Ege Cansen

Afrika’ya yardım

20 Temmuz 2005
<B>EKODİALOG</B>, altıncı yılının son programında zengin ülkelerin Afrika’ya yardımı konusunu tartıştı. Bu konuda <B>Asaf</B>, beni heyecanlandıran bir çıkış yaparak, <B>‘Türkiye, artık</B> ‘Afrika’dan bana ne ?’ <B>demeyi bırakıp, yoksul ülkelere yardım elini uzatsın’</B> dedi. Yürekten destekliyorum. * * *

Size önce son olayları özetleyim. Afrika, fukaralığın ve çaresizliğin en yaygın olduğu kıta. Afrika’nın fakir ülkelerinin, Batı’nın kurum ve kuruluşlarına 350 milyar dolar borcu var. En zengin 8 ülke (G8) geçen ay, en fakir 18 ülkenin 40 milyar dolar borcunu silme kararı aldı. Esasen ödenemeyecek olan bu borçların, 40 milyar dolarını defter üzerinde silmenin Afrika’ya pek bir faydası yok. Ancak G8, buna ilaveten Afrika’ya yılda 25 milyar dolar yardım etmektedir. Geçenlerde İskoçya’da yapılan G8 toplantısında İngiliz Başbakanı Tony Blair, liderlerlere bu meblağı 2010 yılına kadar yılda 50 milyar dolara çıkarması önerisinde bulundu. ABD Başkanı Bush, önce bu fikre direndiyse de, sonra ülkesinin yaptığı yıllık yardımın, iki katına çıkarılması için Meclis’e teklif götüreceğini söyledi. Genelde fakir ülkelere ve özellikle fakirin de fakiri ‘Afrika’ya yardım’ diye müzik eşliğinde ‘öfkeli bir şekilde haykırmak’, Batılı gençlerin çok sevdiği bir eylem türüdür. Bu etkinliklere öncülük edenler arasında şarkıcı Bob Geldof da var. Geldof, ‘Fukaralığı Tarihe Gömün’ (Make Poverty History) diye bir kampanya başlatmış. Bu kampanyaya destek için, ‘Live 8’ adında, yine İskoçya’da yüzbinlerin katıldığı çok büyük bir açık hava konseri düzenledi. Epey ses getirdi.

* * *

Türkiye artık gariban bir ülke değil. Bana sorarsanız, Türkiye hiçbir zaman gariban değildi. Ancak kişiler, kendini koruma dürtüsüyle garibanizmi benimsemiştir. Garibanizm, ‘garipler, sosyal sorumluluk taşımaz; onlar kanun ve kurallara uymaya mecbur değildir’ ilkesini içselleştirip, ‘asalak ve terbiyesiz olma imtiyazı’ peşinde koşmaktır. Garibanizmin yayılmasının bir sebebi de iktisatçıların çoğunun ‘kalkınmak için, yabancılardan sermaye, borç, hibe her tür para alınmalıdır’ fikrini yaymalarıdır. AB üyeliğinin bile reklamı böyle yapılmaktadır. ‘Sürekli borçlanarak yaşarsan, Arjantin gibi olursun deneceğine; sürekli borç alamazsan Arjantin gibi olursun’ denmektedir. Borç para akışını garantiye almak için ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikası, tam gaz sürdürülmektedir. Dilencilik yüzünden milletin, devletine ve kendine saygısı azalmıştır. Yurtiçinde de her bölgenin ‘en gariban biziz’ diye salya sümük ağlaması ulusal kültür olmuştur. Bu ruh haletinden çıkmalıyız.

* * *

En zengin ülkelerde bile fakirler ve geri kalmış yöreler bulunabilir. Ama ülkeye bir bütün olarak bakıldığında orada, kendisinden daha fakirlere yardım edecek bir ‘gönül zenginliği’ mutlaka vardır.

