22 Haziran 2005
<B>ÖNCE</B> sıkça duyulan bir ekonomi ezberini tekrar edeyim. <B>‘Merkez Bankası, krizden bu yana sıkı para politikası uyguluyor.</B> Buna rağmen, ekonomi son derece canlı. Geçen yılki yüzde 9.9’luk büyüme bir rekordur. Bu rekor, sıkı para politikası uygulanmasına rağmen kırılmıştır. Dolayısıyla, mucizedir. Üstelik, bütçe disiplini devam etmektedir. Ancak, ekonominin daha fazla ısınmaması için, iç talebin artmasına izin vermemek gerekir. Aksi takdirde, enflasyon yükselir. Bu da Merkez Bankası’nın, gerekli görürse faizleri yükseltmesi, en azından düşürmemesi anlamına gelir. Daha iyisi, iç talebi yeni vergilerle frenlemektir.’
Şimdi bu ezberi irdeleyip, düzeltmeye çalışalım.
1. Sıkı para politikası; bir ülkede, piyasadaki para miktarını sınırlı, faizleri ise yüksek tutmak demektir. Kritik olan, faizdir.
2. Faizler yüksek olunca;
a) Özel sektörde, ‘yatırım harcamaları’ azalır. Çünkü yatırım, ‘getirisi, götürüsünden’ yani kárlılık, faizden yüksekse yapılır. Yüksek faiz, bir çok yatırım projesini rafa kaldırtır. Düşük faiz ise, daha önce rantabl olmayan projeleri ‘yapılabilir’ kılabilir.
b) Yüksek faizde, vade farkları da yüksek olacağından özellikle taksitli dayanıklı mamul alımları ertelenir. Düşük faiz, ertelenmiş taksitli mal satışlarını patlatır.
3. Türkiye, çift para birimli bir ülkedir. Bu ülkede en az 16 yıldır hem TL, hem de döviz (Mark-Euro veya dolar) kullanılmaktadır. Türkiye’de para ‘sıkı mı, gevşek mi’ diye konuşurken, sadece TL cinsinden paranın miktarı ve faizini değil, piyasadaki döviz miktarını ve özellikle faizini de dikkate almak gerekir.
4. Merkez Bankası, para piyasasında Nasreddin Hoca Türbesi’nin bekçisi mesabesindedir. Türbenin yan duvarları yoktur; buradan döviz girer, çıkar. Türbenin demirden yapılmış bir TL kapısı vardır. Bu kapının anahtarı da Merkez Bankası’ndadır.
5. Geçen iki yılda, özel sektörün yatırım malı ithalatında patlama olmuştur. Ayrıca, araba ve dayanıklı mal satışları tarihi rekorlar kırmıştır. Bunların hepsi ‘döviz’ kredisiyle finanse edilmiştir.
6. Döviz, bol ve ucuzdur. Hatta, değerlenen TL ile hesap edilirse, döviz kredisinin faizi ‘eksi’dir. Bu sebeple, döviz borçlusu şirketlerin ve bankaların kárları patlamıştır.
7. Sıkı maliye politikasıyla faiz dışı fazla verilmesi; bütçe, fazla verdi demek değildir. Bu yıl dahil, T.C. bütçesi sürekli ‘açık’tır.
Özetle, ülkemizde hem ‘gevşek para’, hem de ‘açık bütçe’ politikası geçerlidir. Büyümenin de, cari açığın da, kamu borçlarındaki artışın da sebebi budur. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur.
Son Söz: Şaşılmayacak şeye şaşan, şaşkındır.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2005
<B>KENDİME</B> bir şoför arıyorum. Maaş dolgun, çalışma şartları uygundur. Her ne kadar şoförün hayatı <B>‘on dönüm bostan, yan gelsin Osman’</B> gibi geçmeyecekse de, taş ocağındaki kamyon sürücüsü gibi çileli de olmayacaktır. Günde iki üç saatten fazla araba kullanması söz konusu değildir. Geri kalan zamanda arabada uyuklayabilir. Ben arka koltukta puro içsem de kendisinin arabada sigara içmesi yasaktır. Şoförün üstü başı temiz olacaktır. Koltuk altları ter, ağzı sarmısak kokmayacaktır. Yemekler, arabadandır. Araba, bagajı dahil tertemiz olacak, içerisi sabun kokacaktır. Kendisine, evine gidip gelmesi için, Doğan görünümlü bir Şahin tahsis edeceğim. Abi, amca, dayı, baba hitaplardan hoşlanmam. Bana ‘beyfendi’ hanıma ‘hamfendi’ diyecektir. Ben arabada arkadaşlarla konuşurken, sağırı oynayacak, asla lafa girmeyecektir. Arabada misafir varsa, içinden kahkaha atmak gelse bile, anlatılan fıkralara sesli olarak gülmeyecektir. Gülmek, konuşulanları dinliyor demektir ki, kesinlikle makam şoförlüğü raconuna uymaz. Kulakları her türlü dedikoduya açık olacaktır. Bana laf taşıyacak, lakin benden laf taşımayacaktır. Şehrin neresinde, ne varsa hepsini bilecektir. Gidilecek yeri yanlış söylesem bile, o yine doğru adresi bulacaktır.
