Ege Cansen

Daha az devlet, daha fazla bireysel sorumluluk, daha fazla büyüme mi demek

30 Nisan 2005
<B>POKER </B>ustalığını gerektiren bir görüşme maratonunun sonunda, 2003 yılının son günlerinde, Ankara’daki karar alıcılardan beklenmeyecek ölçüde çok sayıda (neredeyse 3000 sayfa kanun metni) değişikliği karara bağlandı. Peki bu ivme Türkiye’yi harekete geçirdi mi? Geçirdiyse, ülke nereye gidiyor? Politik görüş ayrılıklarını, sağ ve sol tartışması olarak adlandırmak kolayımıza gider. Kullanmaktan vazgeçemediğimiz başka karşıtlıklar da var. İleriye veya geriye, çağdaş veya çağdışı, ilerlemek veya yerinde saymak gibi. ‘Türkiye’yi ileri götürmek’ hem hükümetin, hem de muhalefetin temel vaatlerinden biridir Aralığın son günlerinde alınan kararların yerinde kararlar olup olmadıklarını görmek için, hedeflerin kaba çizgilerle de olsa belirginleşmesi gerekiyor. Ülkeyi ileri götürmek ne anlama geliyor ? ‘Ülke’ ile kastedilen kişiler kimlerdir? Tüm vatandaşlar mı?

Hem hükümet hem de muhalefet, tasarılarla ilgili şaşırtıcı derecede benzer temele dayanan görüşlerini ‘ekonomik kriterler’ üzerinden açıklıyorlar. Devletin ekonomiye sağladığı desteğin, büyümenin hızlandırılmasını ve yeni iş sahaları açılmasını teşvik edici olması gerektiğini söylüyor. Milyonlara varan işsiz sayısının azaltılmasının her hükümetin en temel hedefi olması gerektiğini düşünüyorlar. Emekli maaşlarının ödenmesinde ve işsizlik sigortası ödemelerindeki finansal krizin de ancak işsizlik sorunu doğru bir şekilde ele alınabilirse çözüleceğini vurguluyorlar. Ancak devletin, destek sağlarken iki noktayı göz önünde bulundurması gerektiğini de ilave ediyorlar.

a) Devlet borçları hiçbir şekilde arttırılmamalı, mümkün olduğunca azaltılmalı, b ) sosyal yapıya dikkat edilmelidir.

Bu kriterlere göre, hem işsizlik sorununun ağırlaşmaması, hem de devlet borçlarının azaltılması için izlenmesi gereken yolun, ekonomik büyümenin hızlanması ve/veya sosyal güvenlik harcamalarının azatılması olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Ekonomik büyümeden başka yollar arayan çözüm önerileri, iktisadi değil siyasi tartışmaların temelini oluşturuyor. Bugünlerde alınan kararlarla, sosyal güvenlik sistemine de bir çeki düzen verilmesi planlanıyor. Yeni plan, sigortalıların sağlık ödemeleri ve yaşlıların korunması konusunda devletin sorumluluklarını azaltıyor. Vatandaştan daha fazla bireysel sorumluluk alması isteniyor. İşsizlik ödeneklerinin azaltılması ya da ücretlerin düşürülmesi gibi hakları kısıtlayan uygulamalar, uzun vadede daha fazla istihdam yaratacaksa, hayata geçirilmelidir. Sonuç: Vatandaşın yükünün artacağı kesin; yeni iş sahalarının açılacağı ise belli değil.

* * *

Yukarıdaki metnin yazarı ben değilim. Yazan Wolfgang Storz. Kendisi, ‘Frankfurter Rundschau’ gazetesinin genel yayın yönetmeni. Bu yazıyı, geçen yılın ilk aylarında kaleme almış. Kesip saklamıştım, dosyaları karıştırırken tekrar okudum. Bizim çözümü için kafa patlattığımız konularla, Almanların meselelerinin ne kadar birbirine benzediğini görünce ilginizi çeker diye köşeme taşıdım. Yukarıdaki metinde geçen Ankara, metnin aslında Berlin, Türkiye ise Almanya’dır. Başlığı değiştirmedim.

Türkiye’nin meselelerinin Almanya’nın meselelerine benzemesi yanında, makalenin esas çarpıcı yanı, sosyal meselelerin çözümü için ‘bireysel sorumluluğu’ arttırma eğiliminin, Almanya’da hem iktidar, hem de muhalefetçe benimsenmiş olmasıdır.