Son Söz: Veren zenginleşir; alan fakirleşir.
Yazının Devamını Oku

Yabancı sermaye

16 Temmuz 2005
<B>BAŞBAKAN </B>yardımcısı, iktisat doçenti Dr. <B>Abdüllatif Şener’</B>in <B>‘Yabancı sermayeye sınır getirilmeli, Arjantin’de yaşanan krizler de bu yolla ortaya çıktı’ </B>şeklinde özetlenen çıkışı, ortalığı bir hayli karıştırdı. Bunun biri siyasi, diğeri iktisadi olmak üzere iki boyutu var. Siyasi boyutta olayı yorumlayanlar, Şener’in çıkışını, liderliği adeta tartışmasız hale gelen Başbakan Erdoğan’a bir meydan okuyuş olarak değerlendirdiler.

Şener’in aldığı pozisyonun böyle bir anlamı da var doğrusu. Ama ben işin o tarafıyla ilgili değilim. İzninizle, ‘yabancı sermayeye sınır getirilmeli’ önerisini irdelemek istiyorum.

Milliyet Gazetesi’nde yer alan ilk beyanattan sonra Şener, gelen tepkiler üzerine ifadesini yumuşattı. Ama neticede ortada, ifade edilen bir fikir, bir endişe ve bir uyarı var. Söylediklerini Şener’in ağzına tıkmanın kimseye bir faydası yok.

* * *

1.
Öncelikle ‘ekonomi yönetimi’ ile ‘nakit yönetimini’ birbirinden ayırmak gerekir. Bu ülkede ekonomi ‘iyi’ denince, hálá kamu borçlarının döndürülmesi ve Merkez Bankası’nda döviz rezervi bulunması anlaşılıyor.

2. Ülkenin akıl hocası IMF olunca, ekonomiye ‘nakit akışı’ açısından bakılmasını yadırgamamak gerek. IMF, neticede bir ‘para kurumu’dur.

3. Şener de, yabancı sermaye hakkında endişelerini belirtirken, ‘kısa vadede döviz getirir, ama uzun vadede kár transferleriyle döviz çıkışına sebep olur’ diyerek, ‘ağzı açık IMF hayranları’ ile aynı pencereden bakarak ekonomiyi okumuş oluyor. Bu paradigma yanlıştır.

4. Sırası gelmişken açıklayayım. Yabancı sermayeli şirketlerin yurtdışına çıkardıkları para, sadece ‘kár transferi’nden ibaret değildir. Hatta kár transferleri, Türkiye gibi kurumlar vergisi yüksek bir ülkeden yabancı yatırımcının ‘yatırdığı parayı geri alması’ bakımından ikinci derecede önemlidir. Dışarıya para çıkarmanın esas yolu ‘ana şirketten satın alınan parça, hammadde ve yarı mamul fiyatlarına yapılan bindirmeler’dir. Buna ‘transfer pricing’ denir ki; yerli ortakla yabancı yatırımcıların, bir süre sonra ayrılmasının sebebi budur. Ayrıca, know-how, marka hakkı, royalty, teknik yardım, yönetim bedeli gibi çeşitli namlar altında, dışarıya para çıkartılır. İlaç ve otomotiv şirketleri bu bakımdan iyi örnek teşkil ederler.

5. Kapitalist ekonomiyi ‘fiyat mekanizması’ yönetir. Bu mekanizmanın doğru çalışması ‘rekabet’ ortamının varlığıyla kaimdir. Sistemde kamu firmalarının mevcudiyeti, serbest rekabetin teşekkül etmesine engeldir. Özelleştirme, (yerlisi alamıyorsa, yabancılara satış) bu bakımdan şarttır. Buna ilaveten özelleştirme, ‘yolsuzluk’ ve ‘israf’la savaşmanın en emin yoludur. Özelleştirme, nakit akışına göre değil, yukarıda sıralanan amaçlara ne kadar yarayacağına göre değerlendirilmelidir.