*
Aradığım şoför, trafikteki diğer sürücü ve yayalalara karşı tam bir it, bana karşı ise köpek gibi davranacatır. Kimseye yol vermeyecektir. Arabaya siren taktıracak, icabında bunu çalarak tramvay yollarını hiç çekinmeden kullanacaktır. Hastanelerin acil girişlerinin önü veya itfaiye çıkışları dahil, benim istediğim her yere, ikinci veya üçüncü sıra demeyecek, aracı park edecektir. Kendisini ikaz edenleri, gözü yerse şirretlik ederek püskürtecek, gözü yemezse garibanı oynayıp uyutacaktır. Ama ben dönünceye kadar arabayı yerinden kımıldatmayacaktır.
*
Şoförüm, İçişleri Bakanlığı’nın son genelgesinde açıkça belirtildiği gibi trafik yasaklarının sıradan insanlar için geçerli olduğunu bilecektir. Benim gibi önemli ve her işi acele olan birinin içinde olduğu aracın, doğal olarak geçiş üstünlüğü olduğunu asla unutmayacaktır. Slalom, sollama, sağlama, çapraz kesme, yandan dalma, ani şerit değiştirme, her boşluğu doldurma, kaza şeridi kullanma, sıkıştırma, selektörleme, kornalama, düdükleme, tampona dokunma dahil her tekniği kullanarak, önündeki aracı taciz edip kendine yol açıp, beni en kısa zamanda varacağımız yere ulaştıracaktır. Tek istikamet, sağa dönülmez, sola dönülmez, anayoldan gelene yol ver, tepe üstünde araç geçilmez, kesiksiz şerit çiğnenmez, verevine beyaz çizgilerle belirlenmiş trafik adalarının üstünden geçilmez gibi, acemi sürücüler için konmuş yasakları asla dinlemeyecektir. Şunu çok iyi bilecektir ki onun vazifesi, bu kokuşmuş trafik düzenine uymak değil, bana hizmet etmektir.
*
Ben, dünyayı görmüş bir insanım. Nerde nasıl davranılır bilirim. Avrupa’ya gittiğim zaman, ki sık sık giderim, oranın trafik düzenine hayran olurum. Herkes hakkına riayet eder. Öyle istediği yere araç park etmek veya trafik kurallarını hiçe saymak mümkün değildir. Çok takdir ederim bu disiplini. İnsan imreniyor doğrusu. Getirsinler o düzeni buraya, biz de uyalım. Millet değil, illet vallahi. Kör tuttuğunu öpüyor. Ülkenin başı belli değil, affedersiniz kıçı belli değil. Biz de ona göre davranıyoruz. Yoksa icabında efendi olmasını biz de biliriz.
Son Söz: Şoförüne bak, patronunu al.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2005
<B>YAZILARIMI</B> izleyenler, benim <B>‘yüksek faiz’</B>e ne kadar karşı olduğumu yakinen biliyor. Burada ‘yüksek’ faizden kastım, mevduata (gecelik paraya, bonoya ve tahvile ödenenler de bu kapsama girer) yıllık reel % 5’ten, kredi ve kamu borçlanmasında da yıllık reel % 7’den fazla olandır. Bu verdiğim yüzdeler ‘tavan’dır. Türkiye’de uzun zamandır, reel faizler benim yukarıda belirttiğim tavan rakamlarının çok üstünde seyretmektedir. Bu mertebelere verdiğim ad ise ‘fahiş faiz’dir. Yaptığım ekonomi sohbetlerinde, dinleyicinin zihnine nakşolsun diye üstüne basa basa ‘fahiş faiz, ekonominin kanseridir’ ifadesini kullanırım. Ülkemizde iktisatla meşgul olanların, ‘faiz’ kavramına benim gibi bakmadığının farkındayım. Onlara göre faiz, bir sayıdır. Şartlar neyi icap ettirmişse, sayı o olmuştur. Hepsi budur.
