25 Mayıs 2005
<B>‘ÜRETİCİDEN tüketiciye aracısız satış’ </B>fikrinin şampiyonu, CHP’dir. 1970’lerin başbakanı <B>Ecevit</B>, domatesin Silifke’de tarlada 25 kuruşa satılırken, Ankara’da manavda 125 kuruşa satılmasına akıl erdirememişti. Daha doğrusu bunun, değiştireceği ‘bozuk düzen’in bir parçası olduğuna akıl erdirmişti. 1950’li yıllarda İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay’ın, yaş meyve ve sebzede ucuzluk sağlamak için ‘icap ederse Taksim meydanında (belediye olarak) domates satarım’ deyişi hálá hatırımdadır. Daha sonraki yıllarda CHP’li belediye başkanları da aynı yolda yürüdü. Ucuzluk sağlamak için, şehrin en değerli yerlerine üreticiden tüketiciye aracısız satış yapsın diye ‘kamyon pazarları’ kurdular. Hem kaynak tahsislerini çarpıtarak ekonomiye, hem de yarattıkları pislik ve kargaşayla, şehre karşı suç işlediler. Bu köşede ‘kamyon, dükkan değildir’ diye makale yazdım. Sonunda kamyonlar gitti, yerlerini kamusal alanı işgal eden dükkanlar aldı.
* * *
Son üç dört gündür, bu konu tekrar alevlendi. Bu hikayenin aslı, genel kabul görmüş bir yanlışa dayanır. O da ‘ticaretin, katma değer yaratmadığıdır’. Bu ülkede ve özellikle sosyalist kültürün hakim olduğu daha pek çok ülkede, ticaret ‘asalak’ bir iktisadi faaliyet olarak algılanır. Aracılar ortadan kaldırılırsa, hayatın ucuzlayacağı sanılır. Bu, kökünden yanlıştır.
1. Mafya tipi haraç örgütlerinin bulunmadığı ve rekabet şartlarının geçerli olduğu piyasalarda, işlevi olmayan aracı yaşayamaz.
2. Bir pazarlama-dağıtım zincirinde, belli bir kademenin ortadan kalkması, ancak o kademenin işlevinin başka bir kademe tarafından üstlenilmesiyle olur.
3. Hem üretici, hem toptancı; hem toptancı, hem perakendeci, hem üretici hem toptancı hem de perakendeci gibi birden fazla kademenin işlevini yapan firma, her işlevin maliyetine katlanır ve riskini taşır. Tek kademenin brüt kár marjıyla, iki-üç iş yapılmaz.
4. Yaş Meyve ve Sebze Halleri, birer ‘borsa’dır. Burada satıcılar ve alıcılar buluşur. Hallerin esas iktisadi işlevi ‘fiyat’ oluşturmaktır. Haller, ayrıca perakendecilerin alım yaptığı toptancı pazarlarıdır.
5. Hallerdeki ‘komisyoncu’lar tacir değil, üretici veya toptancı temsilcisidir. Tarımsal Üretici Birlikleri de Türkiye’nin her halinde, kendilerine hizmet sunacak birer temsilci tutabilir. Komisyon ödemek istemiyorlarsa, bizzat temsilcilik açabilir. O zaman temsilciliğin masraflarına ve rizikolarına katlanırlar.
6. Yaş meyve ve sebzeler, tam anlamıyla borsa malıdır. Fiyatlar günlük hatta saatlik olarak, arz-talebe ve sunulan malın kalitesine göre oluşur. Fiyatın ne olacağı önceden bilinmez.
7. Hallerin bu piyasa için gerekli bir ‘kurum’ olması, oradaki yamuklukları affettirmez. İşleyişte hatalar varsa, düzeltilmelidir.
Son Söz: Aracı gider, maliyeti kalır.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
<B>DEVLETİN </B>halktan vergi toplamasının üç temel amacı veya işlevi vardır. Bunlar:
1. Devletin, hizmet üretebilmesi için gerekli parayı bulmak.
2. Ekonomiyi yönlendirmek.
3. Milli geliri yeniden dağıtıma tabi tutmak.
Devlet, başta ulusal savunma, dış ilişkiler, güvenlik ve adalet olmak üzere büyük çapta sadece devlet tarafından sağlanması mümkün olan hizmetleri üretir. Bunlara ilaveten, sağlık ve eğitim konusunda da önemli bir hizmet üreticisidir. Ayrıca, yollar, limanlar, barajlar ve sulama sistemleri gibi altyapı yatırımları da genellikle devlet tarafından yapılır. Bu işleri yapmak için, paraya ihtiyaç vardır.
