Ege Cansen

Dövizi bırak faize bak

17 Ağustos 2005
<B>EKONOMİMİZ,</B> bugüne kadar pek karşılaşmadığı boyutta bir döviz bolluğu sorunuyla karşı karşıya. Tabiri caizse, kulaklarımızdan döviz fışkırıyor. Hal böyle olunca doların, Euro’nun fiyatı, az da olsa artması gerekirken, mutlak olarak geriliyor. Merkez Bankası, dövizi elinden tutmasa da garibi(?) dibe batacak. Bu sürecin bir göstergesi de Türkiye’ye 2005’in ilk altı ayında 6 milyar dolar ‘kaynağı belli olmayan’ döviz girmesi oldu. Ödemeler Dengesi’nde buna ‘net hata, noksan’ deniyor. Hatanın bu kadarı fazla doğrusu.

* * *

Hazineden sorumlu Devlet Bakanı Babacan, dört yıldır artarak süregelen bu kaynağı belirsiz döviz akımı neyin nesidir, bir araştıralım demiş. (Bu arada milli gelir hesaplarındaki inanılmaz ‘stok artışı’ rakamları da bir zahmet irdelense çok iyi olacak.) Eğer bu döviz akımı ‘cari işlemler’in içinde yer alması gereken kayıtdışı turizm ve ihracat geliriyse, ekonomimiz için bu iyi bir haberdir. Böylece cari işlemler açığının, milli gelire oranı küçülüyor demektir. Mali istikrar açısından tehlikeli bir gidiş, belki de yön değiştirmiştir. Yok 6 ayda 6 milyar dolara varan ‘kaynağı belirsiz’ döviz akımı, eğer bir sermaye hareketi yani sıcak paraysa, o zaman ‘cari işlemler açığı’ ciddi bir tehlike olma özelliğini koruyor demektir.

* * *

Altı milyar dolarlık kaynağı belli olmayan döviz akımı, ister ‘cari işlemler’den, ister ‘sermaye hareketleri’nden kaynaklansın, kesin olan Türkiye’de ‘cari işlem açığı’ olduğudur. Bu husus, büyümenin hálá ‘iç talebe’ bağlı olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin, iç talep artışına bağlı bir büyüme stratejsi izlemesi ‘çıkmaz sokaktır’. Türkiye, ister turizm, ister ihracat olsun, ancak dış taleple sürdürülebilir bir büyüme trendini yakalayabilir. Karşı karşıya olduğumuz temel mesele budur. Bu da bizi, döviz fiyatlarının, büyüme stratejisine ters hareket ettiği gerçeğine götürmektedir. Burası asla gözden kaçırılmamalıdır.

* * *

Milli gelire oranlandığında anlamlı bir yüzdede ve sürekli olarak cari işlem açığı veren bir ülkede, tanım icabı, ulusal para ‘değerlenmiş’ demektir. Türkiye, böyle bir ülkedir. Türkiye’de döviz fiyatlarının düşük olmasının tek bir sebebi vardır. O da Türk Lirası’na verilen faizin yüksek olmasıdır. Kayıt dışı veya kayıt içi döviz bolluğundan bahsedilirken, MB’nin kısa vadeli TL ve Hazine’nin orta ve uzun vadeli TL ve döviz faizlerinden bahsedilmemesini anlamıyorum. Niçin bu husus ısrarla es geçiliyor? Sanki dünyadaki tasarruflar yolunu şaşırmış da tesadüfen Türkiye’ye gelmiş gibi yazılar yazılıyor. TL’ye yüksek faiz verilmese, niçin yerli ve yabancı yatırımcılar TL’yi tercih etsin? İktisat, ‘maksat’ kelimesinden türetilmiştir. TL’ye dönmenin maksadı ne acaba? Bu ne biçim bir iktisat yorumculuğudur?

