Ege Cansen

Yabancı bankaların stratejileri

14 Eylül 2005
<B>YABANCI</B> bankalar, Türk bankalarını birer birer satın alıyor. Bundan daha üç dört yıl önce <B>‘yandım Allah’</B> diyen banka sahipleri, şimdi <B>‘şükür bu günleri gösteren yüce Rabbime’</B> deyip, milyarlarca doları cebe koyarak ufak ufak bankacılktan çıkıyorlar. İş adamı olarak, son derece doğru davranıyorlar. Üstelik, bankacılıkla, sanayicilik daha da kötüsü medya patronluğu iktisadi ahlákın kolay kabul edebileceği bir ilişki değildir. Dolayısıyla bankacılıktan çıkan sanayi patronları, olası bir şaibeden de kurtuluyorlar. Yıllardır, bu ilişkiler için en ağır yazıları yazmış bir yorumcu olarak, holding bankalarının, esas işi bankacılık olan yabancı kuruluşlara satılmasını iyi karşılıyorum. Keşke yerli girişimcilerimizin bazıları sadece bankacılık yapabilseydi.

* * *

Türk ekonomisinin, son dört yılda nereden nereye geldiğine bakıldığında insanın göğsü kabarıyor. Gerçekten sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin taşı toprağı altın ediyor. Halen, cari açık ve bir türlü istikrarlı ülkelerdeki seviyeye inemeyen reel faiz hadleri yüzünden içinde bulunduğumuz ekonomik kırılganlık ortamına rağmen Türk ekonomisi iyi işliyor. Bu iyileşmenin, en az iç dinamikler kadar, dış dinamiklerden kaynaklandığı kesin. Hükümetin bütçe disiplininde gösterdiği cesaret, özelleştirmelerde ortaya koyduğu kararlılık, ekonominin yönetiminde ulaştığı rasyonalite ve genel olarak yurt sathında sağlanan barış ortamı, pozitif iç dinamikleri teşkil ediyor. Pozitif dış dinamiklerin başında dünyada yaşanan ‘para bolluğu’ ile AB yönetiminin, bazı ülke halklarının karşı çıkmasına rağmen (biraz da Amerika’nın baskısıyla) Türkiye’yi dışlamayı bir türlü göze alamaması geliyor. Türkiye’yi reel ekonomide ‘yatırım yapılabilir’ ülkeler arasına girmiştir. Üstelik, tüm dünyada bir varlık değerleri patlaması yaşanıyor. Dışarıdan bakınca Türkiye’deki varlıklar ucuz duruyor. Böyle olunca da üç yıl önce hayal bile edemediğimiz fiyatlara bankalar müşteri buluyor.

* * *

Türk bankalarının bu kadar değerlenmesinin çok özel bir sebebi daha var. O da Türkiye’de ‘reel faizlerin’ Batı’dan çok yüksek olması ve bu durumun devam edeceğine yabancıların da inanması. Yabancı bankalar zaten uzun bir süredir Türk ekonomisini, doğrudan veya Türk bankaları üzerinden fonluyordu. Bu kredilerden çok da iyi para kazandılar. Anlaşılan şimdi bu işi, bizzat buraya gelerek yerinde icra etmeyi yeni ‘büyüme stratejileri’ yaptılar. Bu suretle, yerli bankalarla kırışmak zorunda kaldıkları kárların tamamı kendilerine kalacak. Bu stratejinin bir başka boyutu da Türkiye’de reel sektörde faaliyet gösteren ve gösterecek olan uluslararası sanayi ve ticaret şirketlerine, finansal hizmetleri yerel olarak sunmaktır. Bu iki amaca aynı anda hizmet etmek için, bir Türk bankası almak vacip oluyor.