Vergi toplamanın birinci amacı budur. İkinci olarak devlet, kimlerden, hangi faaliyetten, hangi yöreden vergi toplayacağını planlarken, dolaylı olarak yerli ve yabancı girişimcileri yönlendirir. Bugün üzerinde durmak isteğim üçüncü işlev ise devletin özellikle harcama kalemleri arasında yaptığı farklı tahsislerle ‘milli geliri’ nasıl yeniden dağılıma tabi tuttuğudur.
* * *
Devlet, bir ‘emme-basma’ tulumbadır. Bizatihi devletin kaynak yaratması az rastlanan bir olgudur. Mesela, petrol zengini ülkelerde, devlet gelirlerinin büyük kısmı halktan toplanan vergilerden değil, topraktan çıkartılan petrolden karşılanır. Hakeza devletçi ekonomilerde, KİT’in (Kamu İktisadi Teşekkülleri) yapacağı kár dağıtımının, devlete gelir olacağı açıktır. Ancak KİT’ler bilindiği gibi kaynak yaratmaz, kaynak tüketir. Yukarıda saydığım istisnalar dışında, devlet gelirlerinin esas kaynağı, dolaylı veya dolaysız vergilerdir.
Devlet, halktan topladığı paraların öneli bir bölümünü, ya devlet hizmeti üretiminde veya devlet yatırımlarında kullanır. Bunun dışında, ne yatırım ne de hizmet üretim maliyeti olmayan harcamaları vardır. Bunlara bilindiği gibi ‘transfer harcamaları’ denir. Transfer, adı üstünde ‘birinden alıp, birisine vermek’tir. Transfer harcamaları ‘milli gelirin, devlet eliyle vatandaşlar arasında yeniden dağıtılması’dır. Bu dağıtım, milli gelirin daha eşitlikçi dağılması yönünde olabileceği gibi, tam tersi yönde de olabilir. Sübvansiyonlar hariç, yeniden dağıtımın iki temel mekanizması vardır:
1. Kamu borçlarına ödenen faizler.
2. Sosyal güvenlik sistemi açıklarının kapatılması.
* * *
Bu iki ‘yeniden dağıtım mekanizması’, genellikle ters yönde çalışır. Yani kamu borçlarına ödenen faizler, milli gelirin yeniden dağıtımında ‘varlıklı kesimlere’ transfer sağlar. Buna karşılık, sosyal güvenlik açıklarının kapanması için bütçeden yapılan aktarmalar ‘varlıksız kesimler’ lehine transferdir.
Hükümet tarafından, IMF’ye sunulan ‘taahhütler’ arasında sosyal güvenlik sistemine bütçeden yapılacak aktarmaların, milli gelirin yüzde 4.5’u ile sınırlanması yer almaktadır. Ama faiz ödemelerinin milli gelirin en çok yüzde kaçı olacağı konusunda bir sınırlama yoktur. Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi açıklarını kapatacak kaynak nereden bulunacak diye soranlara, faiz ödemeleri için kaynak nereden bulunacaksa, bu da oradan bulunacak diye cevap verilmesi, zurnanın zırt dediği yerdir.
Bütçenin, milli gelirin yeniden dağıtımı mekanizması olmaktan tamamen çıkartılması mümkün değildir. Ama bütçe, sadece bir milli gelir yeniden dağıtım mekanizmasına dönüşürse, devletin hizmet üretiminde ve altyapı yatırımlarında geri kalması da kaçınılmazdır.