Son Söz: Faiz haddi yanlışsa, döviz fiyatı da yanlıştır.
Yazının Devamını Oku

Öğleden sonra günaydın

13 Ağustos 2005
<B>‘YÜKSEK faiz-düşük kur’ </B>morfiniyle acıları dindirilen Türk ekonomisi, sırf bu yüzden, birkaç kere krize girdi. Her krizden sonra afyonun dozu arttırıldı. Yani daha yüksek faiz verilerek kriz atlatıldı. Şu sıralarda yine böyle bir hazırlığın yapıldığından korkuyordum. Bazıları, ‘IMF’nin talimatı var, bunu yapmaya mecburuz’ diye kamuoyu oluşturuyordu. Galiba bir uyanma oldu. Ben uzun bir süredir, bu sakat uygulamanın bu ülkeye neye malolduğunu somut bir şekilde ortaya koydum.‘Yüksek faiz-düşük kur’la,

a) fakirden, zengine;

b) kamudan, özele;

c) yurt içinden, yurt dışına

gelir ve servet transfer edilmektedir. Bu politikayı inatla sürdürmenin gerekçesi ise, ‘enflasyona engel olmaktır’. Halbuki, bu politikanın bizatihi kendisi, 1. Kamu borçlarını, milli gelirden hızlı büyüterek, 2. Cari işlemler açığı yaratarak, mali krizlerle sebep olmakta ve fiyat istikrarını tehlikeye atmaktadır.

* * *

ODTÜ’nün kuruluş yıllarında iktisat okuyanlar arasında Michel Marto adında Filistin kökenli, Ürdün’lü Hristiyan Arap zeki bir öğrenci vardı. Michel, benim iyi arkadaşımdı. Sivri dilliydi. Doğruluğuna inandığı konularda horoz gibi tartışır ve karşısındaki kızdırmayı becerirdi. Argodan başlamak üzere, az çok Türkçe de öğrendi. Michel, ülkesine dönünce Ürdün Merkez Bankası’na girdi. Onu eğitim için İngiliz Merkez Bankası’na yolladılar. Oradan, California Üniversitesi’ne gidip parlak bir doktora yaptı. Dünya Bankası’nda Türkiye’den sorumlu iktisatçı olarak çalıştı. Sonunda Ürdün Merkez Bankası’ında döndü. Bankada ‘Naip Muhafız’ (Yarbaşkan) olarak Ürdün’ün içine düştüğü máli krizden çıkarılması görevini üstlendi. Sonra Maliye Bakanı oldu. Bu görevde uzun yıllar kaldı. Halen özel bir bakanın yönetim kurulu başkanı olarak görev yapıyor. Ürdün, enflasyonu düşük, máli açıdan istikrarlı ve ulusal parası ‘döviz’ olan küçük bir ülke. Michel, ara sıra Türkiye’ye geliyor, abur cubur yiyip, bol bol ekonomi konuşuyoruz.

* * *

Michel’e merkez bankasındaki görevinin en zor yönünü sormuştum. Bana şöyle demişti. İşadamları ve bilhassa bankacılar, MB üzerinden para kazanmaya bayılır. Bu sebeple, MB’nin belli bir pozisyon almasını ister. Kendileri de, en kárlı ters pozisyonu alır. Halbuki, merkez bankasının bir görevi de spekülatif kazançlara izin vermemektir. Bankacılara, asla elimi göstermem. İcabında öyle ters hareketler yaparım ki, apışıp kalırlar. Bir daha asla MB’nin sırtından para kazanmayı akıllarından bile geçiremezler. Piyasa oyuncuları, kár etmek için merkez bankasını güdemeyeceklerini bilmelidir. Merkez bankaları, piyasanın dolduruşuna gelmemelidir. Tam tersine MB başkanı, piyasaları gütmelidir. Hüner buradadır.