Son Söz: Hesap vermeden yetki; sorumluluk almadan hak talep edilemez.
Yazının Devamını Oku

Trajedi değil, facia

27 Nisan 2005
<B>BİRİNCİ</B> Dünya Harbi sırasında, Osmanlı Devleti’nin güvenliği açısından zorunlu göçe, o zamanki değişiyle <B>‘tehcir’</B>e tabi tutulan Ermeni vatandaşlarımızın uğradıkları can kayıpları meselesi, zamanla soğuyacağına, giderek ısınıyor. Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmeye çalıştığı bir devrede bu sorun, Kürt ve Kıbrıs meseleleriyle birlikte neredeyse yeni bir ‘vize’ maddesi haline geldi. Sorunun irdelemesine girmeden önce bir kelime düzeltmesi yapmak istiyorum. Batı dillerinden Türkçe’ye tercüme yapılırken, ‘tragedy’ kelimesi ‘trajedi’ olarak çevrilmektedir. Bu tamamen yanlıştır. O metinlerdeki ‘tragedy’ sözcüğünün Türkçesi, ‘fácia’ veya ‘feláket’ veya ‘korkunç olay’dır. Türkçe’de kullanılan trajedi, komedi veya dram gibi bir tiyatro terimidir. Pek tabii, orada da anlamı fáciadır. Lütfen, bundan sonra Ermeni tehçirinden bahsederken bu bir trajedidir değil, bir fáciadır diyelim. Diyelim de okuyanlar veya dinleyenler ne demek istediğimizi anlasın.

* * *

Ben, Ermeni meselesinde uzman sıfatıyla konuşma ehliyetine sahip değilim. Bundan sonra yazacaklarım, bir toplum gözlemcisi olarak, bu konuda okuduklarımdan ve dinlediklerimden aklımda ve vicdanımda kalan tortudan ibarettir. Ermeni tehciri gerçekten çok büyük bir felákettir. Bu öncelikle Ermeni vatandaşlarımız için böyledir. Ama, Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin (ki Osmanlı devrinde bu topraklardaki ülkenin adı Turkiya idi) vatandaşları olan bizler için de bir felakettir. Öyle bir felákettir ki, hálá bunun bedelini ödemekteyiz. Üstelik vicdanımız sızlamaktadır. Ermeni tehciri yapılmamış olsaydı, bugünün Türkiye’si nasıl olurdu? Farzedelim, hem Birinci Dünya Harbi hem İstiklál Harbi’miz aynı şekilde sonuçlanırdı. Peki Ermeniler, daha sonra yeni bir ‘bağımsızlık savaşı’ başlatmazlar mıydı? Sovyet Ermenistanı, SSCB’nin heyheyli devrinde mesela 1946’da Türk Ermenileri konusunda Türkiye’ye karşı nasıl bir tavır takınırdı? Büyük Ermenistan projesi gerçekleşmez miydi? O şartlar altında bugünün Güneydoğu/Kürt sorunu, hatta Irak’lı Kürtler meselesi nasıl bir içerik kazanırdı? Acaba Doğu ve Güneydoğu, iktisaden Türkiye’nin az gelişmiş bölgesi olmaya devam eder miydi? Pek tabii, bunları kestirmeye imkán yok.

* * *

Tarihçi Toyenbee’nin ‘Mavi Kitap’ını görmedim. Ama 1910’larda Van’da, İngiliz Konsolosluğunda kátip olan Toyenbee’nin İngiliz Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı ‘Ermeni Tehciri’ (The Armenian Deportation) adlı ve ‘confidential’ damgalı raporu okudum. Ermeni meselesi, bir bakıma Hıristiyan Batı’nın ‘üstün kültür sahibi kavimler, aşağı kültür sahibi kavimleri yönetir’ ilkesine tek istisna teşkil eden Osmanlı Devleti’nde ‘Doğu Hıristiyanların Kurtarılması’ (The Relief of The Eastern Cristians) projesinin bir sonucudur. Bu amaçla önce Fransa’da daha sonra ABD’de 17 cemiyet kurulmuş ve ABD’deki cemiyetler ‘The Confederation for the Relief of Eastern Cristians Societies’ adlı bir konferasyon çatısı altında toplanmıştır. Bu ve benzeri örgütler, Anadolu’daki Hıristiyanları özellikle Ermenileri eğitmek ve onları kendi kendilerini yönetir hale getirmek için için yüzlerce okul açmıştır. Ermeniler, Osmanlı’nın bağımsızlık kazanmış diğer Hıristiyan milletleri gibi (doğal olarak) bir bağımsızlık mücadelesine girmiştir. Pek tabii, bu mücadele öncelikle Rus Ermenistanı’na yakın Doğu Anadolu’daki gizli örgütlerce yürütülmüştür. Maalesef, biraz da Almanların dolduruşuna gelen İttihatçılar, bu silahlı kalkışmayı kökünden kurutmak için tehcir denilen fáciaya sebep olmuştur. Olayın feláket yanı, bu tehcirde, kurudan fazla yaş yanmış olmasıdır.