6. Ancak; yabancı sermayesiz kalkınamayız, milli gelir artışı yetersiz kalır, sonra işsizlere iş bulamayız, demek ‘teslimiyetçilikten’ öte, ‘yanlıştır’.

7.
Dünyada en fazla yabancı yatırımcı çekmiş ülke ABD’dir. Doğrudan yabancı sermaye, ihtiyacı olan ülkelere değil, yatırımcı firmanın kendi stratejisine uygun ortam sağlayanlara gider. Çin’e yabancı sermaye gitmesi, Çin’deki değişimin sebebi değil, sonucudur.

Son Söz: Faizi yüksek ülkede, şirket değerleri düşük olur.
Yazının Devamını Oku

Sülükler burada paralar nerede

13 Temmuz 2005
TMSF; Murat Demirel’in bir zamanlar sahibi olduğu Egebank’ın Fon’a olan borçlarını tahsil etmek amacıyla, babası Şevket Demirel şirketlerine geçenlerde el koydu.Bunun üzerine Demirel ailesinin büyüğü 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ‘bu bir gasptır’ diyerek sert bir tavır aldı. Kamuoyunda, TMSF aleyhine bir hava oluştu. Başbakan da bankalarının ve şirketlerinin içini boşaltan işadamlarını kastederek ‘sülükler, bu milletin 40 (yoksa 50’miydi?) milyar dolarını emdiler’ diyerek TMSF yetkililerini yüreklendirmek maksadıyla, karşı tavır koydu.Bu olaydan iki gün sonra, Emin Çölaşan’ın köşesine Murat Demirel misafir oldu. Kendi penceresinden gördüğü şekliyle Egebank serüvenini anlattı. Yaptığı açıklamanın ilk bölümünden anlaşılan şu. Murat Demirel’i, bankanın eski sahipleri kandırmış. Birikmiş zararları 300 milyon dolara varan bankayı, bir yıl önce 35 milyon dolar kár etmiş diye yutturmuşlar. İkinci bölümde de Murat Bey, birikmiş bunca zarara rağmen Egebank’ı birkaç yıl içinde nasıl süper hale getirdiğini anlatıyordu. Zaten TMSF el koyduğu zaman da banka, para içinde yüzüyormuş. Bravo doğrusu! Pek tabii, karşılıksız kalan halkın mevduatından bahis yok. TMSF, yüzlerce milyon dolar parayı, o tarihte Egebank’a niçin koymuş acaba?* * *Ben Türk bankacılık sistemiyle 1977 yılında ‘aynen’ tanıştım. Bankalarımızın durumu, ‘faiz’ ve ‘döviz’ üzerinde devlet narhı olmasına rağmen, o zaman da parlak değildi. O gün bugündür, banka sektörünü, mikro ve makro planda, bazan içinden, bazan da dışından izliyorum. 1989-2001 arasında bu sektörde inanılmaz makro yanlışlıklar ve mikro pislikler yapıldı. Bu dönem ‘fetret’ devri midir, yoksa soyguncular için ‘fırsat’ devri midir bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki, her türlü melanetin cereyan ettiği çok kötü ve çirkin bir devredir. Ne Egebank’ın ne de bu devrede çıkarılan herhangi bir bankanın bilançosu gerçeği yansıtmaz. Esasen bu ülkede o tarihlerde ‘uluslararası muhasebe standartlarına’ ve ‘muhasebe muhakematına’ uygun olarak çıkartılmış tek bir tablo máli tablo yoktu. Şimdi de var olduğunu sanmıyorum. Türkiye’de doğru máli tablo, vergi kanunlarına ve sair mevzuata göre içinde hata ve suç unsuru bulunmayan demektir. Gerisi fantazidir. * * *Esas söyleyeceğim şudur: Başbakanın deyişiyle sülüklerin veya basının sevdiği deyimle hortumcuların ‘götürdüğü’ para asla 50 milyar dolar değildir. Belki bunun, beşte biridir. Kalanı, iç ve dış tasarruf sahibine yapılan fahiş faiz ödemeleri ile ‘mal-mülk edin, nasıl olsa zamanla artan değer, borçları rahat öder’ diye yapılan verimsiz yatırımlar, sektördeki yüksek ücretler ve inanılmaz israftır.Son söz: Servet çalınır; ama gizlenemez.
Yazının Devamını Oku