Son Söz: Zurnacı yol gösterir, davulcu onu izler.
Yazının Devamını Oku

Risk yönetimi

10 Eylül 2005
<B>‘YÜKSEK faiz-düşük kur’</B> politikasının ne kadar zararlı olduğunu anlatmaktan dilimde tüy bitti. Önceleri benim neden bahsettiğim anlaşılmadı bile. Hatta, ne güzel işte, halkımız hem yüksek faiz geliri elde ediyor, hem ithal mallarını ucuza alabiliyor, enflasyon düşüyor, üstelik sık sık ucuz dış gezilere çıkılıyor; kim, buna niye karşı çıkıyor ki diye düşünenler oldu. Derken, ‘faiz ve döviz fiyatları piyasada oluşmaktadır, yüksek, alçak diye nitelendirmek saçmadır, iktisat bilmemektir’ diye adam azarlayan mollalar seslerini yükseltti. Yılmadım; bu politikanın, hükümetin popülist harcama yapmadığı bir dönemde bile kamu borçlarını hızla yükselttiğini yazdım. Cari açık yaratarak devalüasyon riski oluşturduğunu ekledim. Bunu hesaplarla ortaya koydum. Yavaş yavaş, yüksek faiz-düşük kurun sakıncaları kabul edildi. Sonra şöyle bir mazeret bulundu. 15-20 yıldır faizler yüksek, kur düşük seyretmiş olabilir; ama böyle politika yoktur. Son söylem şöyle: Bütçe açıkları sıfırlanmak üzeredir; cari açık da risk değildir. Kısaca, başta IMF’nin ağır sıklet iktisatçılarının sözünü ettiği ‘ekonominiz hálá kırılgan’ uyarısı boştur. Türkiye’de enflasyonun artması dışında, ne finansal kırılganlık, ne büyümede duraklama, ne de faiz dışı fazlanın siyaseten sürdürülememesi gibi bir risk yoktur.

* * *

Risk yönetiminin ilk adımı, o riskin varlığını kabul etmektir. Tedbir alma sorumluluğu taşıyanlar, bazı riskleri algılamıyorsa, o riskleri yönetmek mümkün değildir. Gelinen nokta işte tam budur. Yetkililere ve onları destekleyen geniş bir iktisatçı grubunun vwehmine göre, bugün ekonomide risklerin varlığından bahsetmek sadece bir vehimdir. Ne yazık ki, Türkiye içinde kendi kendimizi inandırdığımız bu ‘risk yoktur’ tezine, reyting şirketlerinin uzmanlarını bir türlü inandıramadık. Bu sebeple Türkiye kağıtları hálá ‘spekülatif’ olarak sınıflandırılmakta, bir türlü hakkı (?) olan ‘investment grade’e láyık görülmemektedir. Bu yüzden de Türkiye Hazinesi borçlanırken gereksiz bir risk primi ödemektedir. Yalnız burada ilginç bir gelişme var. Başka ülkelerin kağıtlarına yatırım yapanlar, iki riski hesaba katar. Bunlardan birincisi ‘devalüasyon’, ikincisi ise ‘default’ (yani borçlunun ödemede acze düşmesi) riskleridir. Memnuniyetle gözlemliyoruz ki; gerek yurtiçi gerek yurtdışı yatırımcılar, Türkiye’nin ‘default’ riskini çok küçük görmektedir. Hatta, bu sayede Türkiye Hazinesi’nin ihraç ettiği ‘dövize nátık’ tahviller, hem uzun vadeli olabilmekte hem de risk primleri % 2’in altına düşmüş bulunmaktadır. Buna mukabil, TL’li borçlanma tahvillerinin faizi, nominal % 10, reel % 4 gibi çok yüksek devalüasyon riski primi içermektedir. Üstelik vadeleri de yeteri kadar uzun değildir. Bundan çıkan sonuç şudur. Türkiye, krizden bu uyguladığı ‘maliye politikası’yla derecelendirme uzmanlarına epey güven vermiştir. Ancak aynı uzmanlar ‘para politikasına’ o kadar güvenmemektedir.

Son Söz: Algılanmayan risk için tedbir alınmaz.
Yazının Devamını Oku

Kimin cebinden çıktı bu faizler?

7 Eylül 2005
<B>ESKİ </B>yazılarımı karıştırırken <B>‘Para’</B> dergisinin Mayıs 1982 tarihli 12. sayısında yayımlanan bir makalem karşıma çıktı. Başlık aynen şöyle: ‘Türk Ekonomisi Bugün Yüksek Faiz ve Gelir Dağılımı Bozulmasıyla Karşı Karşıyadır’. Anlaşılan benim bu yüksek faiz takıntım çok eskilerden geliyor. Şimdi çoğu kişinin hatırlamadığı meşhur bir 24 Ocak (1980) ‘İstikrar Tedbirleri Paketi’ vardır. Bu kararlardan sonra, benzinin karneyle satıldığı, elektriklerin günde 4 saat kesildiği, ampul, margarin ve tıbbi malzeme bulmakta güçlük çekilen 1978/9 yıllarının ardından Türkiye birden işlemeye başladı ve her şey bulunur oldu. Süleyman Demirel başbakandı ama, ‘ekonomide değişim ve dönüşümün’ flaş ismi Turgut Özal’dı. Saadet zinciri matematiğiyle çalışan bankerlerde ‘Faize Hücum’ filmi oynanıyordu. 1980’in Temmuz ayında, bankalar da serbest faize geçtiler. Böylece bankalar, bankerlerin peşine takılmış oldu. Sonunda bütün bankerler ve bazı bankalar battı. Batmamışların bilançoları da tahsil edilme imkánı olmayan kredilerle doluydu ve hemen hepsi iktisadi olarak müflisti, ama Türkiye uçuyordu.