Son Söz: Dünya siyasi tarihi, bir fácialar dizisidir.
Yazının Devamını Oku

Petrol fiyatları ve enflasyon

23 Nisan 2005
PETROL fiyatları geçen yıldan beri artıyor. Bugünlerde varili 50 doların üstünde. Petrol fiyatları ve ekonomik gelişme konusunda uzmanlaşmış (?) kişilere göre, petrolün denge fiyatı, 28 dolar/varil.Halbuki, petrol fiyatlarının bu düzeye gerileyeceğine dair hiç bir emare yok. Tam tersine, özellikle Çin’den gelen büyük talep karşısında petrol fiyatlarının daha da yükselmesi kaçınılmaz. Üstelik Dünya petrol rezervinin yüzde 10’na sahip olan Irak’ta petrol üretimi henüz regulasına girmedi. Büyük üreticilerden İran’la Amerika arasında hır çıkma ihtimali var. İşler bu minval üzere giderse, petrol fiyatı düşmeyecek. Belki de, yeni bir küresel enflasyon dalgası yaşanacak. Bu dalga da muhtemelen ABD’den başlayacak. Ancak ondan sonra, petrolün ‘reel’ fiyatı, (yani ABD Doları’nın enflasyonuna göre düzeltilmiş fiyat) olması gereken düzeye gerilecek. Bugün irdelemek istediğim soru şu: Artan petrol fiyatları, 1970’lerde olduğu gibi dünyada bir enflasyon yükselmesine sebep olur mu? Bu enflasyon dalgası, hangi ülkelerde daha fazla kendini hissettirir? * * *Enflasyon, fiyatlar ‘genel’ düzeyinin artmasıdır. Petrol fiyatının artmasıysa, petrol denilen malın fiyatının ‘nispi’ olarak artmasıdır. Daha bu cümleden anlıyoruz ki; bir maddenin nispi fiyat artışıyla, fiyatlar genel düzeyinin artması tamamen farklı olaylardır. Daha açık bir değişle, petrol fiyatlarının artmasıyla, enflasyon arasında hiç bir zorunlu ilişki yoktur. Ancak, iktisadi hayatın kendisini gözlemlendiğinde böyle bir ilişki varmış gibi görünümler ortaya çıkmaktadır. Eğer, yukarıda yer alan ‘nispi fiyat artışı, genel fiyat düzeyi artışı getirmez’ önermesi doğruysa, niçin petrol fiyatlarının artması, enflasyonu arttırır endişesi vardır? Daha da kötüsü gerçekten de arttırır mı? * * *Petrol fiyatının nispi olarak artmasının, fiyatler genel düzeyini (enflasyonu) yükseltmesi için, bu iki bağımsız olayı birbirne eklemleyen bir ara süreç olması gerekir. Yani, petrol fiyatlarının nispi artışı, belli bir sosyo-ekonomik süreci tetiklemede, o süreç de enflasyonu yükseltmektedir. İşte bu süreç, artan petrol fiyatları karşısında kişilerin, satınalma güçlerinin gerilememesi için, karşı eylemde bulunmasıdır. Kişiler bu mukabaleyi, kendi ürettikleri mal veya hizmetin fiyatını arttırarak yaparlar. Mesela, yükselen benzin fiyatı karşısında, akşam cebinde kalan paranın azaldığını gören taksi şoförü, taksi tarifelerinin artmasını talep eder. Hatta bu talep genellikle, sadece artan benzin fiyatı kadar değil, ihtiyaten daha da fazla olur. Bu örnek kolaylıkla çoğaltılabilir. İşte bu davranış, nispi fiyat artışının, kendini koruma kaygusuyla tepki veren bireylerce genele fiyat düzeyine taşımasıdır. Yani enflasyon, bizzat ondan şikayetçi olan insanlar tarafından yaratılmaktadır.* * *Nispi fiyat artışıyla uç veren enflasyonun, yayılarak artmasına engel olmak için, merkez bankalarının ‘sıkı para politikası’ (para arzının daraltılması ve faizlerin arttırılması) uygulamaları gerekir diye bir ezber vardır. Her ezber gibi bu da belli şartlar altında doğru bir önermedir. Enflasyona karşı mücadelede esas önemli olan, kişilerin gelirlerini (ücret, kira, faiz ve kár) enflasyona endekslemelerine engel olmaktır. Bu bağlamda en önemli makro tedbir ‘sıkı máliye politikası’dır. Daha da önemlisi kamu ve özel sektörde ‘toplu sözleşme’lerin endekslemeye yer vermemesidir. Hakeza, kira ve faiz kontratlarında da endeklemeye izin verilmemesi şarttır. Ülkeler, bunları yapabildikleri nispette artan petrol fiyatlarının enflasyona sebep olmasına izin vermeyecektir.Son Söz: Peşpeşe gelen iki olaydan, önceki, sonrakinin sebebi olmayabilir.
Yazının Devamını Oku

Dalga geçme devam ediyor

20 Nisan 2005
<B>KONUMUZ</B>, Türkiye’de döviz fiyatları. Bazılarımız ki, bunların arasına ben de dahilim, döviz fiyatlarının düşük kaldığını söylüyor. Diğer taraftan başta hükümet yetkilileri olmak üzere, MB (Merkez Bankası) başkanı ve sürdürülen iktisadi programın ateşli savunucusu iktisatçılar, ‘TL aşırı değerlidir’ ifadesi için, saçmadır, mesnetsizdir ve bilimsel değildir diyorlar. Tezlerini şöyle savunuyorlar.