Son Söz: Ekonomide insan olduğu için, siyaset de vardır.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2005
<B>BİLDİĞİNİZ</B> gibi, benim köşemde IMF (Amerika’nın patronluğunu yaptığı Uluslararası Para Kurumu) muhabbeti pek yer almaz. IMF’yle ilgili hiç bir şeyden hoşlanmam. IMF ile ilgili konularının tartışıldığı toplantılarda içim daralır. Dinlerken hafakanlar basar. IMF ile başlayan yazıları zor okurum. ‘IMF bize gelmedi, biz ayağına kadar gidip, ondan yardım istedik’ diye başlayan yorumlardaki ‘teslimiyetçi’ ruh haline şahit olmak bana ıstırap verir. Çünkü ‘IMF’ bana, ülkemin iktisadi bátıl inançlarını hatırlatır. Yaptığımız salaklıkların yüzümüze vurulması gibi gelir. Halen IMF ile yürüttüğümüz bilmem kaçıncı (17 mi yoksa 18 mi bilmiyorum) ‘Stand By Anlaşması’ inşallah sonuncu olur. Bu ülkede bir daha IMF muhabbeti yapılmaz. Düyunu Umumiye gibi, bu aşağılayıcı ilişki de tarihin çöplüğüne atılır. Şurasını bir daha vurgulamak istiyorum. Osmanlı’dan beri bu ülkeyi yönetenler ‘borç almazsak, geçinemeyiz, kalkınamayız, askeri açıdan güçsüz oluruz’ diye içeriden ve dışarıdan mütemadiyen ve hayasızca borç almışlardır. Bir dönem sonra da ‘birikmiş borçların faizlerini ödemeye mecbur olduğumuzdan geçinemiyoruz, kalkınamıyoruz, askeri açıdan güçlenemiyoruz’ diye şikayet edip, yeni borçlar almışlardır. Neticede hem borçlar alınmış, hem de ülke az gelişmişlikten kurtulamamıştır. Osmanlı maliyesine hákim olan bu anlayış aynen devam etmektedir. Günümüzde bu koroya, özel sektör yöneticileri ve onların akıl hocaları da katılmıştır. Şimdilerde kullanılan söylem, ‘yurt dışından sermaye gelmezse, yeterince hızlı kalkınamayız’ şeklindedir.
* * *
Uzun süredir yapılması beklenen yeni ‘Stand By’ anlaşması, geçen çarşamba günü, IMF’nin anlı ve şanlı ‘İcra Direktörleri Kurulu’nun Türkiye’ye verdirtilen ‘Niyet Mektubu’nun onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Önümüzde üç yıl boyunca, yani Mayıs 2008’e kadar bu anlaşma yürülükte kalacak. Uygulanacak programın özeti şu:
a) Sıkı maliye politikası sürdürülecek.
b) Yenmiyecek, içilmeyecek, borçların faizleri ödenecek.
c) Borçlar, yeni borçlarla döndürülecek.
d) Yüksek faiz- düşük kur politikası sürdürülecek.
e) Bu arada ülkenin idari, iktisadi ve sosyal yapısı düzeltilecek.
Ümit edilen odur ki, bu dönem sonunda hem enflasyon kalıcı olarak düşmüş olacak hem de sürdürülebilir büyüme dalgasına binilmiş olacaktır. İnşallah olur.
* * *
Benim IMF ile ilgili ilişkilerde, özellikle sinirlendiğim bir konu var. IMF’nin Türkiye’ye verdiği borçların ‘anapara geri ödeme takvimi’ başlangıçta çok ağır yapılıyor. Mesela, 2001 krizinden çıkmamız için IMF’nin verdiği 19 milyar dolarlık borcun, 2005 yılına düşen anapara taksidi 8.5 milyar dolar. Türkiye gibi bütçesi açık veren, dolayısıyla ilave borçlanmak mecburiyetinde olan bir ülkenin, bir yıl içinde IMF’ye bu kadar büyük ödeme yapması mümkün değil. IMF bunu, yardımı verdiği gün, bal gibi biliyor. Sonra da kalkıp, yeni Stand-By müzakerelerinde anapara geri ödemelerini hafifletiyor. Buna da IMF Türkiye’ye ilave kredi veriyormuş süsü vererek, Niyet Mektubu’nu onaylıyor. Bu tiyatroya ne lüzum var? 10 yılda eşit taksitlerle geri ödenmesi mümkün borcu, 3 yıllık geri ödeme takvimine bağlamak ve Türkiye’yi sürekli ‘borçlarını geri ödemesi tehlikeye girebilir’ havası içinde tutmak haksızlıktır. İyi niyetle bağdaşmaz. Türkiye’nin kredi notu biraz da bu yüzden düşük. Bu nedenle dünyanın en yüksek reel faizini ödüyoruz. Yüksek faiz yüzünden, borçların anaparasını ödeyemiyoruz. Bu davranış IMF’ye yakışmıyor.