* * *

Geçen hafta içinde dostum Güngör Uras, okuru Ali İhsan Çelebi’in yardımıyla hazırladığı ilginç bir tablo yayınladı. 1995 yılında bankaya yatırılan ve işlemiş faizler anaparaya eklenek, mevduatta tutulan 50 000 dolar, 2005 başında, yani on yıl sonra 97 000 dolar olmuş. Aynı gün 50 bin doların karşılığı olan 1 932 400 000 TL ise TL mevduatı olarak bankaya yatırıldı ise, 10 yılda 577 milyar TL’ye çıkmış. Bunun döviz cinsinden karşılığı ise tam 430 000 dolar ediyor. Yani dolara vurunca, Türk Lirası mevduat 10 yılda yaklaşık 8 kat artmış. Dolarlı mevduat ise 10 yılda sadece 1 kat büyümüş. Kısaca, parasını TL’de tutup faize yatıran vatandaş ihya olmuş. Döviz tevdiat sahibi ise Batı standartına göre iyi bir faiz almış; hepsi o kadar. Hemen hatırlatmakta fayda var. Hazine, TL’ye aynı devrede hep banka mevduatından daha yüksek faiz vermiştir.

* * *

Şimdi can alıcı soruları soralım. Parasal servetini, TL’li mevduata, B Tipi Fona, devlet tahviline veya bonoya yatırarak 10 yılda 9 katına çıkaran tasarruf sahibine bu paraları kim ödemiştir? Her faiz geliri, bir başkasının faiz gideridir. Parayı alan belli: Mevduat sahibi. Parayı veren kim? Lafı uzatmaya gerek yok: Devlet, yani halk. Şimdi böyle bir ülkede ‘yüksek faiz-düşük kur’ batıl bir para politikasıdır demem yanlış mı? Kamu borç stokunun çoğu, popülist siyasetten değil, yüksek faizden doğmuştur demem haksızlık mı? Efendim böyle bir politika yok, sadece olaylar böyle cereyen etmiş demek mümkün mü? Böyle bir ‘çaresizlik’ itirafıyla kamu borcu yönetilebilir mi? Böyle bir ‘vermeye mecburuz’ teslimiyetiyle dış açık kapanır mı?

Son Söz: Faiz, teknik bir sayı değil; iktisadi hayatın kendisidir.
Yazının Devamını Oku

Aranan canavar bulunmuştur

3 Eylül 2005
<B>HERKES</B>, ama herkes bir trafik kazasına karışabilir. İster yaya, ister yolcu, ister sürücü olsun; ister kusurlu, ister kusursuz veya kısmen kusurlu olunsun, hiç kimse <B>‘benim başıma trafik kazası gelmez’</B> diyemez. Yatalak bir hasta bile, hastaneye götürülürken bir trafik kazasına uğrayabilir. İnsanlar nasıl hava içinde yaşıyorsa, aynı şekilde trafik ortamında da yaşamaktadır. Yaşamın kendisi trafiktir. Medeni ülkelere seyahat edenlerin ilk gözlemledikleri iki şeyden birincisi ‘imar düzeni’, ikincisi ise ‘trafik disiplini’dir. Türkiye bu iki kritere göre de gayri medeni bir ülkedir. Bu eksiklik, AB’ye girmek için TBMM’den sabaha karşı uyum yasası geçirmekle giderilemez.