1. Hiç kimse, reel döviz kuru hesapları yayınlayan MB dahil, döviz fiyatının ne olması gerektiğini hesaplayamaz. Hangi yıl baz alınacaktır, hangi fiyat endeksi kullanılacaktır, ticaret ağırlıkları nasıl bulunacaktır? Bunların hepsi hataya açıktır; piyasada fiyat neyse, dövizin doğru fiyatı odur deyip kesip atıyor.

2. Bir diğer savunma tezleri ise, Türkiye’de ‘dalgalı kur’ rejiminin uygulandığı ve ne hükümetin ne de Merkez Bankası’nın kafasının gerisinde ‘kur şu olmalıdır’ diye bir rakkam bulunmadığı ve döviz fiyatlarına müdahale edilmediğidir.

3. Son olarak da M.B.’nin sürekli döviz satın aldığı ve böylece, döviz fiyatlarını yükselttiğidir. Sonra da alaycı bir şekilde ‘Eğer Merkez Bankası, piyasadan döviz almasa, kur o zaman nereler düşer görürdünüz’ diyerek dalgalarını geçiyorlar..

* * *

Ben, enflasyonu düşürmek için Türkiye’de üç küsur yıldır ‘örtülü kur çıpası’ diye adlandırılabilecek bir para politikası uygulandığını yazıp duruyorum. 1999 sonunda o zamanki moda tabiriyle, Türk ekonomisi duvara dayanmıştı. Bunun üzerine IMF ile bir anlaşma yapılmış ve kısaca ‘Kur Çıpalı Stabilizasyon’ programı yürürlüğe konmuştu. Aslında 2000 başında yürürlüğe giren bu program, 2001 krizine yol açan yan etkilerini düşünmezsek, bir yıl içinde enflasyonu % 60’lardan, % 30’lara düşürdü. Yani IMF’nin kur çıpalı dezenflasyon programı başarılıydı. Ancak sebep olduğu ‘fahiş reel faiz’, ‘cari açık’ ve o yıllarda Türkiye’ye egemen olan ‘ahláksız bankacılık’ yüzünden göçtü. Krizden sonra yürürlüğe konan, Kemal Derviş’in önderliğinde ve IMF’nin gözetiminde hazırlanan programla ‘dalgalı kur’ rejimine geçildi. Zamanla anlaşıldı ki; bu da bir ‘örtülü kur çıpası’ modeliymiş. Bu program da enflasyonu indirdi, üstelik sıkı maliye politikası sayesinde de çökmedi.

* * *

Vurgulamak istediğim husus şu: Hükümet ve M.B. yetkilileri, faizler yoluyla kuru baskı altına aldıkları halde, ikide bir ekranlara çıkıp, ‘döviz fiyatlarına müdahale edilmediğini’ söylüyorlar. M.B., TL faizlerini kendince haklı sebeplerle yüksek tutuyor. TL faizi yüksek olunca da, yurt dışından Türkiye’ye, yabancı tasarruf yani döviz akıyor. Efektif talebi aşan bu döviz arzı, döviz fiyatlarını aşağıya bastırıyor. Eğer M.B., gerçekten dövize müdahale etmek istemiyorlarsa TL faizlerini öngörülen enflasyon rakkamına, hatta daha aşağıya indirmelidir. Yani bugünlerde % 6-7 ideal rakamdır. Hakeza Hazine de eğer düşük faiz oranlarında TL’de borçlanmada başarılı olamıyorsa, dövizle borçlanmalıdır. Bakalım o zaman döviz fiyatları nerde teşekkül edecek ? Yoksa, hem yüksek TL faizi uygulayıp hem de ‘vallahi biz döviz fiyatına müdahale etmiyoruz’ demek, adamla dalga geçmektir. Faizleri düşürmek ve dövizle borçlanmak, ‘enflasyona’, ‘büyümeye’, ‘işsizliğe’, ‘faiz dışı fazlaya’, ‘bütçe açığına’ ve ‘cari açığa’, kısa ve uzun vadede nasıl yansır, Türkiye’nin dışarıdan risk algılanması nasıl değişir; esas tartışılması gereken ‘alternatif politika’ budur.