Moral hazard

9 Temmuz 2005
<B>İNGİLİZCE’</B>deki <B>‘moral hazard’</B> deyiminin Türkçe karşılığı <B>‘ahlaki zafiyet’</B>tir. <B>‘Ahlaki tehlike’</B> de uygun bir çeviri. Şimdi bu deyimin ne anlama geldiğini bir örnekle açıklayayım. İnsanın refleks süresini uzattığı, görme ve duyma bozuklukları yarattığı, uyku getirdiği ve kişiyi coşkulu ve tedbirsiz davranmaya yönelttiği için, alkollü iken araç süren kişinin kaza yapma ihtimali yüksektir.

Trafik kazaları, sadece kazayı yapana değil, olayda hiçbir kusuru olmayan kişilere de ağır hasar verir. Bu yüzden devlet, sürücülerin alkollü iken araç kullanmalarını yasaklamıştır. İlgili yasalar, kaza yapmamış bile olsa, bir sürücüyü, sırf alkollü iken araç kullandı diye cezalandırmaktadır. Yani kazaları azaltmak için, kişinin çok zevk aldığı, çakır keyif direksiyon sallama özgürlüğü ortadan kaldırılmıştır.

Alkol almış sürücülerin sebep oldukları kazaları azaltmak için, alkollü sürücüleri cezalandırmak yerine, onlara eğitim verilse ve gerisi kişinin vicdanına bırakılsa ne olur? Trafik kazaları artar herhalde değil mi? İşte, insanları risk almaya adeta iten böylesi ‘gevşek’ ortamlarda olan kazalara, ‘moral hazard’ yani ‘ahlaki kaza’ deniyor.

* * *

IMF’nin başiktisatçısı Profesör Krueger, sosyal güvenlik yasası Meclis’ten zamanında geçmedi diye, IMF’nin Türkiye’ye vereceği 833 milyon dolarlık krediyi ertelediklerini açıklarken ekonomimizi övmüş ve şu cümleyi kullanmış: ‘Merkez Bankası’nın güçlü sermaye girişleriyle inşa ettiği döviz rezervi, program hedeflerine rahatlıkla ulaşılması konusunda avantaj sağlamaktadır.’

Profesör Krueger’in bu ifadesinin tek bir anlamı var. Türkiye’de döviz fiyatlarında ciddi bir yükselme eğilimi ortaya çıkarsa, Merkez Bankası, elindeki dövizi piyasaya arz ederek, bu çıkışa engel olacaktır. Böylece düşük kurla düşen enflasyon, yükselen kurla tekrar yukarı çıkamayacak ve program (enflasyon hedefi) tutturulacaktır.

Şimdi ben soruyorum: Türk ekonomisi, ‘cari işlem fazlası’ veriyor olsa, Kreuger’in ima ettiği ‘döviz fiyatlarının aniden yükselmesi’ gibi tehlike ortaya çıkar mı? Bu ihtimal, sürekli ve artan miktarlarda cari işlem açığı veren bugünkü iktisat politikasına göre çok, ama çok düşük değil midir? Niçin, dünyada bir gecelik para, reel yüzde 0 dolayında faiz getirirken, Türkiye’de reel yüzde 7 faiz getiriyor?