Son Söz: Zenginin borcu, yüzünün akı; fakirin borcu, yüzünün karasıdır.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2005
<B>HAFTA</B> başında Alanya’da bir gün içinde, üçü yaya altı turist, trafik kazalarında ölünce içimi karalar bağladı. Turist sayısı arttıkça, yollarda araç altında ezilen turist sayısı da maalesef artacak. Pek tabii, yaz geldikçe yollarda ezilen vatandaş sayısı da artacaktır. Ama araçlar tarafından ezilen ‘turist vatandaş’ sayısındaki artış, yerli vatandaşlarımızdan fazla olacaktır. Bunun çok temel bir sebebi var. Avrupa’da ve diğer medeni ülkelerde trafikte geçiş üstünlüğü, şartlar ne olursa olsun, araçlarda değil yayadadır. Türkiye’de ise tam tersidir. Türkiye’de yayalar, şartlar ne olursa olsun, araçlara yol vermeye mecburdur. Bu husus, çok önemlidir. Çünkü insanlar ‘kültürlerine’ yani alışkanlıklarına göre hareket eder. Türk bir sürücü, yolda karşısına çıkan bir yayayın kendisine yol vereceğini varsayar. Çünkü Türkiye’de gelenek, görenek budur. Bizler, yani bu ülkenin yerlileri bunu iyi biliriz. Işığı yeşil yanmış bir yaya geçitinden geçerken bile, üstümüze gelen araca hemen yol veririz.. Eğer bir Türk, yolda bir araç tarafından ezilmişse, muhtemelen aracı ya görmemiş veya üstüne gelen araçtan kaçmak için yeteri kadar hızlı hareket edememiştir. Eğer bir turist, yolda araç altında kalmışsa, o muhtemelen üstüne gelen aracı görmüştür. Ancak, araç sürücüsünün de kendisini gördüğünü ve onu ezmeyeceğini varsaymıştır. Doğrudur; Türk araç sürücüsü turisti görmüştür. Ama turistten, aracın önünden tavuk gibi kaçmasını beklemiştir. İşte bu sebepten yaya turistlerin, araç altında kalıp ölme ihtimalleri bizlerden yüksektir. Bu ciddi sorun karşısında ne yapılabilir.
1. Ülkeye gelen her turiste, kalacağı otelin resepsiyonunda, kendi dilinde hazırlanmış, renkli ve resimli küçük bir ‘Trafik Güvenliği’ broşürü verilmelidir. Bu broşürde bilhassa, değil yolun herhangi yerinde, maalesef yaya geçitlerinde bile geçiş üstünlüğünün araçlarda olduğu açıkça anlatılmalıdır.
2. Turistlere, yollarda geçiş üstünlüğünün araçlarda olduğu söylenirken, sürücülere de kanunen bunun tam tersinin geçerli olduğu, basın ve TV aracılığla iyice anlatılmalıdır. Şu bilhassa vurgulanmalıdır: Hiç bir yaya, çarpıştığı araca veya sürücüsüne ciddi bir hasar veremez. Ama araç, çarptığı yayayı haşat eder.
3. Yaya geçitleri çok iyi bir şekilde işaretlenmelidir. Kaldırıma yaya geçiti tabelası koymak pek bir işe yaramaz. Önemli olan zemine çizilecek beyaz çizgilerdir.
4. Sürücüler, çoğu zaman at gözlüğü taktığı için, kaldırımdaki tabelayı görmez. Ama yol üzerindeki beyaz çizgileri mutlaka görür. Tam uymaya niyetli olmasa bile etkilenir. Gözün beyni uyarmasıyla, fren yapma refleksi artar.
5. Yayaların, yaya geçitlerini kullanmak yerine, her an ve her istedikleri yerden karşıdan karşıya geçmeleri, sürücülerin de yaya geçitine duydukları saygıyı azaltmaktadır. Yayalar ne kadar çok yaya geçiti kullanırsa, yaya geçitlerinin güvenliği o kadar artar. Turistler bu konuda ayrıca ikaz edilmelidir.