*
Güney Amerika’nın yolsuzluklara garkolmuş, müflis ülkeleri dışında faizlerin Türkiye kadar yüksek olduğu bir ülke yoktur. O ülkeler, Türkiye’ye örnek gösterilemez. Çünkü, ‘kötü misal, emsal değildir’.
Ciddi ülkelerde devlet, yıllık reel % 2-3 faizle borçlanır. ABD’nin 80 yıllık kamu borçlanma maliyeti reel % 2.5 dolayındadır. Türkiye’de kamu borçlarının yıllık reel faizi son 20 yıldır ortalama reel % 12’ün üstündedir. Kaba bir hesap yapalım. Belli bir tarihte alınan borç, yıllık % 7 faizle 10 yılda 2, 20 yılda 4 katına çıkar. 20 yıldır bu devlet, reel % 12 yerine, reel % 5 faizle borçlanabilseydi, yani reel olarak % 7 daha düşük faiz ödeseydi, kamunun borç toplamı bugünkünün yaklaşık dörtte biri olurdu.
*
Sık rastlanan bir ekonomi ezberi vardır. Bir devlet, kendi parası ile borçlanmalıdır. Ülkeler kendi paralarını basabilir, ama yabancı para yani döviz basamaz. Kamu borçları, eğer dövizliyse, geri ödeme günü geldiğinde, devletin elinde yeteri kadar döviz olmayabilir. O zaman ülke acze düşer. Halbuki devlet, ulusal parayla borçluysa, başı sıkışınca ‘parayı basar, borcu öder’. Demek ki, iç borçların ulusal parayla alınmasını savunanların zihninin gerisinde, ‘bas parayı-öde borcu’ gibi bir cin fikir var. Ne kadar tehlikeli.
*
Ben, durduk yerde dövizle iç borç alınmasını tavsiye etmiyorum. (Dış borcun dövizli olmasından başka çare yok; burası ABD değil.) Ben, a) bütçedeki faiz giderleri düşsün, b) cari işlem açığı kapansın istiyorum. Bu iki amaca da hizmet edeceği için, TL faizlerinin düşmesi gerekir diyorum. Bu sebeple dövizle iç borçlanmayı tavsiye ediyorum. Bu, dövizle borçlanma değildir. Asıl cari açık varsa ülke ‘dövizle’ borçlanıyor demektir. Zaten bu sebeple bankalarımız ve reel sektör firmalarımız dövizle borçlanmıyor mu? Bir sıkışma olursa, devlet ‘bana ne?’ mi diyecek. Diyebildi mi? IMF, adamın umüğünü sıkar vallahi!
Son Söz: İlaç, hastalığa göredir.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2005
<B>AÇIKÇASI </B>ben, Merkez Bankası’nın faizleri en az yüzde 1 indirmesini bekliyordum. İndire indire yüzde çeyrek indirdi. Dünkü gazetelerde, en az bunun kadar önemli ikinci haber, şakacı Maliye Bakanımız Unakıtan’ın‘yüksek faiz maması verirsen, onlar da sıcak parayla bunu gagalarlar’ dedikten sonra, sıcak para girişlerine hiçbir vergi ve sair engel koymayacaklarını söylemesidir. Böylece ‘yüksek faiz-düşük kur’ uygulamasının devletin ‘resmi ekonomi politikası’ olduğu bir daha tesçil edilmiş oldu. Pek tabii, bu politikanın IMF’nin onayı ile yürütüldüğünü ilave etmeye gerek yok.