Üstelik niçin MB, ‘güçlü rezervleriyle’ sıcak paracılara ‘IMF üzerinden, merak etmeyin, devalüasyona yakalanma riskiniz yoktur, 2000-1’de olduğu gibi size ucuz fiyattan döviz satarım’ diye selam yolluyor? Niçin IMF’ye güvenerek içeri giren sıcak para yüzünden döviz fiyatları anlamsız şekilde düşüyor ve cari açık büyüyor?

Niçin bu yüzden ‘devalüasyon’ ihtimali artıyor? Sonra da bu tehlikeyi savuşturmak için, yüksek faize devam edilip güçlü rezerv inşa ediliyor ve rezervler düşük getiriyle Batı bankalarında tutuluyor?

Son Söz: Borç, akılsızın kamçısıdır.
Yazının Devamını Oku

Meta-iktisat

6 Temmuz 2005
<B>2001</B> krizinden bu yana Türk ekonomisinde ortaya çıkan yüz güldürücü sonuçları, bedavaya geldi zannedip, bunları iktisat ötesi, yani <B>‘metaiktisat’</B> gibi anlatmayı fevkalade sakıncalı buluyorum. Olanların birden fazla izahı vardır. Bunlara <B>‘mucize’</B> dahil değildir. * * *

Konumuz yine tehlike sınırına yaklaşan TL’nin değerlenmesi. Hemen şunu ifade edeyim, TL’nin değerli hale gelmesi, bizatihi kötü bir şey değildir. Hatta, iyidir. Esasen doğada, mutlak anlamda iyi veya kötü yoktur. İyilik veya kötülük, söz konusu olayın doğuracağı sonucun, kısa ve uzun vadede işimize ne kadar geldiğine göre belirlenir. TL’nin değerlenmesinin ana sebebi, uygulanmakta olan ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikasıdır. Döviz açığı veren, üstelik bunu kapayacak kadar ‘doğrudan dış yatırım’ çekemeyen bir ülkede, ulusal para değerlenemez. Çünkü, bu durumda döviz talebi, arzdan büyüktür. Bu da döviz fiyatının artması demektir. Eğer tersi oluyorsa, ülkeye gönüllü olarak ‘ödünç döviz’ giriyor demektir. Bunun da tek sebebi, faizlerin yüksek olmasıdır. Cami avlusunda yere sürekli kuş yemi atan adamın, ara sıra başına üşüşen kuşları eliyle uzaklaştırmaya çalışıp, ‘o kadar kovuyorum, yine geliyorlar’ demesi şımarıklıktır. Bizim halimiz de aynen böyledir. Uygulanan yüksek faizden bahsetmeyip, ‘yahu Merkez Bankası bu kadar döviz alıyor, hálá döviz fiyatları düşüyor, hayret?’ demek, milletle dalga geçmektir. Eğer Türkiye’de enflasyonu indirmek için izlenen ‘örtülü kur çıpası’ veya ‘yüksek faiz-düşük kur’ politikası bu dozda uygulanmasaydı Türk Lirası, bugünkü kadar olmasa bile, yine de bir miktar değer kazanabilirdi. Üstelik ne kamu borçları bu kadar büyümüş, ne de düşük kurla cari açık bu kadar artmış olacaktı.

* * *

Türkiye’de ve ulusal parası değer kazanan diğer ülkelerde cereyan eden ‘ulusal paranın, dolar veya avro karşısında değer kazanması’ mutlaka sıcak para hareketinden ileri gelmez dedim. Bazı hallerde bu değerlenme ‘kambiyo kurunun, satınalma gücü paritesi’ne yaklaşması olabilir. Bunun dört sebebi olabilir:

1. İthalatın serbestleşmesiyle, iç piyasada rekabet artmıştır. Bunun sonucunda ülke içinde mal fiyatları düşmüş, enflasyondan doğan devalüasyon baskısı azalmıştır.

2. Lojistiğin küreselleşmesi sonucunda imalat sektöründe, maliyet düşmüş, kalite ve verimlilik artmıştır. Bu da ihracat artış hızını, ithalat artış hızının üstüne çıkarmıştır.

