TÜRK ekonomisi gidgide daha fazla dışa açılıyor. Geçmişte dışa açılma denince, daha ziyade ihracat ve ithalatın artışını anlardık. Artık, turizm, uluslararası taşımacılık ve yurt dışında üretim, ticaret ve inşaat yapmak da "dış ticaret" olarak sınıflandırılmalı diye düşünüyorum.
Rakamlara böyle bakınca, ülke akonomisinin dışa açıklığı daha iyi kavranabilir. Geçen yıl, bu dışa açılmanın "servet sahipliği"nin el değiştirmesi cephesinde de önemli gelişmeler oldu. Özelleştirme ihaleleri 25 milyar dolara ulaştı. Bunun 10 milyar doları, doğrudan yabancı sermaye yatırımı. TMSF’nin varlık satışları 6 milyar dolara vardı. Bu tutarın 4.3 milyar doları doğrudan yabancı sermaye yatırımı. Özel sektörde cereyan eden hisse ve şirket satışları da 8 milyar dolar oldu. Bu miktarın 5,3 milyar doları yabancı sermaye yatırımı. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları böylece 20 milyar doları buldu. Bu meblağın 9 milyar doları, 2005 içinde nakit olarak ülkeye geldi.
Kalanı önümüzdeki yıllarda gelecek. Yabancı gerçek kişilerin Türkiye’de ev alışları da giderek artıyor. Bu alımlar da bir milyar doları geçti. Türkiye’de ekonomik gelişme sürecek ve yabancıların bu faaliyet içindeki payları artacak. Pek tabii, Türk şirketlerinin ve bireysel girişimcilerin de yurt dışındaki ekonomik faaliyeti artacak. Küreselleşme dedikleri bu olsa gerek.
2005 yılına cari açık tartışması damgasını vurdu
GEÇEN yıl en çok cari açığı tartıştık. Şüphe yok ki, bu cari açığın böyle devam etmesi mümkün değil. Şimdi soru şu: Bu açık nasıl kapanacak? Kapanma denince "sıfırlanma" anlaşılması gerekmez. Ama milli gelirin yüzde 7’si kadar bir cari açığı, ulusal parası "döviz" olmayan bir ülke (yani Türkiye) sürdüremez. Aslında sorun, cari açık da değil. Esas sorun, cari açığı yaratan "değerli TL". Bundan daha da vahimi, değerli TL’yi yaratan "yüksek faiz". Türkiye’nin yapması gereken birinci şey, reel faizleri gelişmiş ülkeler seviyesine geriletmektir.
Bunun sayısal ifadesi Merkez Bankası’nın bir gecelik "ödünç alma" faizini sıfırlaması ve Hazine’nin ise yıllık reel yüzde 2 ile 10 yıllık tahvil ihraç edebilmesidir. Eğer faizler bu seviyede olsa, buna rağmen bugünkü kadar "cari açık" verilse, bu konuda yapacak bir şey yok denilebilir. Ama halktan toplanan vergilerden "faiz" adı altında, a) kamudan özele, b) fakirden zengine, c) yurt içinden yurt dışına milli gelir aktarmanın (tranfer etmenin) savunulacak hiç bir yanı yoktur. Buna, enflasyonu frenlemek için bir süre daha katlanmaya mecburuz diyenler, bu haksızlığa ne zaman son vereceklerini açıklamalıdır. Yoksa, elde edilen kazanımlar elden gider.
Ölçme bozuklukları yorumcuları yanıltıyor
2001 krizinden bu yana uygulanan "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"nın önemli ayağı, sıkı "maliye politikası"dır. Merkez Bankası tarafından uygulandığı söylenen "sıkı para politikası" hayalden veya hayaletten başka birşey değildir. Türkiye gibi ekonomisi biri "döviz" diğeri "ulusal para" para olmak üzere, çift para kullanılan bir ülkede, ulusal paranın faizini yüksek tutmak "faizleri yüksek tutmak" değildir. Yüksek faiz, esas olarak yatırımcı kararlarını etkiler.
Yatırımcılar "çok ucuza" hatta TL ile ölçülünce "eksi" faizle döviz kredisi buldukları sürece, yatırıma devam ederler. Türkiye’de faizler, iddia edildiği gibi yüksek olsaydı, milli gelir 20 çeyrektir kesintisiz büyüyemezdi. Uygulanan para politikasına, son tahlilde sıkı değil, "gevşek" demek daha doğrudur.
İkinci ölçme bozukluğu "bütçe açıkları" konusundadır.
Yüksek enflasyonla gelen yüksek nominal faiz, dövizli ve dövize endekli iç ve dış borçlanmalar yüzünden, bütçe hesaplarında gözüken "yıllık faiz ödemeleri"nin neye takabül ettiği belli değildir. Dolayısıyla, geçen yıllar boyunca yapılan faiz ödemeleri birbiriyle kıyaslanamaz.
Bütçe hesaplarındaki "faiz giderleri" yanlış olunca (kur farklarının muhasebeleştirilmesi karmaşısına hiç girmiyorum) bulunan bütçe açığı rakkamı da yanlış olur. Bütçe açığın, 2005’te uzun yıllardan beri ilk defa milli gelirin yüzde 3’ne indiği "hatalı" bir değerlemedir.
Bütün bu ölçme hatalarına rağmen, ekonomi yönetiminin kutlanacak icraatının başında, bütçe disiplinine riayet edilmesi gelir. İkincisi, özelleştirmeler; üçüncüsü ise Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun kamu alacaklarını takipte gösterdiği cesarettir.
Arjantin şaşırttı
ÇOK başarılı bir istikrar programından sonra çuvallamaya başlayan Arjantin, 2001 yılında devlet tahvillerinin faizi dolar cinsinden yıllık yüzde 40’a varınca, iflás bayrağını çekti. Ülke tam bir ekonomik kargaşaya düştü ve halk fakirleşti. Ancak Arjantin’nin, "fizik ekonomisi", "finansal ekonomisi" kadar kötü değildi. Ülke, bir süre sonra toparlanmaya başladı.
2005’in Haziran ayında Arjantin, uzun süren bir mücadeleden sonra, alacaklılarının yüzde 70’iyle anlaşarak, toplam borcunu 100 milyardan, 75 milyar dolara düşürdü. Bundan bir hafta önce de IMF’ye 2008’e kadar ödemesi gereken borçlarının tamamını, yani 9.8 milyar doları defaten ödeme kararı aldı. Arjantin gibi şantaj yapıp borçlarının önemli bir kısmını sildirmemiş olan komşusu Brezilya da aynı günlerde IMF’ye olan borçlarının tamamını, yani 15.5 milyar doları ödeme kararı aldı.
2005 yılının sonuna rastlayan bu iki eş uygulamanın sonu nasıl gelecek? İnşallah bu iki ülke başarılı olur. Yeni bir finansal krize sürüklenip, yaptıklarına pişman olmaz.