2001 krizinden beri ekonomide, gerek Kemal Derviş ve gerekse AKP dönemlerinde elde edilen sonuçlar yüz güldürücüdür. Yılların belası olan enflasyon, tek haneli düzeye inmiş, üstelik sıcak paranın yarattığı ‘gevşek para politikası’ sayesinde milli gelir büyümesi de umulandan çok yüksek olmuştur. Bu sonuçlar, uygulanmakta olan ‘yüksek faiz-düşük kur’ veya ‘örtülü kur çıpası’ politikasıyla elde edilmiştir. Madem ki sonuçlar iyidir, öyleyse ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikası da iyidir. Ancak bu politika tek başına başarıyı sağlamış değildir. Burada derhal ‘yüksek faiz dışı fazla’nın katkısını zikretmek gerek. Diğer bir değişle, eğer yüksek faiz dışı fazla tutturulmamış olsaydı, uygulanan örtülü ‘kur çıpası’ şu ana kadar çoktan taramıştı.
Dünyada son kırk yılın en düşük faiz hadlerinin geçerli olduğu bir devrede uygulama şansına kavuştuğumuz ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikasının birinci sakıncası, yüksek faiz dışı fazla vermeğe, yani halkın ümüğünü sıkarak, bütçe açıklarını kontrol altında tutmaya çalışmaktır. Bunun sürdürülmesinde ‘siyaseten’ problem çıkabilirdi. Hamdolsun çıkmadı. Sayın Erdoğan’ın kuvvetli liderliği, servet sahibi olmayan geniş kitlelere maliyeti çok yüksek olan bu ‘yüksek faiz dışı fazla’ politikasının sürdürülebilmesine imkan sağladı.
‘Yüksek faiz-düşük kur’ politikasının ikinci sakıncası, ‘cari işlem’ açığına sebebiyet vermesidir. Nitekim bu, aynen olmuştur. İşte bu noktada süreç kendi kendini beslemeye başlamıştır. Şöyleki, cari işlem açıklarını finanse etmek için sıcak para girişlerinin devam etmesi gerektir. Sıcak para girişlerinin devam etmesi için de yüksek faize devam edilmesi şarttır. Sıcak para girişleri devam ettikçe, döviz düşük kalacak ve cari işlem açığı büyüyecektir. Düşük kur (çıpası) ile yapışkan enflasyonda elde edilen düşme kalıcı hale gelmiş olsa, yani ‘kur çıpasından çıkma zamanı’ gelmiş bile olsa çıpadan çıkılamayacaktır. Çünkü şimdi de sistemde sürekli finanse edilmesi gereken ‘yapışkan cari açık’ oluşmuştur.
Son Söz: Sıcak paraya selam, yüksek faize devam.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2005
<B>ÖNCE </B>size, ABD’deki hocalarımdan kırk yıl önce öğrendiğim temel bir kuralı anlatmak istiyorum. Hikáye eski ama Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde gelinen noktada bunu anlatmanın tam sırasıdır diye düşündüm. Kural şunu diyor: <B>‘Herhangi bir yasanın veya anlaşmanın adı ne ise amacı onun tam tersidir.’ Önce birinci örneği anlatacağım. Amerika’da Büyük İktisadi Buhran devam ederken işçi-işveren ilişkilerini tanzim için 1935 tarihinde Wagner-Connery Yasası kabul ediliyor.(Amerika’da yasalar resmi adıyla değil, hazırlayanların soyadlarıyla anılır.) Bu yasa, işçi sendikalarını müthiş güçlü konuma getiriyor. İkinci Dünya Harbi bittikten sonra Amerika’da hızlı bir ekonomik gelişme ortamı doğuyor. Ancak işverenler, Wagner-Connery Yasası’ndan memnun değil.
Bunun üzerine, sendikaların yetkilerini kısıtlayan ve işverenlerin adam alıp çıkarmada ellerini rahatlatan Taft-Hardley Yasası kabul ediliyor. Yasayı işçiler benimsesin diye adı ‘Çalışma Hakkı’ (Right to Work Law) olarak konuyor. Hocamız bunu anlatırken, herhalde adı ‘Sendika Çökertme’ kanunu olamazdı diye dalgasını geçmişti.
Yine ABD’deki ticaret hukukuna göre anonim şirketler, daha çok tahvile benzeyen sabit temettülü ‘tercihli pay senedi’ (preferred stock) çıkartabilir. Bu senet sahipleri, genel kurulda oy kullanamaz ve şirketin değer artışından da istifade edemez. Finans hocamızın tabiriyle, yatırımcılar tarafından pek ‘tercih edilmedikleri’ için bu senetlerin adı ‘tercihli’ konmuştur. Ama bunun da bir piyasası vardır. Mesele ne aldığını bilmek ve ona göre fiyat ödemektir.