Son Söz: Haklı olabilirsin, müdahale et; ama etmiyorum deme.
Yazının Devamını Oku

Bordür taşı hikayesi

16 Nisan 2005
<B>UZUN </B>süredir işlemek istediğim bir konuyu bugün ele almaya karar verdim. Bilindiği gibi İstanbul’umuz, yayaların yürüyebileceği doğru dürüst kaldırımı olmayan, ama kaldırımları en sık ‘yeniden yapılan’ bir dünya şehirdir. Bu kaldırım konusu, çok yazı kaldırır. Mesela başta Nişantaşı ve Bahariye gibi dükkan kiralarının yüksek olduğu semtlerde bodrumu da kiraya vermek için, kamuya ait kaldırımı oyarak dışarıdan inen merdiven yapmak yaygın bir mekan hırsızlığıdır. Bugün o konuya girmeyeceğim. Hakeza, eşe dosta veya siyasi yandaşlara para aktarmak için yapılan kaldırım ihalelerinden de bahsetmeyeceğim. Bugün bordür taşının hikayesini anlatacağım.

1. Bordür taşı, araçların seyr-ü seferine tahsis edilmiş yol zeminiyle, yayaların güvenli bir şekilde yürümeleri için yükseltimiş yol şeridini birbirinden ayıran prefabrik yapı elemanıdır.

2. Bordür taşları, kaba olarak ‘70 cm x 27 cm x 10 cm’ boyutlarındadır ve betondan imal edilir. Eskiden bu elemanlar, sonsuz ömürlü granit taşından yapılırdı. Granit olanlar belediyecilerle sökülüp çöpe atılmıştır.

3. Bordür taşları, ‘kanun hakimiyeti’ olan ülkelerde dizayn edilmiştir. Mühendisler, yaya kaldırımlarının yol zemininden yaklaşık 15 cm yüksek olmasını, her yaştan insanın kolayca inip çıkması ve yürüme güvenliği için gerek ve yeter görmüştür. Bordür taşının, kaldırım dolgusu için bir istinat duvarı teşkil edeceği ve yan yüke maruz kalacağından, devrilmemesi için 12 cm de zemine gömülmesi uygun bulunmuştur. Bu nedenle bordür taşlarının yüksekliği 15+12 = 27 cm olmuştur.

4. Zamanla İstanbul’un bencil araç sürücüleri, kendi yürüme mesafelerini asgariye indirmek için, gidecekleri noktaya en yakın park yerini ararken, kaldırımların aslında ‘oto park alanı’ olduğunu keşfetmiştir. Böylece kadırımlar, araçlarla işgal edilmiş ve yayalara yürüyecek yer kalmamıştır.

5. Bunun üzerine, ‘hukuk çalışmazsa, fizik çalışır’ ilkesine göre hareket eden belediyeler, kaldırımları araçların üstüne çıkamayacağı yükseklikte inşa etme kararı almıştır.

6. Bu gerekçeyle, bordür taşlarının 12 cm’sinin toprağa gömülmesinden vazgeçilmiş ve taşlar, yolun sıfır kotu üzerine oturtularak, kaldırım yüksekliği 27 cm’ye çıkarılmıştır. Bu fizik engelleme, bencil sürücülerin arazi tipi araçlara geçmesiyle bir süre sonra işe yaramaz hale gelmiştir. Neyse, bu bahsi diger.

7. Ancak, dibinden bir tutam harçla tükürükle tutturulmuş gibi eğreti duran bodür taşları, bazan doğal hava ve kullanım şartlarından, bazan da arazi araçlarının tecavüzü karşısında birer birer devrilmeye başlamıştır. Bordür taşı devrilince, yükseltide kullanılan kumlar dışarı akmış ve kadırımlar toptan çökmüştür.

Soru şu : Mademki kaldırım yüksekliğinin 27 cm olmasına karar verildi, niçin bordür taşlarının yüksekliği ‘27+12=37’ cm’ye çıkartılmadı ? Böyle yapılsaydı, taşın 12 cm’si yine zemine gömülebilecek, bordür taşları devrilmeyecek, dolgu malzemesi akıp gitmeyecek, kaldırımlar da çökmeyecekti.

Belediyenin iktisadi (?) cevabı şöyledir herhalde. Yükseklik arttırılırsa bordür taşının maliyeti, dolayısıyla kaldırım inşaatı pahalılaştıracaktı. Biz şimdi, taşlar devrilince, kaldırımın iyice çökmesini bekliyoruz. Sonra tamamen söküp yeniden inşa ettiriyoruz. Daha hesaplı (!) oluyor.