Son Söz: Kısa vade, uzun vadenin düşmanıdır.
Yazının Devamını Oku

Hilton özelleştirilmiyor arsası satılıyor

10 Ağustos 2005
<B>HADİ</B> kötü niyetten demeyelim, kafa karışıklığı yüzünden diyelim, bu güne kadar hiç bir oteli özelleştiremeyen Emekli Sandığı’nın amiral gemisi Hilton Oteli özelleşiyor. Aslında bu bir özelleştirme değil. Çünkü Hilton zaten ‘özel’ yabancı bir şirkettir. Hilton firması, bu otelin işletmecisidir. Otelin kira süresi dolunca, yeni sahibin isteyeceği bedel yüzünden bu otelin, Hilton olarak varlığını sürdürme ihtimali sıfıra yakındır. Dolayısıyla söz konusu ihalenin doğru tanımı, ‘52 yıldır Hilton tarafından işletilen ve İstanbul’un turizm simgesi ve Türkiye’nin milli mirası haline gelmiş bir otelin binası ve arsası satışa çıkıyor’ olmalıdır. Burada anahtar kelime ‘arsa’dır. Adına yanlış olarak özelleştirme denilen bu gayrimenkul satışına, şimdiye kadar hiçbir otel özelleştirmesinde görülmemiş bir rağbet var. Buna sevinmek gerek. Ancak ihaleyi yapacak ilgilileri uyarmak istiyorum. Bu otel binasını ve arsasını alacak olanların verecekleri ‘çok yüksek’ bir fiyatın gerekçesi o emsalsiz arazi parçasınının ‘imar durumunu’ değiştirmek olabilir. İhalenin ádil bir şekilde yapılabilmesi ve maksimum fiyatın oluşması için arsanın ‘yeni imar durumunun’ şimdiden belirlenmesi ve tüm teklif sahiplerinin bunu önceden bilmesi gerekir. Bina ve arsası satıldıktan sonra, imar durumu değiştirilerek oluşacak ve aslında kamuya, ama şimdilik Emekli Sandığı’na ait bir ‘rantın’ özel bir kişiye transfer edilmemesi için bu şarttır. Park Otel faciası ve Gökkafes cinayeti tüm haşmetiyle karşımızda dururken, gerekli kararlar ve izinler şimdiden alınmalı ve kamuya açıklanmalıdır.

* *ÊÊ*

Türkiye, ister AB’ye tam, ister yarı üye olsun iktisaden gelişmeye devam edecektir. Önümüzdeki yıllarda, inatla sürdürülen ‘yüksek faiz-düşük döviz’ politikası yüzünden bir, iki kriz daha yaşanması muhtemelse de ‘gidişat’ değişmeyecektir. İktisadi kalkınmanın, emlák fiyatlarını en çok arttıracağı şehir de İstanbul’dur. Çünkü, İstanbul, Türkiye’nin tek dünya şehridir. İstanbul’da büro kiraları ve emlak fiyatları geçim maliyetine göre kıyaslandığında düşüktür. The Economist dergisinde yer alan bilgilere göre, İstanbul’da 1 metrekare büronun yıllık kirası 250 dolar iken, bu rakam Londra’da 2000, Paris’te 1000, Moskova’da 750, Frankfurt’ta 700 ve New York’ta 550 dolardır. Yani kiralar ortalama % 75 daha düşüktür. Yine The Economist’in saptamasına göre, İstanbul’da ‘geçim maliyeti’ New York ve Moskova ile hemen hemen aynıdır. Avrupa’dan ise, ortalama % 25 daha ucuzdur. Bu fark kapanacaktır. Türkiye küresel sistemin bir parçası haline geldikçe, İstanbul’da faaliyet gösteren yabancı firma sayısı artacaktır. Yabancılar için İstanbul, Taksim-Maslak arteri ve çevresi demektir. Bu arterin en kıymetli noktası da, ‘Kongre Vadisi’ndeki Hilton Oteli’nin üzerinde oturduğu arsadır.