3. Dışa açılmayla başta turizm olmak üzere, yurt içinde döviz kazandıran hizmet üretimi artmıştır.

4. Yurt dışında faaliyet gösteren ulusal firmalar çoğalmış, ülkeye daha fazla ücret, kár, kira ve faiz geliri transfer edilmiştir.

Son Söz: Küreselleşme, fiyat farklarını azaltır.
Yazının Devamını Oku

Mütareke münevveri

2 Temmuz 2005
<B>UZUN</B> bir çöküş dönemi yaşayan Osmanlı Devleti, Almanların ardı sıra sürüklenerek girdiği I. Dünya Harbi’nde yenildi ve bitti. Ekim 1919’da galip devletlerle Mondros’ta bir ‘mütareke’ yani ateşkes anlaşması imzalandı. Bundan hemen sonra düşman, İstanbul’u işgal etti. Bu tarihten, İngiliz Donanması’nın İstanbul’u terk ettiği 2 Ekim 1923’e kadar geçen devreye ‘mütareke yılları’ denir. Bu, bir grup münevverin (aydının) ‘Türkler, kendi kendini yönetemez; acaba hangi büyük devletin bu ülkeyi idaresi daha iyi olur’ sorusuna cevap aradığı dönemdir. 1923’ten, 1938’e, yani Atatürk ölünceye kadar, bu tiplerin sesi pek fazla çıkmamıştır. Ancak II. Dünya Harbinden sonra ve özellikle 1960-1980 arasında ‘mütareke münevveri’ türüne benzer bir ‘solcu aydın’ tipi zuhur etmiştir. Bunlara göre Türkiye, sosyalist blokun bir parçası olmadan adam olmayacaktı. Nitekim, bu mezhebin ‘imám-ı ázámı’ olan bir şair, devrimci eylemini, patron ülkenin emrine girecek kadar ileri götürmüştür. Son yıllarda da ‘yabancılar sopa çekmezse, bu millet adam olmaz’ fikrini benimsemiş postmodern mütareke münevverleri peydah oldu. Bunlar AB aşkıyla, her şeye ‘evet’ dedi. Avrupa’daki son ‘hayır’lardan sonra, şimdilerde ayakları suya erdi. (mi?)

*

1920’lerin mütareke münevverleri, 1960’ların devrimcileri veya günümüzün AB karasevdalıları, kendi rahatları için mi ‘teslimiyetçiliği’ benimsediler? Asla. Onlar da karşı fikirde olanlar kadar bu ülkenin ve bu ulusun iyiliğini istediler. Ama bu iyi niyetleri, yanılmış olmaları gerçeğini değiştirmiyor. İşin esası şudur: Hiç bir ulus, başka ulusların zoruyla veya atıfetiyle adam olmaz. Her ulus, kendi ceht ve gayretiyle, hakkettiği hayatı elde eder. Bunun da yolu, o ulusun kendi kendini yüceltmesidir. Bu yücelme sürecin olmazsa olmaz şartı da ‘kendine güven’ dir. Şunu kabul etmek gerekir ki; fikir önderleri olmayan halklar; ülküsüz, ufuksuz, yolunu kaybetmiş, insanlık ödevini bilmeyen kaba insan yığınları olarak yaşar. Böyle bir kitleyi, ülküsü belli, ufku geniş, yürüyeceği yolu tanımlamış dev bir görevlililer ordusu haline getirmek siyasi liderlik ister. Siyasi liderlik, diktatörlük taslamak değil, önder insanların ortaya çıkmasına uygun ortam hazırlamaktır. Ulusça yücelmek için, binlerce öndere ihtiyaç vardır. Bunlar da, milletini hakir gören ve ona güvenmeyen mütareke münevverleri benzerlerinden değil, bilgili ve becerikli aydınlanmış insanlar arasından çıkar. Yabancılara yaranmak için çırpınan aydınları tarafından sürekli suçlanan ve aşağılan bir toplum, aydınların gösterdiği yoldan gitmek yerine, öfkeye kapılıp tersini tercih edebilir. Aydınların, ulusa yapacağı en büyük kötülük, toplumun kendine olan saygı ve güvenini kaybetmesine sebep olmaktır.