Son Söz: Hukuk yoksa, israf çoktur.
Yazının Devamını Oku

Amerika faizleri artırmaz

13 Nisan 2005
<B>BİR</B> süredir Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) faizleri artıracağı söylentileri dolaşıyor. Nitekim de ufak ufak artırıyor. Eğer buna da artırmak denirse. Amerika’da enflasyon yüzde 3’ler dolayında. Merkez Bankası tarafından belirlenen kısa vadeli faizler de arta arta o civara geldi. Türkçe söylemek gerekirse, ABD’de Merkez Bankası’nın uyguladığı reel faiz ‘eksi’ idi; lütfen sıfıra geldi. Belki bir süre sonra, reel faiz artı % 1-1.5 olur. 10 yıllık Amerikan tahvilleri % 4.5 faiz getiriyor. Bunun da reeli şimdilik % 1.5. Amerika’da önümüzdeki 10 yıl içinde enflasyon artarsa ki, petrol fiyatları ve pahalılanacak ithal girdiler yüzünden artma ihtimali var, bugün satın alınan 10 yıllık tahvillerin reel faizi, muhtemelen % 1.5’in de altına düşecektir.

* * *

Bir fevkaládelik olmaz ve bugünkü şartlar devam ederse, Amerika’da faizler önemli yüzdede artmayacaktır. Niçin artsın ki? Amerika’yı rahatsız eden devasa ‘cari işlem açıkları’nın azalması için, doların düşük düzeyini muhafaza etmesi ve hatta daha da değer kaybetmesi gerek. İsterseniz tersten ifade edeyim. Diğer paraların veya en azından bazı para birimlerinin, dolara karşı değer kazanması şart. Dolar faizlerini arttırmak, Amerikan parasının değer kaybetmesini ‘geciktirir’. Bu da cari işlem açıklarını büyütür. Amerika, bunu istemiyor. Amerikan tahvil faizlerinin artması, Amerikan devletinin faiz giderlerini arttırır. Amerika, bunu da istemiyor. Aklı başında hangi ‘borçlu’ (ister devlet, ister firma veya kişi olsun), daha fazla faiz ödemek ister? Hazır bu kadar düşük reel faizle 7000 milyar dolara dayanmış kamu borçlarını döndürebilen Amerika, niçin kendi kendine kazık atsın. Zaten doların değer kaybı dolayısıyla ellerinde dolarlı kağıt bulunduran ülke ve kişiler, ciddi miktarlarda ‘sermaye zararı’ (capital loss) realize ettiler. Bu da Amerika’nın pozisyon kárı oldu. Niçin, şimdi bunu tersine çevirsin? Amerika, cari açığını ihracatı artırarak kapatacaktır. Bunun için iç talebi frenlemelidir. Bunu da ‘bütçe açıklarını’ daraltarak elde edilebilir. Bütçe açığı metafizik bir olay değildir; bal gibi azaltılır.

* * *

Amerika’nın faizleri artıracağını savunanlar, faizler artınca, Amerikan ekonomisinin soğuyup büzüleceğini, yani iç talebin daralacağını, muhtemel enflasyonist baskının ortadan kalkacağını düşünüyor. Ayrıca bu faizci iktisatçılara göre, faizler artınca Amerika’da tasarruf artacak ve dolayısıyla Amerika’ya sermaye girmesine ihtiyaç kalmayacaktır. Bu da cari işlem açıklarını düşürecektir. Bu da bir modelleme. Ekonomiyi böyle okuyanlar çok. Varsayımları yanlış, ama kendi içinde tutarlı.

* * *

Benim, iktisadi hayatla ilgili bugüne kadar edindiğim bilgilerden çıkardığım sonuç, ‘faizle, toplam tasarruf arasında hiçbir ilişki olmadığı’dır. Eğer birisi böyle bir ilişkinin varlığına dair amprik bir kanıt bulmuşsa, bu tamamen tesadüftür. Faiz, tasarruf edilen paranın portföy yapısını değiştirir. Mesela faizler düşük olunca, tasarruf gayrimenkule ve hisse senedine kayar. Yüksek olursa, tahvile. Faizin işlevi budur. Tasarruf, faizin değil gelirinin fonksiyonudur. Pek tabii, emeklilik sistemleri gibi yapısal ve ihtiyatlılık gibi kültürel değişkenlere de bağlıdır. Merkez Bankaları’nın faizle oynayarak ekonomiyi yönettikleri ise ‘kerameti kendinden menkul şeyhin’ hikayesinden başka bir şey değildir. Yani tam bir ‘ham hayal’dir.

İster cari işlem, ister bütçe, ister tasarruf açıkları açısından olsun, nereden bakarsam bakayım, ABD’de önemli bir faiz artırımını gerektirecek bir neden görmüyorum.