*
Avrupa Birliği’ne katılma gayretlerimiz, hayalperest olmayan ve gözünü AB bürümemiş herkesin tahmin ettiği gibi, zora girdi. Fransa ve Hollanda’da yapılan ve neticesi hayır çıkan anayasa referandumlarından sonra yapılan anketler, Avrupa halklarının Türkiye’nin tam ortaklığına sıcak bakmadığını gösteriyor. Mesela, Fransa’da hayır diyen yüzde 56’nın yüzde 14’ü, oyunu Türkiye’ye hayır anlamında kullandığını söylemiş.
Düşünün, Türkiye sorunu olmasa, hayır diyenlerin toplam içindeki payı, yüzde 48’de (56 eksi 0.14 çarpı 0.56) kalacak ve ‘evet’ kazanacak. Halkın nabzını tutan Avrupalı bazı politikacılar, böyle bir sonucu öngörerek, Türkiye’ye adı ‘imtiyazlı’ ama kendisi ‘imtiyaz’ olan bir ‘yarı üyelik’ statüsü teklif etmeye başlamıştı.
Kemal Derviş’ten Başbakan’a kadar bu işle ilgili herkes ‘tam üyelik’ dışında hiçbir statüyü görüşmememiz gerektiğini söyledi. Ben de pazarlık etme durumunda olan politikacı olsam böyle konuşurdum. Ancak bir yorumcu olarak bu kadar katı değilim. Tam üyelik olmayacaksa, ‘yarı üyelik’ statüsünün görüşülmesinden yanayım. Bu, ileride tam üye olmaya engel değil.
Son Söz: Cumhuriyetin ülküsü, AB üyeliği değil, Batılılaşmaktır.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2005
<B>BİLDİĞİNİZ </B>gibi ben Türkiye’de uygulanmakta olan <B>‘yüksek faiz-düşük kur’</B> politikasına kökten karşıyım. Bu politika, hem kamu borçlarını artırıyor, hem de cari açığı büyütüyor. Bu gerçek, gün gibi ortada dururken IMF’ci iktisatçılar utanmadan, ‘Türk ekonomisinde kırılganlık devam ediyor’ diye beyanat veriyor. İktisadi bağlamda kırılganlık ne demek? Cevap şu: Efendim, öyle bir ‘ekonomi dışı olay’ cereyan eder ki, bir anda döviz fiyatları fırlar. Döviz fiyatları fırlayınca, arkasından faizler arşıáláya çıkar, ekonomi yavaşlar, halk fakirleşir vs vs.
Peki neye bakıp da ekonomi ‘kırılgandır’ hükmüne varılıyor? a) Cari açık yüksek, b) bütçe açık, c) kamu borçlarının milli gelire oranı yüksek. Sonra aynı iktisatçılar, Türk ekonomisi hakkında üç yıllık öngörülerini sıralıyorlar. a) Cari açık önemsizdir, b) kamu borçlarının, milli gelire oranı düşmeye devam edecektir, c) bütçe açığı azalacaktır, d) Türk Lirası, Dolar ve Euro sepetine karşı değer kazanmayı sürdürecektir. Şu soruları sormanın tam sırasıdır.
1. Cari açık önemsizse, niçin kırılganlık göstergesi olsun?
2. Kamu borcunun milli gelire oranı düşecekse, niçin borçlar kırılganlık göstergesi olsun?
* * *
Madem TL, döviz sepetine göre değer kazanmaya devam edecek, ne akla hizmet, Hazine hálá çok büyük çapta yüksek faizle TL borçlanmaktadır? Kamu borçlarının mutlak olarak büyümesinin, bütçenin açık vermesinin, bütçe açığının sebebi de yüksek faiz değil mi? Hazine utana sıkıla, o da dövizli iç borcunun itfasına denk gelen bir tarihte, dövizle borçlandı. Dün de lütfen uzun vadeli ihale kararı almış.
Alınan borcun vadesi üç yıl; faiz değişken. Libor artı yüzde 1.6. İlk altı ay için yıllık maliyet yüzde 5.2. Üstelik Hazine, hem anaparanın geri ödemesinde hem de faiz kupon ödemelerinde (IMF’ci iktisatçıların öngörüsü doğruysa) değerli TL’yi kullanacak. Yani borcun efektif faizi, TL cinsinden belki de yüzde 4’e inecek. Bütçe açığını kapamak ve kamu borcunu düşürmek için bundan daha iyi bir fırsat olur mu?
