 150 binden fazla insan öldü. Milyona yakın insan az veya çok bu felaketten etkilendi. Felaket bu boyutta olmasına rağmen, yine de dünyanın statik ve dinamik büyüklüğü içinde bu olay küçüktür. Dünya nüfusunun günde 150 bin kişi arttığını hatırlayalım yeter. Bu facianın maliyeti 4 milyar dolar olsa, bu 33.000 milyar dolarlık dünya milli gelirler toplamına kıyasen küçüktür. Bu facianın izleri, zannedildiğinden çok kısa zamanada görünmez hale gelecektir. Bu izleri de zannedildiğinin aksine, oraya giden yabancılar ve onların yolladığı yardımlar değil, bizzat o ülkelerin devletleri ve halkı, kendi ceht ve gayretleriyle silecektir. Doğru olanı da budur.
* * *
Bu tabloda biz neredeyiz? Tarih boyunca bizler, sahibini aramaktan çok, ‘sahip’ olma rolünü daha fazla oynamışızdır. Bize yakışan da bu rolün icabını yerine getirmektir.