Son Söz: Hiç yanılmayan, hiçbir tahminde bulunmayandır.
Yazının Devamını Oku

Bahar şoförlüğü

9 Nisan 2005
<B>BAHAR </B> gelince, insanın baharı başına vurur. İçimizi bir coşku kaplar. İnsanlar, % 9.9 büyüyen Türk ekonomisi gibi kabına sığmaz hale gelir. Bu ruh haleti, bilhassa geçler için geçerlidir. Ama bu bahar aylarıyla birlikte, her yaş ve cinsiyetten sürücüler, araç hızlarını yükseltti. Çünkü, yol zemini kuruduğu için direksiyon hakimiyeti arttı. Savrulmadan viraj almak, milimetrik hassasiyetle slalom yapmak kolaylaştı. Hava açık, ışık bol, aracın ön camı temiz olunca görüş mesafesi uzadı. Her şey, bahar şoförüne ‘bas gaza’ diyor. Bir elde telefon, diğer elde direksiyon, orta parmak selektörde, öndeki aracın tamponuna yarım metre mesafede, hem köklersin gazı, hem koyulaştırırsın muhabbeti. BMW’sini 170 km.’yle koşturan devlet büğümüzün eşine, ‘koy bir kaset, neşemizi bulalım’ dediği gibi, koydun mu bir cıstak disk, duramazsın yerinde. Heyttt!, var mı bana yan bakan?

* * *

Uzun süredir ‘Kanun Hakimiyeti’ ile ‘Hukukun Üstünlüğü’ kavramları arasındaki farkı düşünüyor, bulamıyordum. Sonunda buldum. Bu fark, trafik düzenini sağlamak açısından önemli olduğundan, konuyu ele alıyorum. Bilgilerine müracaat ettiğim hukuk hocaları, ‘kanun hakimiyeti’yle, ‘hukukun üstünlüğü’ deyimleri, aynı kavramı anlatır dediler. Kanun hakimiyeti, İngilizce’de‘Rule of Law’ deyiminin Türkçe karşılığı. Dizi filmi oynayan ‘Law and Order’ da ‘Kanun ve Nizam’ demek. Rule of Law, ‘Kanunların İktidarı’ şeklinde de tercüme edilebilir. Mesela, ‘ruling party’ iktidar partisi demektir. ‘Hukukun Üstünlüğü’ deyimiyse, herhalde ‘Supremacy Of Law’ deyiminin yanlış tercümesidir. Benim anladığıma göre bu ilkenin anlamı şu: Yargıç, bir dava hakkında karar verirken öncellikle yasa hükmüne itibar etmek mecburiyetindedir. İçtihatlar veya kişisel hukuk yorumu sonra gelir. Buna, ‘Kanunların Üstünlüğü’ demek gerekirken, nedense ‘Hukukun Üstünlüğü’ denmiş daha sakıncalısı, ‘Kanun Hakimiyeti’ kavramının yerini almıştır. Bu söylemin iki anlamı vardır.

1. Hukukun üstünlüğü, eşdeğer üç anayasal erkten biri olan ‘yargı’, Türkiye’de ‘yürütme’ ve ‘yasama’dan daha üstündür demektir.

2. Kanun dışı iş ve eylemlerini, kanunların şekil şartlarına uydurmuş kişiler, ne yapmış olurlarla olsun, cezalandırılamaz. Bu ilke, ülkede kanun hakimiyetinin tesis edilememesinden daha önemlidir.

* * *

Ben, Türkiye’de sokaktaki polisin çok güçsüz olduğu kanaatindeyim. Polis, güçsüzlüğünün acısını, karakola atabildiği insanlardan çıkarmaktadır. Bu yüzden, vatandaşın saymadığı, sadece çekindiği ‘güçsüz ama zálim’ polis tipi doğmuştur. Hemşeri ve akraba dayanışmasının yüce bir değer olduğu toplumumuzda, genellikle kırsal kesimden gelen polislerin, yansız ve ádil davranmalarına kültürleri izin vermez. Bütün bunlara rağmen, polisin elini güçlendirmeden ‘kanun hakimiyetini’ tesis etmek de imkánsızdır. Basının yalancısıyım. Mahkemeler, kusurlu veya suçlu zanlısı şoförün imzalamadığı trafik ceza zaptı geçersizdir ve plákaya ceza yazılmaz gibi kararlar almış. Eğer bunlar doğruysa, trafikte ‘kanun hakimiyeti’nin sağlanması gelmeyecek bahara kalmıştır. Acaba trafik hukukunda, Avrupa Birliği mevzuatını ve uygulamalarını aynen alsak, meseleyi çözemez miyiz?