Son Söz: Bana imar durumunu söyle, sana fiyatını söyleyim.
Yazının Devamını Oku

Ekono-komik

6 Ağustos 2005
<B>STAR </B>TV’nin kurulduğu günlerde Hürriyet’teki arkadaşlarımdan <B>Neşe Düzel,</B> birlikte bir TV programı yapmayı önerdi. Ben de kabul ettim. Gidip, genç patron <B>Cem Uzan’</B>la görüştük. Neşe, o zaman ‘ekonominin kulis yazarıydı’. Ben de bugünkü gibi, ‘popüler iktisat’ yorumcusuydum. Programın adı ‘Ekono-komik’ olacaktı.

Bu programda, yurdum ekonomisinde ortaya çıkan akıl ve iktisat dışı olayları, kararları ve yorumları ‘komik’ bir şekilde eleştirecektik. Biz programı yapamadık. Ama ekonomide ‘trajediler’ artarak sürdü.

GÖZÜNÜ RANT BÜRÜMEK

Türkiye’nin hálá, kredi ‘reytingi’ düşük, fakirce bir ülke olmasının temel sebeplerinden biri de, sistemin rant üzerine inşa edilmiş olmasıdır. Rant, milli geliri artırmadan, bireysel gelir veya servet artışları yaratan kazançlara verilen isimdir. Rantın doğmasına sebep, kamu yönetiminin arz üzerine getirdiği kısıtlamalardır. En çok bilinen türü, ‘kentsel mekánların yapı izinlerinin’ değiştirilerek elde edilen ‘imar’ rantlarıdır.

AKP, iktidara geldikten sonra milletvekillerinin lojmanlarda değil, halkın arasında oturmasını uygun gördü. Böylece Ankara’nın en güzel yerlerinden birinde yapılmış çok şık 600 villa boşa çıktı. Yapılacak iş çok basitti. Bu evler satılacak ve parası devlete gelecekti. Bu kadar basit bir iş bugüne kadar yapılamadı. Çünkü, ilgililerin ve fırsatçıların ‘gözlerini rant bürümüştü’.

Bölgenin imar durumu değiştirildi. Bu canım mahallenin iş merkezine dönüştürülmesine karar verildi. Bu amaçla altında her türlü melanetin icra edileceği ‘devlete daha fazla gelir sağlamak’ şalı, olayın üstüne serildi. Sonuç, tam bir fiyasko oldu. Ama rant avcıları vazgeçmediler. Sürek avı devam ediyor.

DURUM MUHAKEMESİ YAPMADAN HESAP YAPILMAZ

Soru şu: 2001 yılı sonunda, banka mevduatının yüzde 60’ı döviz, yüzde 40’ı TL iken, şimdi bu oranın tersine dönmüş olmasının anlamı nedir? Cevap: Döviz mevduatı olanlar, kısmen TL’ye dönmüştür. Acaba? Gelin, bir tek dolar TL’ye dönüşmemiş olsa bile, oranın nasıl terse döneceğini hesaplayalım.

Diyelim ki, 2001’in sonunda bankalarda 40 milyar dolarlık döviz mevduatı (DTH), 44 milyar YTL tutarında TL mevduatı vardı. Bir dolar da 1.65 YTL idi. Yani mevduat toplamı 110 milyar liraydı; bunun 66 milyarı, yani yüzde 60’ı döviz; 44 milyarı yani yüzde 40’ı da TL idi. Geçen 3 yıl içinde birikimli olarak TL’ye yüzde 100, döviz mevduatına yüzde 14 faiz ödenmiş olsa, üçüncü yılın sonunda TL mevduatı 44 milyardan 88 milyar YTL’ye, DTH’ler de 40 milyardan 45.6 milyara dolara yükselir.