Basında yer alan trafik kazası haberlerinin ezici çoğunluğu, kazaya sebebiyet veren sürücünün ‘kusursuz’ olduğunu anlatmak amacıyla kaleme alınır. Kaza haberleri taranırsa, kusurlu olduğu ilan edilen sürücülerin çoğunun, gazete okuru olmayan ‘kamyon şoförü’ olduğu anlaşılır. Mesela, trafik kazasına sebebiyet veren bir basın mensubunun kusurlu bulunması mümkün değildir. Bu, meslek dayanışmasına sığmaz. Ayrıca, taşradan gelen trafik haberlerinde, eğer kazayı yapan o yörenin hatırlı bir kişisi ise o da mutlaka kusursuzdur. Basımız tarafından bu güne kadar ismen olmasa bile cismen saptanan trafik canavarlarının bir dökümü aşağıdadır.

1. Kazaya uğrayan aracı sıkıştıran, olay yerinden hızla uzaklaştığı için plakası alınamayan kırmızı otomobil.

2. Hiç lüzumu yokken, aniden bastıran yağmur.

3. Karayollarındaki kör kavşaklar, kör dönemeçler, kör tepe üstleri ve düz yola konmuş kör noktalar.

4. Sathi kaplama yapılırken yollara dökülen mıcır.

5. Sürücüyü tahrik edecek kadar geniş bırakılan banketler veya kaza şeritleri. Zaten adı üstünde ‘kaza şeridi’. Bu şeritler hiç olmasa, burada kaza da olmayacak.

6. Yokuş aşağı inerken, ihtiyaç duyulan anda patlayan frenler. Bu fren belası, bilhassa kamyonlar için geçerlidir. Beşiktaş’taki Barbaros Bulvarı’nın altındaki manyetik alan yüzünden bu yokuştan inen kamyonların frenleri, pedala basmadan da patlar.

7. Şimdilerde pek rastlanmasa da eskiden çok olan rot çıkması.

8. Lastik patlaması.

9. Güzel güzel giderken, bilhassa geceleri kontrolden çıkan araçlar.

Trafik kazaları, genellikle birçok faktörün üst üste gelmesiyle oluşur. Bu faktörler içinde, yol ve hava durumu, trafik işaret noksanları ve hataları, araçların mekanik kusurları da vardır. Ama usta sürücülük, en olumsuz şartlar altında dahi, aracı salimen menzile ulaştırmaktır.

Son Söz: Canavarı arayan, aynaya baksın.
Yazının Devamını Oku

Bu tiyatro bitmeli

31 Ağustos 2005
<B>KAMUDA </B>çalışanlara yapılacak ücret zamları, her sözleşme döneminde mutlaka oynanması gereken bir tiyatrodan sonra belli oluyor Bu tiyatroya göre, anlaşmadan önce, ortam mutlaka iyice ısınıyor. Sendika yöneticileri, TV kameraları önünde sert beyanatlar veriyor. Hükümeti, sokağa dökülmekle tehdit ediyor. Halkta bir endişe yaratılıyor. Görüşmeleri yürüten ilgili devlet bakanıyla ipler kopartılıyor, araba tam devrilmek üzereyken, devreye başbakan giriyor, bütçe imkánları zorlanarak hatta üstüne çıkılarak (?) son bir jest daha yapılıyor ve günler torbaya girdiği için, gece yarısından sonra bir anlaşmaya varılıyor. Çünkü, her ne kadar emekçilerin haklı talepleri karşılanmamış olsa bile, ülkenin içinde bulunduğu çok kritik durum dolayısıyla, sendikacılar vatan sevgisi ve sorumluluk duygusuyla hareket edip, son teklife evet diyor. Bu kadar yorgunluktan sonra, insan bir buçuk yoğutlu kebap yer herhalde.

* * *

Toplu sözleşme, iktisatta ‘fiyat teşekkülü’ sürecinin bir parçasıdır. Emek piyasasında, yüksek vasfı olmayan, yani ‘bireysel pazarlık’ gücü kısıtlı emekçilere, ücret pazarlığında işverenler karşısında yeterince güçlü olması için ‘toplu görüşme’ hakkı tanınmıştır. Olaya pür serbest pazar ekonomisi açısından bakılsa, toplu pazarlık, emek arzı üzerine kısıtlama getirmektir; dolayısıyla rekabet hukukuna aykıdır. Toplu pazarlık sayesinde, emek fiyatı (ücretler), olması gereken düzeyden daha yukarıda oluşur. Çünkü bu sistem, sözleşme yapanlara göre daha düşük ücretle çalışmaya razı milyonlarca işgücü varken, daha önce işe girmiş olanlara, mevcuttan da yüksek ücret isteme ve bunu işverene dayatma imtiyazı vermektedir. Bu imtiyazın istismar edildiği durumlarda ortaya ‘rant’ çıkar. Bu sendikalaşma rantıdır. Ücret şeklinde alınır.

