‘YÜKSEK faiz-düşük kur’ politikasının ne kadar zararlı olduğunu anlatmaktan dilimde tüy bitti.
Önceleri benim neden bahsettiğim anlaşılmadı bile. Hatta, ne güzel işte, halkımız hem yüksek faiz geliri elde ediyor, hem ithal mallarını ucuza alabiliyor, enflasyon düşüyor, üstelik sık sık ucuz dış gezilere çıkılıyor; kim, buna niye karşı çıkıyor ki diye düşünenler oldu. Derken, ‘faiz ve döviz fiyatları piyasada oluşmaktadır, yüksek, alçak diye nitelendirmek saçmadır, iktisat bilmemektir’ diye adam azarlayan mollalar seslerini yükseltti. Yılmadım; bu politikanın, hükümetin popülist harcama yapmadığı bir dönemde bile kamu borçlarını hızla yükselttiğini yazdım. Cari açık yaratarak devalüasyon riski oluşturduğunu ekledim. Bunu hesaplarla ortaya koydum. Yavaş yavaş, yüksek faiz-düşük kurun sakıncaları kabul edildi. Sonra şöyle bir mazeret bulundu. 15-20 yıldır faizler yüksek, kur düşük seyretmiş olabilir; ama böyle politika yoktur. Son söylem şöyle: Bütçe açıkları sıfırlanmak üzeredir; cari açık da risk değildir. Kısaca, başta IMF’nin ağır sıklet iktisatçılarının sözünü ettiği ‘ekonominiz hálá kırılgan’ uyarısı boştur. Türkiye’de enflasyonun artması dışında, ne finansal kırılganlık, ne büyümede duraklama, ne de faiz dışı fazlanın siyaseten sürdürülememesi gibi bir risk yoktur.
* * *
Risk yönetiminin ilk adımı, o riskin varlığını kabul etmektir. Tedbir alma sorumluluğu taşıyanlar, bazı riskleri algılamıyorsa, o riskleri yönetmek mümkün değildir. Gelinen nokta işte tam budur. Yetkililere ve onları destekleyen geniş bir iktisatçı grubunun vwehmine göre, bugün ekonomide risklerin varlığından bahsetmek sadece bir vehimdir. Ne yazık ki, Türkiye içinde kendi kendimizi inandırdığımız bu ‘risk yoktur’ tezine, reyting şirketlerinin uzmanlarını bir türlü inandıramadık. Bu sebeple Türkiye kağıtları hálá ‘spekülatif’ olarak sınıflandırılmakta, bir türlü hakkı (?) olan ‘investment grade’e láyık görülmemektedir. Bu yüzden de Türkiye Hazinesi borçlanırken gereksiz bir risk primi ödemektedir. Yalnız burada ilginç bir gelişme var. Başka ülkelerin kağıtlarına yatırım yapanlar, iki riski hesaba katar. Bunlardan birincisi ‘devalüasyon’, ikincisi ise ‘default’ (yani borçlunun ödemede acze düşmesi) riskleridir. Memnuniyetle gözlemliyoruz ki; gerek yurtiçi gerek yurtdışı yatırımcılar, Türkiye’nin ‘default’ riskini çok küçük görmektedir. Hatta, bu sayede Türkiye Hazinesi’nin ihraç ettiği ‘dövize nátık’ tahviller, hem uzun vadeli olabilmekte hem de risk primleri % 2’in altına düşmüş bulunmaktadır. Buna mukabil, TL’li borçlanma tahvillerinin faizi, nominal % 10, reel % 4 gibi çok yüksek devalüasyon riski primi içermektedir. Üstelik vadeleri de yeteri kadar uzun değildir. Bundan çıkan sonuç şudur. Türkiye, krizden bu uyguladığı ‘maliye politikası’yla derecelendirme uzmanlarına epey güven vermiştir. Ancak aynı uzmanlar ‘para politikasına’ o kadar güvenmemektedir.