Dönem sonunda 1 dolar, 1.4 YTL’ye gerilemişse, döviz mevduatının TL cinsinden ifadesi 64 milyar YTL olur. Yani toplam mevduat 152 milyara çıkmıştır, bunun yüzde 42’si dövizli, yüzde 58’i TL’dir. Görüldüğü üzere, tek bir dolar DTH, TL’ye dönmemiş olsa bile, oranlar terse dönmüştür.

Son Söz: Muhakemede hata varsa, hesap da, yorum da yanlıştır.
Yazının Devamını Oku

Sakın bunu yapmayın

3 Ağustos 2005
<B>SÖZ</B>, ölüm getirmez denir. Bunun iktisatçası da <B>‘söz devalüasyon getirmez’</B> olabilir. Artan döviz açıklarına rağmen, piyasada kur artışının ne zaman olacağı bilinmez. Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez devlet politikası ‘yüksek faiz-düşük kur’dur. Çünkü maliyecilerin zihninde ‘borç almazsak, ekonominin çarklarını çeviremeyiz’ inancı yatar. Bu ‘bátıl inanç’ sürmektedir. Kırkbeş yıldır iş áleminin içindeyim. Faizi ne olursa olsun, borçtan korkan tek bir iş adamına rastlamadım. Zaten devleti idare edenlerle, özel sektörü yönetenler aynı kültürden geliyor. Rahmetli annem ‘borçlu ölmez, rengi solar’ derdi. Belki haklıydı. Ama bilmediği bir şey vardı. Onun dediği, borcu, alanın ödemesi şartına bağlıydı. Bizim borçluların yanakları elma gibidir maaşallah. Rengi soluk olanlar, almadıkları borcu ödemeye mahkum olan halktır. Önce zararı TMSF’ye devir ve borçları yüksek kurdan dolara döndürme, sonra ‘faiz dışı fazla’ ve yüksek faizle doları düşürererek borçları küçültme. Hokus, pokus.

* * *

Bir gün eskaza piyasalarda döviz fiyatlarının artışı istikametinde bir oynama olursa, ilgililerden bir ricam var. Sakın rezervlerinden döviz satıp, bu hareketi frenlemeyin. Zaten uygulanan politikanın resmi adı ‘dalgalı kur rejimi’ değil mi? Bugün döviz bozdurup, TL’de bir gecelik faize yatanlar veya bonoya yatırım yapanlar, akılları başlarında ve bilinçli olarak bir devalüasyon riskini almıyorlar mı? Aldıkları bu risk için de bol miktarda ‘prim’ tahsil etmiyorlar mı? Artık bir de bunun üstüne, spekülatörlere Merkez Bankası’nın topladığı dövizleri ucuza satmasını kimse bekleyemez. Zaten bu dövizler, ‘elde tutma maliyeti’ eklenirse, anlaşılır ki; pek de ucuza da gelmemiştir. Rezervdeki dövizleri, düşük fiyattan almaya sadece ‘Hazine’nin hakkı vardır. Çünkü bu ucuz döviz biriktirme, yıllardır uygulanan TL’ye yüksek faiz sayesinde olmuştur. Yani Hazine, bu dövizlerin fiyat farkını peşinen ve fazlasıyla ödemiştir. Döviz bozdurup, yüksek TL faizi alanlar bu külfete katlanmamıştır. Bunlara ucuz döviz satmak vicdana sığmaz. Kişinin ‘hem eli oynaşta, hem canı cennete’ olamaz. Bu konuda ilgilileri, bilhassa IMF’den gelecek yanlış yönlendirmelere karşı uyanık olmaya çağırıyorum. IMF, son tahlilde ‘yabancıların alacaklılarını emniyete almakla’ sorumludur. Sakın ha Washington’dan gelecek ‘derhal döviz satın, gecelik faizleri arttırın, ne yapıp yapın, kur artışını engelleyin, yoksa enflayon patlar’ kandırmalarına kulak asmasınlar. Korkmayın, bu ‘faiz dışı fazla’ sürdükçe, döviz fiyatı da enflasyon da bir yere gitmez. ‘Over shooting’ denilen sert çıkışların kalıcı olması mümkün değildir. Türkiye’nin döviz kazanma kapasitesi, tartışılmaz bir şekilde yeterlidir. Bu ülkede ne dün ne de bugün ‘döviz kıtlığı’ olmamıştır. Sadece yanlış faiz ve kur politikası uygulanmıştır.