6. Yaya geçitleri, ‘gidiş-geliş’ olarak ortadan ikiye bölünmelidir. Yayalar ‘sağ’dan yürümeli ve yaya geçitler, insanların sürekli toslaştıkları bir yer olmaktan çıkartılmadır. Böylece aynı sürede daha fazla yaya karşıya geçer.
7. Yayalara yol vermek dahil, kültürümüzün bir parçası haline getirilmelidir. Bunun için, başta polis araçları olmak üzere tüm resmi araba sürücüleri bu kurala özellikle uymalıdır. Geçiş üstünlüğü önceliği, can kurtaranlar dahil, hiç bir araca adam ezme imtiyazı vermez. Geçiş üstünlüğü, trafik düzeninin belasıdır. Bu hakkın istismarı kadar, trafiği çıldırtan başka bir şey yoktur.
Son Söz: Kaçınılabileceği kazadan kaçınmayan sürücü, haklı bile olsa, haksızdır.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2005
<b>DÜNKÜ</B> yazımın ikinci paragrafı hatalıdır. Bu bölümü, gazetede yeniden yazmama rağmen, teknik bir sebeple <B>‘düzeltilmemiş’ </B>haliyle yayımlanmıştır. Doğrusu aşağıdadır. Okurlarımdan ve meslektaşlarımdan beni bağışlamalarını dilerim. ‘Son 10 yılda, zengin ülkelerin büyüme hızı düştü. ABD hariç, zengin ülkelerin milli gelirleri yıllık % 2’den az artıyor. Bir zamanların hızlı kalkınma şampiyonu Japonya ise ‘eksi’ değerlerde dolaşıyor. Hızlı kalkındığı söylenen ABD de yılda ancak % 3,5 dolayında büyüyor. Avrupa’da nüfus artmadığı, hatta azaldığı için, düşük büyüme bu bölgede, kişi başına milli gelir rakamlarında bir azalmaya neden olmuyor. ABD ise göç alarak çoğalmaya devam ediyor. Buna rağmen kişi başına reel milli geliri az da olsa artıyor. Japonya’da da, Avrupa Bölgesi’ne benzer bir gelişme var. Yani reel olarak sıfır büyümesine rağmen, kişi başına zenginlikleri azalmıyor. Üstelik bunların hepsi karun gibi zengin.’
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2005
<B>SIFIR</B> büyüme (zero growth), yani ülkelerin milli gelirinin hiç artmaması, bundan 45 yıl önce çok tartışılan bir kavramdı. ‘Roma Kulübü’ diye adlandırılan bir düşünme topluluğu, sürekli milli gelir artışının dünyanın kısıtlı doğal kaynaklarını hızla tüketeceğini ve bu sürecin küresel sıkıntılara sebep olacağını iddia ediyordu. Çare olarak, özellikle zengin ülkelerin, bilinçli bir şekilde sonunda ‘sıfır büyüme’ye giden bir‘sürdürülebilir kalkınma’ stratejisi uygulamaları gerektiğini söylüyordu.
* * *
Son 10 yılda, zengin ülkelerin büyüme hızı düştü. Amerika Birleşik Devletleri hariç, zengin ülkelerin milli gelirleri yıllık nominal olarak % 2’den az artıyor. Bir zamanların hızlı kalkınma şampiyonu Japonya ise ‘eksi’ değerlerde dolaşıyor. Ne var ki Japonya’da enflasyon eksi olduğu için, reel olarak orada da Euro Bölgesi’ndekine benzer bir büyüme olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Hızlı kalkındığı söylenen ABD de yılda ancak % 3.5 dolayında büyüyor. Üstelik ABD’de enflasyon da geçen yıl %3 oldu. Avrupa’da nüfus artmadığı, hatta azaldığı için, düşük büyüme bu bölgede, kişi başına milli gelir rakamlarında bir azalmaya neden olmuyor. ABD ise göç alarak çoğalmaya devam ediyor. Kişi başına reel milli gelirini aynı düzeyde sürdürüyor. Japonya’da da, Avrupa Bölgesi’ne benzer bir gelişme var. Yani reel olarak sıfır büyümesine rağmen, kişi başına zenginlikleri azalmıyor. Üstelik bunların hepsi zengin.