Gelin bakkal hesabı yapalım: Yıllık faiz dışı fazla hedefi, milli gelirin yüzde 6.5’u. Milli gelir 330 milyar dolar olsa, bütçe, 22 milyar dolar faiz dışı fazla verecek. Yaklaşık 230 milyar dolar tutan kamu borçlarına yüzde 4 faiz ödense, bütçenin faiz giderleri 9.2 milyar dolar karşılığı TL olur. Yani bütçemiz, 13 milyar dolar fazla verir. Bununla da ister kamu borçlarını azalt, ister altyapı yatırımı yap, ister sosyal harcamada bulun. Cari açık önemsiz, bütçe de böyle borçlanınca fazla verecek. Gördünüz mü kırılganlık diye bir şey yok aslında!
* * *
Yüksek faizci iktisatçılar, devlet dövizle borçlanınca, ‘devalüasyon’ riski almış oluyor diyor. Ne kadar ayıp? Bunu duymamış olayım. Sürekli TL, dövize karşı ‘revalüe’ olacak diyen siz değil misiniz? Bu ne perhiz, bu ne hıyar turşusu?
Son Söz: Yanlış hesap, krizden döner.
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2005
<B>FRANSIZ </B>halkı, AB (Avrupa Birliği) Anayasası’na herkesi şaşırtacak bir çoğunlukla hayır dedi. Halk oylamalarında <B>‘hayır’</B> veya <B>‘evet’</B>in, oylanan şeyle <B>‘birebir’</B> ilgisi yoktur. Mesela, bizde de sonuçları ‘evet’ çıkan, 1961 ve 1982 anayasa referandurumları buna çok iyi iki örnektir. İki oylamada da halk, anayasaları okumuş, anlamış ve beğenmiş olduğu için evet dememişti. 1961 anayasasına verilen evet, pratik olarak ‘işimize bakalım, yola devam edelim’ anlamına geliyordu. 1982 Anayasa oylamasının sonucuysa, 12 Eylül 1980 müdahalesinin onaylanması ve Kenan Evren’in aklanmasıydı. Nitekim, ikincide evet’in yüzdesi çok yüksekti.
*
Referandum öncesi yapılan propagandalarda işlenen temalardan çıkardığım kadarıyla, Fransız halkının AB Anayasası’na hayır demesinin üç anlamı vardır.
1. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olmasını istemiyoruz.
2. Devletin, milli gelir dağılımındaki işlevinin azalmasını istemiyoruz.
3. Avrupa Birliği’nin, ABD gibi, bir ‘tek devlet’ olmasını istemiyoruz.
Türkiye’nin AB’ye girmesi hem süreç hem de sonuç olarak, Türkiye’nin çıkarınadır. Nokta! Ancak AB, Avrupa sevdalılarının, bu milletin kafasına kafasına vurdukları bir sopa da olmamalıdır. Bu sebeple ‘AB’siz Türkiye’ yani ‘B Planı’ bu ülkede asla gündemden düşmemelidir. Fransız hayırının, bu bakımdan çok hayrı olacaktır. Biz AB’siz yapamayız, perişan oluruz diye tir tir titreyenler, isterlerse İstanbul’da yapamadıkları ‘Ermeniler haklıdır’ propaganda gösterisini, Erivan’da huzur içinde yapabilirler. Hem o ülkenin resmi tarihiyle de ters düşmezler, hem de AB’den koca bir aferin alırlar.
*
Avrupa’ya hakim olan iktisadi doktrin, her ne kadar 1980’de iyiden iyiye ‘pazar ekonomisi’ne dönmüşse de, özünde hálá ‘himayeci’dir. Himayeci solculuğun ayna simetriği himayeci sağcılıktır. Fransa’da hem sağın, hem de solun, sonuç hayır çıkınca ‘zafer’ kazandığını ilán etmesi, eşyanın tabiyatına uygundur. Fransızlar, devletin çiftçileri, işçileri, işsizleri ve hatta tembelleri himaye etmesini istiyorlar. Reddedilen Anayasa ise, AB Merkez Bankası’na, üye devletlerin böylesi ‘himayeci’ davranışlarını kısıtlayıcı yetkiler tanıyordu. Esasen AB’nin iktisadi bağlamda en büyük eksiği, sistemde bir ‘AB Maliye Bakanlığı’na yer verilmemiş olmasıdır. Halbuki, ‘tek para’ yani Euro, AB’de sadece tek Merkez Bankası değil, aynı zamanda tek maliye bakanlığı olmasını gerektirmektedir. Maastricth kriterleri, Avrupa Birliği’nde kurulması şart olan ‘AB Maliye Bakanlığı’nın yerini tutmaz. Bu hayır, siyaset ile iktisadın içiçe olduğunun en somut kanıtıdır.