Son Söz: Sürekli suçlanan, suça itilir.
Yazının Devamını Oku

Özelleştirmenin zor dönemeci

29 Haziran 2005
<B>1980</B>, dünya ekonomisinde yeni bir dönemin başladığı yıldır. Bu dönemin özelliği, ulusal ve küresel ekonominin iyi işlemesi için, üç ana ilkeye sadık kalınmasına kanaat getirilmesidir. Bunlar:

1. İstikrar (stabilizasyon); fiyat istikrarı, yani enflasyonun durması,

2. Serbestleştirme (liberalizasyon); uluslararası mal ve sermaye hareketlerindeki kısıtlama ve yasakların ortadan kaldırılması,

3. Özelleştirme (privatizasyon ve deregulasyon); ekonomide kamunun firma sahipliğinin tasfiyesi ve arz üzerindeki mevzuat kısıtlamalarının kaldırılması.

Türk ekonomisi, 1980’den bu yana geçen 25 yıl içinde öncelikle ‘serbestleşme’ ilkesini hayata geçirdi. Enflasyonla mücadelede son üç yıla gelinceye kadar başarılı olamadı. Özelleştirme stratejisinde ise, daha ziyade kamu sektörünün büyümesini kısıtlayarak, özel sektörün ekonomi içindeki payını arttırma yolunu seçti. Benim taktığım adla ‘pasif özelleştirme’ yolunu tercih etti.

Bugün ‘pasif özelleştirme’ yönteminin sonuna gelinmiş bulunuluyor. Artık sona kalan ‘aktif özelleştirme’ projelerinin hayata geçirilmesi gerek. Ancak, özelleştirme sınıra dayandıkça özelleştirme karşıtlarının direnci, yani mukavemet artıyor. Zaten fizik kanunlarına göre de, sıkıştırılan malzemenin mukavemeti artar.

Türk Telekom’un, Petkim’in, Erdemir’in veya diğer büyük devlet firmalarının özelleştirilmesine niçin karşı çıkılıyor? Bunun görünen basit sebebi, özelleştirme sonunda bu işyerlerinde çalışan sayısında bir azalma olacağıdır. İşsizliğin ciddi bir sorun olduğu ortamda ‘istihdamın daralması’ elbette toplumda bir tepki yaratacaktır. Ancak gündemdeki projelere, eski ‘özelleştirme istemezük’ cephesine dahil olmayan liberaller de karşı çıkıyor. Bunların tezleri ‘yerli özelleştirmeye evet, yabancıya satmaya hayır’ şeklinde özetlenebilir. ‘Yabancılaştırma’ ulusal ekonominin geleceği açısından gerçekten sakıncalı olabilir mi? Eğer bu kabil kuruluşların, yabancıların mülkiyetine geçmesinin belli sakıncaları varsa (ki bana göre de var) bu sakıncaları ortadan kaldıracak düzenlemeler yapılamaz mı? Bunlar irdelenmesi gerek ve şart olan hususlar.

Ancak, bunlardan daha önemli olan şudur. Özelleştirme, ekonomide ‘verimliliği arttırmak ve yolsuzluklara engel olmak’ için, en etkili anayol yani stratejidir. Bu doğru yolda ilerlerken belli sakıncaların ortaya çıkma ihtimali, o stratejiden sapmanın gerekçesi olabilir mi? El cevap: Hayır olamaz. Esas olan stratejinin uygulanmasıdır. Sakıncalar, stratejiden vazgeçmeden giderilebildiği kadar giderilir.