* * *
Bu gelişmeler bana Roma Kulübü’nün öngörülerini hatırlattı. Gerçi sıfır büyüme teorisi çoktandır kimsenim adını anmadığı, hatta gençlerin hiç duymadığı bir kavram haline gelmişti. Ama iktisadi hayat, bilinçli bir planlama sonucu olmasa bile, zengin ülkelerede bir ‘sıfır büyüme’ olayı yarattı. Çok da iyi oldu. Eğer zengin ülkeler, yılda reel olarak % 5-6 büyümeye devam etselerdi, başta petrol fiyatlarında yaşanabilecek, (bügünlerdeki fiyatlara rahmet okutabilecek) vahşi artışlarla dünya ekonomisi yeni bir küresel krize girebilecekti. Bu kriz sebebiyle bizim de aralarında bulunduğumuz az gelişmiş ülkeler ve özellikle bizden fakirler, sefalete tam mahkûm olacaktı.
* * *
Avrupa ve Japon ekonomilerinde durgunluğun devam etmesi, nedense iktisat çevrelerinde ‘kötü’ bir şeymiş gibi anlatılıyor. Hatta, dünya iktisadi kalkınmasının ‘yükünü’ ABD ve Çin çekiyor gibi yorumlar okuyorum. Halbuki zengin ülkelerin düşük hızda, hatta sıfır büyümeleri, az gelişmiş ülkelerin çıkarınadır. Zenginlerin hızlı büyümesi, fakirlerin ihracat artışı yoluyla daha hızlı kalkınmalarına imkán sağlar şeklinde bir argüman ileri sürülebilir. Bu argümanın doğru bir yanı olduğu kuşkusuz. Esasen iktisatta, ileri sürülebilecek her tezin, hizmet etmesi düşünülen amaca hem yararı hem de zararı vardır. Hiçbir tez, tam doğru veya tam yanlıştır denemez. Benim değerlememe göre, fakir ülkelerin hızlı kalkınmaları için, zengin ülkelerin yavaş büyümeleri daha yararlıdır. Kalkınma, netice itibarıyla yatırım ve yatırım da ‘mali kaynak’ işidir. Zengin ülkeler yavaş büyürse, oralarda biriken fonlar nispeten düşük faizle (veya hasıla beklentisiyle) az gelişmiş ülkelere akar. Sermaye maliyetinin düşük olması, yatırım yapılan ülkede yaratılan katma değerin daha az bir kısmının yurtdışına transfer edilmesini sağlar. Bu da az gelişmiş ülkelerde yaratılan milli gelirin o ülke yurttaşları tarafından ‘harcanabilir’ kısmını artırır. Aksi takdirde, fakir ülkelerin kalkınması için çok bel bağlanan doğrudan yabancı yatırımlar da yeni bir ‘sömürü’ vasıtası haline gelebilir.
Son Söz: Şikayet ettiğin, şükretmen gereken şey olabilir.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2005
<B>VATAN</B>, toprak parçasıdır. Soyunu sürdürmek isteyen her toplumun, bir vatana ihtiyacı vardır. Tarih boyunca yapılan tüm savaşlar, vatan için yapılmıştır. Din savaşları da, toprak savaşıdır. Savaşlar ekonomik sebeplerle çıkar demek, savaşlar toprak için, yani vatan için yapılır demekle eş anlamlıdır. Eski tabiriyle iktisatta, istihsal ámillerine ‘toprak, emek ve sermaye’ denirdi. Üretim faktörlerine İngilizler de ‘land, labor and capital’ derler. Toprağın, altıyla ve üstüyle, aynen emek ve sermaye gibi, servet ve gelir kaynağı olduğu kuşkusuzdur. Hayvanlar aleminde de toprak parçası için kavga edilir. İcap ederse ölünür veya öldürülür. Vatan sevgisi, üzerinde yaşanan toprağı sahiplenme hissidir. Bu duygu, hem kalıtımsaldır hem de öğrenilir.