* * *

Toplu sözleşme sistemi, sanayileşmiş ülkelerde geniş bir ‘orta sınıf’ oluşmasını sağlamıştır. Bu orta sınıf sayesinde, sanayi ürünlerine yeterli bir iç talep oluşmuş ve firmalar ölçek ekonomisinden yararlanacak kadar büyüyebilmişlerdir. Bu büyüklüğe ulaştıktan sonra, ulaştıkları düşük maliyetlerle dış piyasalarda da rekabetçi olabilmişlerdir. Böylece iktisadi kalkınma, sosyal barış ortamında gerçekleşebilmiştir. 1980’lerden önce gücünün doruğuna ulaşan sendikacılık, ‘keskin sirkenin küpüne zarar vermesi’ gibi zayıflama sürecine girmiştir. Kaldı ki, üretim robotları, bilişim sistemleri ve Çin gibi ucuz emeğe dayalı ekonomilerin gelişmesi, vasıfsız emekçilerin (toplu dahi olsa) pazarlık gücünü aşındırmıştır. Ülkemizde de bu değişimi gözlemliyoruz. Bu yeni dönemde, eski tip sendikacılık gösterileri can sıkmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Son Söz: Küreselleşme, sendikacılığı da kapsar.
Yazının Devamını Oku

Her şey olacağına varır

27 Ağustos 2005
<B>TARİHTE </B>ne olmuşsa, başka türlü olamadığı için öyle olmuştur. Her millet layık olduğu hükümeti bulur. Akacak kan, damarda durmaz. Yazının başlığı dahil yukarıda sıraladığım ifadeler doğrudur; ama bize geleceği nasıl şekillendireceğimizi söylemez. İktisatta da buna benzer ifadeler vardır. Bunlardan son zamanlarda en sık kullanılanı ‘Cari açık, tasarruf açığına eşittir’ ifadesidir.

Bu, iş olup bittikten sonra (ex post) söylenen bir cümledir. Üstelik ‘evrensel’ bir doğru da değildir. Yılbaşında (ex ante) kimse, o yıl ne kadar bir tasarruf, dolayısıyla cari işlem açığı oluşacağını bilemez. Mesela Türkiye’de Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri nerede tutacağı, Hazine’nin TL’yle mi, dövizle mi borçlanacağı hakkında varsayımlar yapılır. Kısaca, döviz fiyatları hakkında bir öngörüde bulunulur. Ancak ondan sonra, cari işlem açığının büyüklüğü, kabaca kestirilir.

Halbuki, ‘Cari işlem açığı, ulusal tasarruf açığına eşittir’ denirse, bundan tasarruflar yönetilebilirse, cari işlem açığı kontrol altında tutulur anlamı çıkar. Bu ifade, tehlikeli bir yanlışa yol açabilir.

* * *

Cari işlem açığının, tasarruf açığına eşit olması bir totolojidir. Yani bir gerçeğin ifadesi değil, cümlenin kuruluş mantığı icabı olarak doğrudur. Bu önermenin dayanağı ‘Cari Açık = Kamu Borçlanma İhtiyacı + tasarruf / yatırım farkıdır’ özdeşliğidir. Milli gelir, ‘tüketim artı tasarrufun toplamıdır’. Milli gelirin diğer tanımı ise ‘tüketim artı yatırımlar toplamıdır’. Böylece tasarruf, yatırıma eşit olur. Bu denklik kapalı bir ekonomi için geçerlidir.

Dışa açık bir ekonomide (her ekonomi, az ya da çok dışa açıktır) milli geliri hesaplamak için, ‘tüketim+yatırım’ toplamından ‘cari işlem’ açığı çıkartılmalı veya fazlası eklenmelidir. Cari işlem açığı vermek, başka milletlerin harcamadıkları gelirlerini, yani tasarruf fazlalarını onlardan ödünç almaktır.

Gelen para, başkalarının tasarruf fazlasıysa, ödünç alanın tasarruf açığıdır denir. Bu tanım yerine, ‘cari işlem açığı, tüketim fazlasıdır’ dense hesap yine tutar. Şimdi tıraşı kesip, can alıcı soruyu soralım: Cari işlem açığını kapatmak için, hangi önlemlere ağırlık verilmelidir? a) Tasarrufları artırmak, b) tüketim harcamalarını kısmak, c) yatırım harcamalarını kısmak, d) ihracatı artırmak e) ithalatı kısmak, d) vergileri artırmak.