Son Söz: İrade ve idare yoksa, kriteri bilmek işe yaramaz.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
<B>‘Kapitalizim’ </B>ki bu kelimenim mucidi, komünizmin fikir babası <B>Karl Marx</B>’tır, her şeyden önce <B>‘kapitali yani sermayeyi, iyi yönetmektir’.</B> İktisadi kalkınma denince akla ‘sermaye birikimi’ (capital accumulation) gelir. Bir ülkenin birikmiş ‘milli sermayesi’ ne kadar büyük olursa, ‘milli geliri’ de o kadar yüksek olur. Sermaye biriktirmek için, yatırıma tahsis edilen her liranın, belli bir getiri sağlaması gerekir. Eğer, milletçe biriktrilen veya dışarıdan borç alınan sermaye, getirisi düşük, hatta eksi olan alanlara tahsis edilirse, o ülkede milli geliri arttıracak sermaye birikmez. Aksine, yatırılan sermayenin maliyeti dolayısıyla, ‘sermaye erozyonu’ olur.
*
Bu yazı ‘Formula Bir’ hakkında değildir. Ancak irdeliyeceğim kavramlarla çok uygun bir örnektir. Formula Bir’e, 60 milyon dolar yatırılması planlanmışken, şu ana kadar 153 milyon dolar harcanmış ve iş bitmemiş. Buradan daha çok ekmek çıkar. Geçen haftaÖge Demirkan, bu konuda Vatan’da, etraflı bir haber yayınladı. Necati Doğru da güzel yorumladı. Bu kabil ‘zararı kamuya, kárı özele’ ait cin projeleri duydukça kanım çekiliyor. Madem bu ‘Formula Bir’ projesi kárlı, niye Koçlar, Sabancılar, Zorlular, Konukoğulları, Boydaklar hissedar olmuyor da, üye aidatıyla geçinen ‘meslek odası’ İTO/TOBB ile İstanbul Belediyesi ortak oluyor? Hazine niye kefil oluyor? Cevap hazır: ‘Bu yatırımdan doğrudan kár edilmeyecek bile olsa, bu projeden tüm İstanbul ve Türkiye kazanacaktır’. İşte tuzak burada. Böyle dendiğinde bilin ki, israf, çok büyük olacaktır. Bir yatırımın rantabilitesi, içsel getirisinde değil yaratacağı dışsal ekonomidedir diye söze başlamak ‘kimse bize hesap soramaz’ demektir. Hele hele bu arada girişimciler, çevrede arsa spekülasyonu yaparsa, dışsal kárlılar arasına onlar da katılır.
*
Gelelim sadete. Bir yatırım projesini başarıyla yönetmek, a) doğru planlamak, b) maliyetini doğru tahmin etmek, c) süreyi doğru hesaplamak demektir. Proje, mütemadiyen değiştirilmişse, maliyeti artmışsa ve süresinde bitirilememişse o yatırım ‘kötü yönetilmiştir’ demektir. Hemen ilave edeyim, ülkemizde ‘projesine uygun, maliyeti keşif bedeli içinde kalan ve süresinde bitirilen’ bir yatırıma rastlamak mümkün değildir. Bir miktar sapma olması normaldir. Ancak sapmalar misliyle olmamalıdır. ‘Hırsızlık’ gayesi dışında, fahiş bedel artışlarının dört sebebi vardır :
1) Bilgisiz ve yetersiz planlama,
2) Onay almak için, yatırımı başında küçük gösterip yetkilileri uyutma, sonra emrivakiyle işi büyütme,
3 İktisada ve kárlılığa inanmama,
4) Olmuşken büyük olsun, iyisi olsun, nasıl olsa bir gün gelir değerini bulur deyip, arsa-bina spekülasyona bel bağlamaktır.
Son Söz: Yatırımları kársız ülkeler, fakirlikten kurtulamaz.
Yazının Devamını Oku