* * *
Her birey, bir ulusa mensuptur ve bir vatanda yaşar. Her bireyin bir bireysel kimliği, bir de ulusal kimliği mevcuttur. Kendini içinde yaşadıkları ulusa mensup görmeyenler, ya kafalarında ve gönüllerinde, kendilerine yeni bir ‘vatan’ seçmiştir; ya da üstünde yaşadığı topraktan kendileri için ayrı bir ‘vatan’ talep etmektedir.
* * *
Aydınların vatan sevgisi zayıf olur. Çünkü onlar, kendilerini dünya vatandaşı kabul eder. Onların vatanı, bir toprak parçası değil; tüm dünyadır. Ne var ki, böyle bir vatan yoktur. Tanım icabı vatan, dünyanın üstünde bir toprak parçasıdır, ama asla onun tamamı değildir. Kimsenin ‘vatansız olma’ yani ‘dünyayı sahiplenme’ ayrıcalığı yoktur. Zaten kimse de kimseye o hakkı vermez. Birey, vatanını değiştirebilir. Ama vatansız kalamaz. Yıllarca yurt dışında sorunsuz ve gönenç içinde yaşayanlar, o ülkenin vatandaşı olsalar dahi, eğer yaşadıkları yeri ‘vatan’ bellememişlerse, çıktıkları ülkeyi sahiplanmeye devam ederler. İşte bu, vatan sevgisidir. Sevmek, sevilmeyi istemektir. Vatanın onu sevmesini, onu kucaklamasını isteyenler, vatanlarını sevmeye devam ederler. Tek taraflı sevgi olmaz.
* * *
Yüreğinde vatan sevgisi duymak, kişinin ulusunu sevmesidir. Çünkü insansız toprak, vatan değildir. Vatan, bir kimliktir. Adı gibi soyadı gibi bir insanı tanımlayan en önemli özelliği, onun vatanıdır. Ermenilerin, doksan yıldır Türkiye’den sürülmüş olmalarını içlerine sindirememeleri, aslında bu topraklara duydukları vatan sevgisidir. Vatanından ayrılmak, ayrılmaya zorlanmak çok ağır bir cezadır. Üstelik çok da derin bir acıdır. Sevgilisi olmak, bireysel bir duygudur. Vatanı olmak ise toplumsal bir aşktır. Hiç bir evlat, babasının veya anasının sevgilisini özlemez. Ama her evlat, baba toprağına veya anasının vatanına hasret duyar. Kişinin kendisi bu dünyadan göç edip gitse de onun soyundan gelenler, hiç görmedikleri o toprakları merak eder. Atalarının vatanını sahiplenir. Diasporanın ateşli ve hırçın olması, tadamadığı vatan sevgisidir. Çünkü bireyler fani olsa da uluslar bakidir. Nesiller boyu vatan sevgisi sürer gider.
* * *
Vatan sevgisi, hafife alınacak bir şey değildir. Vatan sevgisi, aynı topraktan gelenleri ayıran değil, birleştiren bir duygudur. Yurt dışında Rum’u, Ermeni’yi Türk’e kolaylıkla kaynaştıran kimya, aynı vatandan gelmekten kaynaklanır. Kavga ettiren de vatanı paylaşamamaktır. Kavga dahi bir ilişkidir bir yaklaşmadır.
Türkiye, koskoca bir imparatorluktan geriye kalan son vatandır. Bu topraklar, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Arabistan ellerinde daha birçok yerde ‘benim de bir vatanım olsun’ diye yanıp tutuşmuş Türk ve Müslüman milyonların son güvenli limanıdır. Buna sahip çıkmaktan doğal ne olabilir?
Son Söz: Vatan sevgisini sen, bir de vatansıza sor.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2005
<B>ÇETİN Altan</B> usta bir yazısında <B>‘her yazarın bellediği birkaç konusu vardır; hergün ayrı bir yazı yazıyormuş gibi yapsa da, döner dolaşır o birkaç konudan birini işler’ </B>demişti. Onun bu sözü üzerine, ben bu tuzağa düşmeyeceğim; mutlaka her yazımda farklı bir konuyu ele alacağım, kendimi tekrar etmeyeceğim diye karar almıştım. Zaman zaman farklı konular bulup çıkardım. Bazan da çok işlenmiş bir konunun farklı bir veçhesini gün ışığına çıkarmaya çalıştım. Ne kadar başarılı oldum bilmiyorum. Ama son zamanda belli konuları dönüp dolaşıp gagaladığım muhakkak. Ama dayanamıyorum. Ülkemin áfákını sarmış ‘bátıl iktisat inançları’ yüklü bulutlar bir türlü dağılmıyor. Bu da iddialı bir laf oldu. Kusuruma bakmayın.