Son Söz: Trafikte kanun hakimiyeti yoksa, herkes bahar şoförü olur.
Yazının Devamını Oku

Görülmemiş büyüme

6 Nisan 2005
<B>YÜZDE</B> 9.9’luk büyümeden sonra, mart ayında tüketici fiyat endeksiyle ölçülen enflasyonda da sonuç gayet iyi. Enflasyon, geçen yılın bu ayına göre (on iki ayda) % 7.94 olmuş. Yani fiyatlar genel düzeyi % 8 artmış. Üretici fiyat endeksinde durum bu kadar parlak değil. Aylık artış % 1.26 yıllık ise %11.33. Bu sonuçların anlamı şudur. Geçen 12 içinde ‘geliri’ (aldığı ücret, emekli maaşı, kira, faiz veya kár payı) bu yüzdeden fazla artan herkes için hayat ‘ucuzlamıştır’. Bir yıl içinde gelirini bu kadar arttıramayanlar için ise hayat ‘pahalılanmıştır’. İlave etmeye gerek yok, ama biz yine de yazalım, geliri bu devrede yüzde sekiz artanlar için ise değişen bir şey yoktur.

* * *

Hem milli gelirin rekor düzeyde artması, hem de enflasyonun düşmesi, iktisatta az rastlanır bir fenomendir. Genellikle, fiyat artışlarının ciddi şekilde düştüğü devrelerde büyüme yavaşlar, hatta sıfıra gerileyebilir. Ancak yaşanan tecrübeler şunu göstermektedir ki, bu zıt yönlü ilişki şart değildir. ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ büyümenin, enflasyon düştükten ve fiyat istikrarı sağlandıktan bir süre sonra başlamasını öngörüyordu. Bundan dört yıl önce, Türkiye’de hem enflasyon hızla düşecek, hem de dünya büyüme rekoru kırılacak denseydi bunu kimse ciddiye almazdı. Ama bu sonuç alınmıştır. Pek tabii bunun bilimsel açıklaması vardır. Bu sütunlarda ‘düşük döviz-yüksek faiz’ politikasını can sıkacak kadar çok tartıştım. Düşük döviz fiyatlarının, dolarize olmuş bir ülkede enflasyonu aşağı çektiğini hepimiz biliyoruz. ‘Yüksek faiz-düşük döviz’, ülkeye dışarıdan borç sermaye girişi sağlayarak piyasadaki ‘para miktarını’ çoğaltıyor. Üstelik yerel para ile ölçüldüğünde döviz faizlerinin sıfıra, hatta eksiye gitmesini sağlayarak, genişleme dostu tam bir ‘gevşek para politası’ ortamı oluşturuyor. Bu sayede özel yatırım harcamaları ve tüketici finansmanı ucuzluyor. Sıkı maliye politikası ipin ucunun kaçmasına izin vermediği için de büyümede rekor artış ve enflasyonda görkemli düşüş bir arada gerçekleşiyor. Bunda bir mucize yok. Mesele, bu senaryonun sürdürülebilirliğinde.

* * *



Ama benim bugün üzerinde durmak istediğim konu bu değil. Vatandaş bu görülmememiş kalkınmayı ‘göremediğini’ söylüyor. Yani, madem ki, kişi başına milli gelirimiz de arttı (hele hele dolara vurunca, üç yılda iki katına çıktı) nerede bu paralar diyor? Bunun en önemli göstergesi olarak da işsizliğin azalmamasını gösteriyor. Zaten gelir dağılımı bozan en önemli etken işsizliktir. İşi olan kişiler, az da olsa bir gelir elde eder ve aile bütçesine katkıda bulunur. Böylece geleneksel aile yapısını koruyan ve ‘ev içinde’ gelişmiş ülkere göre daha fazla katma değer yaratan yarı-köylü toplumlarda fakirlik can yakmaz. Bir bakıma böyle ülkelerde açlık sınırının altında hiç kimse kalan hiç kimse bulunmaz. Yoksulluk sınırının altında olmak da, tüketim kalıpları çok farklı olduğu için, Batılıların anladığı şeyi ifade etmez. Seyfettin Gürsel’in yazılarından izlediğimize göre, tarım dışı özel sektör (sanayi ve hizmetler) 2004 yılında 600 bin ilave istihdam yaratmış. Ama yetmiyor; çünkü 30 senedir, işgücü artış hızı, istihdam arttırma oranından yüksek.

* * *

İşsizlik meselesi ve bununla nasıl baş edileceği uzun bir konu. Ancak kısa vadede, sanayide ‘emek yoğun’ üretim yöntemlerinin tercihi bu derde ‘kısmen’ çaredir. Bu ise, bizi yine ‘düşük döviz-yüksek faiz’ politikasının değiştirilmesi noktasına getiriyor. Türkiye’de kayıt içi sanayide ‘işçi’ maliyeti, Çin’in 5-6 katı. Bu da işverenleri, ucuz ithal girdi kullanarak ‘birim emek maliyetini’ düşürmeye itiyor.

Son Söz: Ben zenginleşmeye, zenginleşme demem; eğer bana pay düşmüyorsa.
Yazının Devamını Oku