Son Söz: Doğru yoldaki yanlış, yanlış yoldaki doğrudan evládır.
Yazının Devamını Oku

İktisadın termodinamik sınırları

25 Haziran 2005
<B>EVREN</B>, dört kümeden kuruludur. Birinci ve en geniş olanı, <B>‘cansızlar kümesi’</B>dir. Bu kümeyi inceleyen ve kümede geçerli olan yasaları (kanunları) bulan bilim dalına, fizik denir. Kimya, fizikten türemiş bir bilimdir. Dolayısıyla, bu kümeye ‘fizik katman’ diyebiliriz. Bu kümede fizik ve kimya yasaları geçerlidir. Bu en büyük kümenin içinde bir ‘canlılar kümesi’ bulunur. Canlılar alemini inceleyen ve bu alemin yasalarını bulan bilime biyoloji denir. Biyolojinin alt disiplinleri de vardır. Bu kümeye ‘biyotik katman’ diyebiliriz. Biyotik katmanın kendine özgü ek yasaları vardır. Ama bu yasalar, cansızlar katmanın fizik ve kimya yasalarıyla çelişemez. Çünkü tüm canlılar, cansız maddeden yapılmıştır. Üçüncü küme ‘ruh kümesi’ dir. Her canlının bir ruhu vardır. Bu kümeyi inceleyen ve yasalarını bulan bilime psikoloji denir. Bu kümeye ‘psişik katman’ diyebiliriz. Bu kümenin kendi ek yasaları vardır. Ama, psikolojinin hiç bir yasası fizik veya biyotik katmanın yasalarıyla çelişemez. Çünkü, canlı bir bedeni olmayan ruh yoktur. En son küme, insan ve ruhu olan diğer canlıların birarada yaşadığı ‘sosyo-ekonomik’ topluluklar kümesidir. Bu kümeyi inceleyen bilim dalları, sosyoloji ve ekonomidir. Bu kümenin kendi yasaları vardır, Ancak ekonominin yasaları, kendini kuşatan fizik, biyotik ve psişik katmanların yasalarıyla çelişemez. Çünkü iktisatta insan vardır. İnsan, ruhu olan bir canlıdır ve cansız maddelerden yapılmıştır.

*

Tekrar edelim: İktisadın hiç bir kanunu, cansızlar dünyasının madde ve enerji ilişkilerini tanımlayan termodinomik yasalarıyla çelişemez. Termodinamiğin dört kanunu vardır. Dördüncü kanun en son bulunduğu ve fakat en temel ilişkiyi ifade ettiği için, ‘sıfırıncı kanun’ olarak adlandırılmıştır. Fizikçilerin affına sığınarak, bu kanunları size kendi anladığım gibi anlatacağım.

0. Kanun: Sıcak suyla, soğuk su karıştılırsa, ortaya ılık su çıkar. Ilık suyun sıcaklığı, sıcak sudan düşük, soğuk sudan yüksek olur. Birbiriyle temas eden sistemler, sıcaklık bakımından denkleşir. Yani, zenginle arkadaşlık eden fakirin, durumu düzelir.

1. Kanun: Hiç bir enerji, yoktan var edilemez; varsa yok edilemez. Enerji, cins değiştirir. Yani her gider, birisinin geliridir.

2. Hiç bir enerji, kayba uğramadan cins değiştiremez. Yani, hiç kaynak ziyan etmeden iş yapılamaz.

3. Mutlak enerjisiz bir ortam elde etmek mümkün değildir. En soğuk ortamda bile bir sıcaklık vardır. Sıcaklıkta ‘mutlak sıfır’ noktası ancak hesaben bulunabilir. Yani en fakir ortamda bile bir zenginlik mevcuttur. Pratikte ‘mutlak yoksulluk’ yoktur.



Son Söz: Bütünü kavrayamayan, parçayı yerli yerine koyamaz.
Yazının Devamını Oku