* * *
2001’den beri ülkemizde, benim ‘örtülü kur çıpası’ diye adlandırdığım bir para politikası ‘başarıyla’ uygulanıyor. 2000’in başında, IMF’nin akló ve naktó desteğiyle, ‘kur çıpası’ uygulamasına geçilmişti. Sonunda çökmesine rağmen bu program da hedeflerini tutturma bakımından başarılıydı. Bir yıl içinde enflasyon % 69’dan, % 39’a inmiş ve milli gelir (GSYİH) %7.4 artmıştı. Kemal Derviş’in müellifi olduğu ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ anlaşıldı ki, çökmemesi için sıkı maliye politikasıyla takviye edilmiş bir tür kur çıpası modeliymiş. Kur çıpasının amacı, TL ye istikrar kazandırmaktır. Bu da TL’nin döviz karşısında değer kaybetmemesine bağlıdır. Bunun için öncelikle TL faizleri yüksek tutulur. Ayrıca, TL’ye dönmüş dövizli iç tasarrufların ve sıcak paranın, sıkışıp kalma endişesinin ortadan kaldırılması şarttır. TL yatırımcılarına güven vermek için MB’nin yeterli rezervi olmalıdır. MB’nin zarar etmesi pahasına bu da yapılmıştır. Yiğidin hakkını yememek şart. Bu politika sonuç vermiştir. Elde edilen büyüme rakamları ve enflasyon düşüşü göğüs kabartıcıdır. Ancak her politikanın olduğu gibi, bunun da bedeli olmuştur. Bu bedel, a) yüksek reel faizi ‘faiz dışı fazla’ vererek sürdürmek ve devlet eliyle fakirden zengine gelir aktarmak, b) kamu borçlarını arttırmak, ve c) cari işlem açıklarını büyütmektir. İşler bir hayli düzelmiştir. Aynı bedel ödenmeye devam edilmemelidir.
* * *
Bugün konumuz, MB’nin döviz rezervleri. Bu rezervlerin hikmeti mevcudiyeti nedir? Nasıl oluşur ve ne işe yarar? Azı mı, çoğu mu iyidir? Önce MB döviz rezervlerini boş duran finansman kaynağı gibi görenlere (böyle görenler de varmış) bir açıklamam olacak. Amerikalıların bir değimi vardır. ‘Pastayı hem yemek, hem de elde tutmak mümkün değildir’. MB’nin döviz rezervleri kullanmak isteyenler, önce TL biriktirmelidir. Bu TL tasarruflarla, isterlerse MB’nin dövizlerini alabilirler. Ama hem TL tasarrufum cebimde kalsın, hem de MB’nin dövizlerini bana verin olmaz. MB, son tahlilde bir bilançodur. İçeri bir şey girmeden, dışarı bir şey çıkmaz. MB’sı rezervleriyle ilgili esas sorun, bunların mevcudiyetidir. Merkez Bankalarının mecbur kalmadıkça (yani ülke cari işlem fazlası vermedikçe ve/veya yabancı sermaye akımına uğramadıkça) rezerv biriktirmesi anlamsızdır. Merkez Bankası’nın rezerv tutması ‘ahláki zafiyet’ yaratır. Nasıl olsa MB’nin rezervi var, dövizde ani bir yükselme olsa, MB buna müdahale eder, biz de bu arada paramızı dışarı çıkartabiliriz diyen sıcak para spekülatörlerine ‘devlet eliyle, millet sırından’ rant transferi yaratır. Cari açık veren ülkelerin merkez bankalarının rezervleriyle övünmesi, ‘Mekke’de dilenip, Medine’de sadaka vermeye’ benzer. Bu, sabit kur devrinden kalma demode bir uygulamadır. TL’ye itibar, MB’nin döviz rezerviyle değil, Türk ekonomisinin döviz kazanma gücüyle sağlanır.
Son Söz: En büyük rezerv, küçük de olsa, sürekli cari işlem fazlası vermektir.
Yazının Devamını Oku