* * *

Eğer, ‘Cari işlem açığı, tasarruf açığına eşittir’ tanımından hareket edilirse, hangi önlem alınmalının cevabı ‘tasarrufu artırmak’ olur. Bundan daha kötüsü, ‘tasarrufları artırmak için faizler yükseltilmeli’ ifadesidir. Çünkü faiz artışı her zaman tasarrufu artırmaz. Halbuki ihracat artırılıp ithalat azaltılsa cari açık sıfırlanır.

Talep, önce fiyata, sonra gelire duyarlıdır. İthalatı kısmanın yolu, ithalatı pahalandırmak, ihracatı artırmanın yolu ise fiyatlarını düşürmektir. Bu bir devalüasyondur. Enflasyona yol açması da şart değildir.

Son Söz: Denge, büzülerek değil, büyüyerek sağlanmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Ağzı açık hayran budalası

24 Ağustos 2005
<B>GAZETELERDE </B>okuyorsunuz değil mi? Bütün dünya bize hayran. Biz de bize hayran olanların budalası gibi onları ağzı açık dinliyoruz. Öyle bir <B>‘Formula 1’</B> pisti yaptık ki, dünya bize hayran kaldı. Öyle bir Üniversitelerarası Olimpiyat tertipledik ki; dünya bize hayran kaldı. İstanbul’da öyle bir futbol finali oynandı ki, dünya futbolu değil, oynandığı stadı ve İstanbul’u konuştu. Öyle bir İstanbul Sanat Festivali düzenledik ki; dünya bize hayran kaldı. Dünyayı hayran bırakmakta üstümüze yok doğrusu. İspatı ortada: Son kullanım tarihi geçmiş şöhretler, hurdalık derecelerine göre yüz binlerce dolar alıp ‘Size hayran kaldık’ diyorlar. Ben de o kadar para alsam, ben de bu enayiliğe hayran kalırdım doğrusu. Meme dekoltesi derinine açık 70 küsur yaşındaki Sofia Loren’e ‘bizden ödül alsın diye’ zannedersem 200 bin dolar ödenmişti. Düşünün; herkes ödül almak için para ödemeye hazırken, sıra bizim ödülü almaya gelince üstüne para istiyor. Ama haklılar. O kadar yolu tepip Türkiye’ye geliyor ve basın mensupları önünde ‘Size hayran kaldık’ diye rol kesiyorlar. Az zor iş değil bu doğrusu.

* * *

‘Dünyanın bize hayran kaldığı’ etkinliklerin ortak bir özelliği var. Bunların hepsi rantabilitesi olmayan yatırım gerektiriyor. Yani zararına bir iş yapmadan, tövbe Allah bu gavurları bize hayran bırakmanın yolunu bulamıyoruz. ‘Formula 1’ denilen otomobil sirki Türkiye’de de şov yapsın diye Hazine’den hasılat garantisi veriyoruz. Üyelerin kanunen ödemeye mecbur olduğu aidatla zenginleşen, ‘yarı-kamu’ tüzel kişilğine sahip olan Ticaret Odası’nın kasasını bu iş için boşaltıyoruz. Pek tabii 30 milyon dolara biter diye başlanılan projeyi 220 milyar dolarla bitirmemeyi de başararak. Olsun, helal olsun! Pazusunda Mao dövmesi bulunan hapishane düşkünü boksör eskisi Başbakan’ın koluna girip, aldığı parayı hak etmek için ‘Türkiye’ye hayranım’ diyor ya. Bize o da yeter de artar bile.

* * *

Bütün bu zararına projelerin ‘ister inan, ister inanma’ süper bir getirisi var: Türkiye’nin tanıtımı. Bu konuda atılan palavralar, artık komik hale geldi. Efendim dünyada 2.5 milyar kişi televizyonlardan ‘Formula-1’ izlemiş ve anında ‘böyle Formula-1 düzenleyen ülkeye gitmek vaciptir’ deyip, ülkemize gelmek için seyahat acentelerinin önünde kuyruğa girmiş. Ancak otellerimiz dolu olduğu için gelemiyorlar. Gelemeseler de olur; bize hayran düştüler ya!