Son Söz: Primi alan, tazminatı öder; primi ödeyen, tazminatı alır.
Yazının Devamını Oku

Sakın bunu yapmayın

2 Ağustos 2005

 Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez devlet politikası dur. Çünkü maliyecilerin zihninde ‘borç almazsak, ekonominin çarklarını çeviremeyiz’ inancı yatar. Bu ‘bátıl inanç’ sürmektedir. Kırkbeş yıldır iş áleminin içindeyim. Faizi ne olursa olsun, borçtan korkan tek bir iş adamına rastlamadım. Zaten devleti idare edenlerle, özel sektörü yönetenler aynı kültürden geliyor. Rahmetli annem ‘borçlu ölmez, rengi solar’ derdi. Belki haklıydı. Ama bilmediği bir şey vardı. Onun dediği, borcu, alanın ödemesi şartına bağlıydı. Bizim borçluların yanakları elma gibidir maaşallah. Rengi soluk olanlar, almadıkları borcu ödemeye mahkum olan halktır. Önce zararı TMSF’ye devir ve borçları yüksek kurdan dolara döndürme, sonra ‘faiz dışı fazla’ ve yüksek faizle doları düşürererek borçları küçültme. Hokus, pokus.

*   *   *

Bir gün eskaza piyasalarda döviz fiyatlarının artışı istikametinde bir oynama olursa, ilgililerden bir ricam var. Sakın rezervlerinden döviz satıp, bu hareketi frenlemeyin. Zaten uygulanan politikanın resmi adı ‘dalgalı kur rejimi’ değil mi? Bugün döviz bozdurup, TL’de bir gecelik faize yatanlar veya bonoya yatırım yapanlar, akılları başlarında ve bilinçli olarak bir devalüasyon riskini almıyorlar mı? Aldıkları bu risk için de bol miktarda ‘prim’ tahsil etmiyorlar mı? Artık bir de bunun üstüne, spekülatörlere Merkez Bankası’nın topladığı dövizleri ucuza satmasını kimse bekleyemez. Zaten bu dövizler, ‘elde tutma maliyeti’ eklenirse, anlaşılır ki; pek de ucuza da gelmemiştir. Rezervdeki dövizleri, düşük fiyattan almaya sadece ‘Hazine’nin hakkı vardır. Çünkü bu ucuz döviz biriktirme, yıllardır uygulanan TL’ye yüksek faiz sayesinde olmuştur. Yani Hazine, bu dövizlerin fiyat farkını peşinen ve fazlasıyla ödemiştir. Döviz bozdurup, yüksek TL faizi alanlar bu külfete katlanmamıştır. Bunlara ucuz  döviz satmak vicdana sığmaz. Kişinin ‘hem eli oynaşta, hem canı cennete’ olamaz. Bu konuda ilgilileri, bilhassa IMF’den gelecek yanlış yönlendirmelere karşı uyanık olmaya çağırıyorum. IMF, son tahlilde ‘yabancıların alacaklılarını emniyete almakla’ sorumludur. Sakın ha Washington’dan gelecek ‘derhal döviz satın, gecelik faizleri arttırın, ne yapıp yapın, kur artışını engelleyin, yoksa enflayon patlar’ kandırmalarına kulak asmasınlar. Korkmayın, bu ‘faiz dışı fazla’ sürdükçe, döviz fiyatı da enflasyon da bir yere gitmez. ‘Over shooting’ denilen sert çıkışların kalıcı olması mümkün değildir. Türkiye’nin döviz kazanma kapasitesi, tartışılmaz bir şekilde yeterlidir. Bu ülkede ne dün ne de bugün ‘döviz kıtlığı’ olmamıştır. Sadece yanlış faiz ve kur politikası uygulanmıştır.