* * *

Serbest pazar ekonomisi, sosyalist sistemden farkı, bireysel ‘ahlak’ üzerine kurulmasıdır. Bunun anlamı şudur: Eğer bireysel ahlak yoksa, serbest pazar ekonomisi fakirlik üretir. Burada kastedilen ahlak ‘devletten tırtıklamadan’ iş yapmaktır.

Son Söz: Her proje, kendi bacağından asılır.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan yine yapabilir

20 Ağustos 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan</B>’ın zihin kurgusunu okumak giderek kolaylaşıyor. Láfı ezmeden büzmeden konuşalım. Güneydoğu’da <B>‘TC’</B>den ayrılma amacını benimsemiş solcu Kürtlerin yarattığı çok ciddi bir sorun var. Başbakan, buna da el atmak istiyordu. Aydınların yaptığı çıkışı, bu nedenle bir fırsat olarak gördü. Hemen bu kişilerle bir ‘propaganda’ toplantısı tertipledi. Toplantıdan sonra basına ‘elini gösteren’ bir demeç verdi. Ardından Diyarbakır’a gitti. Orada halkın katılmadığı bir toplantıda ‘medya’ üzerinden halka hitap etti. İhtiyatlı bir dil kullandı. Ancak anlaşıldı ki; bu meselede de Kıbrıs’ta izlediği politikaya benzer ‘demokratik’ bir yöntem izleyecektir.

1. Başbakan’ın stratejik hedefi, Avrupa Birliği’ne girmektir. Bunun için ‘ne gerekirse’ yapılacaktır. Buna Kıbrıs ve Güneydoğu sorunu çözmek de dahildir. AB, Türkiye’yi kabul etmek istemeyebilir. Ancak bunun sorumluluğunu üstlenmelidir. Kıvırtmaya çalışan Avrupalı siyasilerin kullanabileceği bir mazeret ortada kalmamalıdır. ‘Demokrasi içinde çözüm’ buna yarar.

2. Kıbrıs’ta Türk tezi ‘taksim’, Rum tezi ‘ilhak’tı. Birleşmiş Milletler adada barışı sağlamak için, iki tezi de reddeden ve ‘tekrar birleşme’ diye adlandırılan bir orta yol (Annan Planı) önermiştir.

3. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Güneydoğu bölgesi için tezi ‘ülkenin toprağı ve ulusuyla ayrılmaz bir bütün olduğudur’. Buna mukabil, TC vatandaşı Kürt’lerin, solcu siyasi önderlerinin tezi ise, ‘Güneydoğu’da ayrı bir Kürt devleti’ kurulmasıdır.

4. Erdoğan’a göre bu tezlerden birincisi eskimiştir. İkincisi ise, çözdüğünden daha fazla ve daha büyük sorun yaratacaktır. Dolayısıyla ikisi de geçersizdir. Bu bölge için AB’nin kabul edebileceği yeni bir çözüm modeli geliştirilmelidir. Bunun için ‘demokratik açılım’ gereklidir. Bu açılımın sonunda nasıl bir ‘nihai tablo’ (final picture) ortaya çıkar, bugünden kestirilemez. Kabul edilemez bir resim çıkarsa, çaresi o zaman düşünülür.

5. Demokratik açılım, yani halk oylaması, Kıbrıs’ta sonuç vermiştir. Nitekim uygulamada ‘taksim’ tezi halen yürürlüktedir. Ama bunu dayatan artık Türk tarafı değil, Rumlardır.

6. Erdoğan, son tahlilde ‘Ne mutlu Türküm diyene’ değil ‘Elhamdülillah Müslümanım’ ideolojisine mensuptur. Kürtler de büyük bir çoğunlukla Müslüman’dır. Erdoğan, bu meselede kendi ideolojisini ‘birleştirici’ tez olarak kullanmayı düşünmektedir. Bunda da başarılı olacağına inanmaktadır.

7. AB’nin, illá Türkiye’de ayrı bir Kürt devleti kurulsun diye bir ısrarı yoktur. Güneydoğu’daki Kürtler’in büyük çoğunluğu, PKK baskısı olmazsa, demokratik bir şekilde, ‘T.C.’ içinde kalmak istediklerini ifade edebilir. O zaman devletin, silahlı bölücülere karşı mücadelesi de AB indinde meşruiyet kazanacaktır.

Son Söz: En büyük etnik facialar, azınlık ayaklanması sırasında değil, çoğunluğun ayağa kalması sonunda ortaya çıkar.
Yazının Devamını Oku