Son Söz: Primi alan, tazminatı öder; primi ödeyen, tazminatı alır.

Yazının Devamını Oku

Dolar, Euro paritesi

30 Temmuz 2005
<B>SERMAYE </B>(hisse senedi), emtia veya para piyasalarında fiyatlar, kısa vadede <B>‘oynar’,</B> uzun vadede belli bir <B>‘genel eğilim’</B> gösterir. Piyasalardaki oynamaları her Allah’ın günü en az beş defa yorumlayanlar, fiyatlardaki her iniş çıkışa, mutlaka bir gerekçe gösterir. Gösterilen gerekçeler, çoğu zaman ortaya çıkan oynamanın sebebi değildir. Büyüme, enflasyon, işsizlik, cari açık rakamları gibi bazı ölçümler, trend (genel eğilim) değişikliklerinin öncü göstergesidir. Yatırımcılar, her gösterge açıklamasından sonra pozisyonlarını gözden geçirir. Çünkü trend değişimlerini kaçırmak istemez. Göstergeyi, yorumcuları dinleyerek kendince değerlendirir. Buna göre yeni pozisyonunu belirler. Ama öncü göstergeler, ne her zaman olacağı gösterir; ne de trend değişiminin zamanını söyler. Emin olmayan yatırımcı bekler. Bekleme uzadıkça da ya fırsat kaçar veya tehlike tahakkuk eder. Bu tipik amatör davranışıdır.

* * *

Borsalarda profesyonellik, trend (genel eğilim), ister aşağı ister yukarı olsun, pozisyon değiştirerek para kazanabilmektir. Bunun için teknik analiz yapabilmek, yani trend değişmese bile ortaya çıkabilecek yükseliş ve düşüşleri kestirebilmek gerekir. Bu analizleri yapanlar, hangi yetkin fon yöneticilerinin nasıl hareket ettiğini ve artçı oyuncuların hangi hızda harekete katıldığını bilen kişilerdir. Fon yönetiminin teorisi, birbirinden bağımsız hareket ediyormuş gibi duran kişilerin, aslında birbirine bakarak belli bir ‘patern’ (tarz) içinde hareket ettikleri hipotezine dayanır. Bu işin teorisyenleri, amatörlere göre ‘kaotik’ (karmaşık) duran ortamlarının içinde gizlenmiş ‘pattern’ yani davranış biçimini filitre edebilir. Kısaca, diğer oyuncuların yakın vadede nasıl hareket edeceğini kestirebilir. Bazen yanılsalar da, en çok olayda doğru pozisyonu alabildikleri için, uzun vadede en yüksek getiriyi onlar elde ederler.

* * *

İki örnek vermek istiyorum. Dünyanın en zengin üniversitesi olan Harvard’ın 21 milyar dolarlık ‘bağış fonunu’ işleten uzmanlar 1995-2000 arasında, enflasyondan arındırılmış olarak, yıllık ortalama yüzde 20,9 getiri sağlamış. Stanford Üniversitesi’nin 9 milyar dolar parasına da, o okulun yatırım danışmanları, yılda % 20,7 getiri elde etmişler. Unutmayın, bu getiriler ABD’de nominal faizlerin yüzde 6-7’lerde dolaştığı yıllarda elde edilmiş.

* * *

Doların, son iki ay içinde, Euro karşısında değer kazanması ‘teknik’ bir harekettir. ABD, bütçe ve özellikle dış (cári) işlem açıkları verdiği sürece, doların değerlenmesi kalıcı olmayacaktır.

Son Söz: Düşmez, kalkmaz para yoktur. (TL hariç, o hep kalkar.)
Yazının Devamını Oku

Fırsat kapısı: Çin

23 Temmuz 2005
<B>SON </B>yüzyıl, <B>‘Uzak Doğu’</B>nun, <B>‘Uzak Batı’</B>ya dönüştüğü çağdır. Önce Japonya, sonra Güney Kore, Tayvan (ada Çin), Malezya, Singapur ve Hong Kong, şimdi de Çin (kıta Çin), <B>‘azgelişmiş’</B> ülkeler kümesinden çıkıp gelişmiş ülkeler arasına katıldı. Çin hálá bir ‘Komünist Parti’ tarafından yönetilen en kalabalık ‘kapitalist’ ülke’.Pek tabii komünist ve kapitalist bugün ne anlama geliyorsa. Çin’e gidip gelenler, özellikle Şanghay’ın ufkunu, gökdelen inşa etmeye yarayan kule vinçlerin kapladığını söylüyorlar. Ancak Çin’in diğer bölgelerini de görenler, ‘emsali görülmemiş kalkınma’nın ülkenin tamamına yayılmakta olduğunu anlatıyorlar.

Her şeye rağmen Çin’de halkın refahı, Batı düzeyinin çok gerisinde. Gidecekleri yol uzun. Çin’de muhakkak iktisadi duraklamalar, hatta krizler yaşanacaktır.

* * *

En az on yıldır, ABD Doları, 8.11 Çin Yuanı’na eşitti. Çin, parasını özellikle düşük değerde tutuyor ve ihracatta avantaj sağlıyordu. Bundan bunalan ABD ve diğer zengin ülkeler, parasının değerini artırması için Çin’e baskı yapıyordu. Çarşamba akşamı Çin, yuanın, dolara olan bağının bittiğini ilan etti. ‘Ancak yuanın değeri üzerinde devlet kontrolü devam edecektir’ dedi.

Bu karar sadece bir başlangıç. Çin’in ucuz mal ihracatı pek çok ülke sanayiini tehdit ediyor. Tehdidin esas muhatabı, zannedildiği gibi yerli sanayinin patronları değil, işçileridir. Çin rekabeti karşısında fabrikaları kapansa bile patronlar, hayatlarının geri kalan kısmını ithalatçılıkla veya rantiye olarak rahat geçirebilirler. Ama sanayinin mavi ve beyaz yakalı işçilerinin böyle bir şansı yoktur.

Mühendislikte ve işletme yönetiminde becerisi düşük fabrikalarda çalışanların para kazanmak için tek şansı, ciddi ücret indirimlerine razı olarak maliyeti düşürmektir. Çin rekabeti ‘tüketicinin işine geliyor, üreticinin işine gelmiyor’ ifadesi ise tamamen yanlıştır.

Bir ülkede, üreticiler ve tüketiciler diye iki ayrı kütle yoktur. Herkes; devlet memurları, emekliler ve rantiyeler hariç, hem üretici hem de tüketicidir. ‘Tüketicilerin’ maaşlarını da üreticiler kazanıp öder.

* * *

Çin’in 2004 yılı ihracatı 593, ithalatı 561 milyar dolar; yani ticaret fazlası sadece 32 milyar dolar. Demek ki Çin, mal ihraç etmek isteyenler için bir fırsat ülkesi. Mesela, işçisine çok yüksek ücret ödeyen; ama firmalarının mühendislik yetenekleri yüksek olan Almanya’nın Çin’e yaptığı ihracat 30 milyar, Çin’den ithalatı ise 24 milyar dolar.

Japonya da Çin’e 94 milyar dolarlık ihracat yaparken, Çin’den 74 milyar dolarlık ithalat yapıyor. Güney Kore’nin rakamları çok çarpıcı. Kore’nin Çin’e ihracatı 62, Çin’den ithalatı 28 milyar dolar.

Son Söz: Kapı açıksa, hem girilir hem çıkılır.
Yazının Devamını Oku