8 Nisan 2007
HALİYLE, normal yurdum insanı olarak ben de, Amerikalılar bizim seçimlere nasıl bakıyorlar, diye merak ediyorum. Hazır ABD’de iken bu merakımı da dillendirdim. Dilimi tutamadım, zira her "normal yurdum insanı":
i) Türkiye’nin dünyanın merkezi olduğu zehabı ile tüm dünyada insanların Türkiye’de neler olduğunu an be an takip ettiğini düşünür.
ii) Ayrıca, Türkiye’deki tüm gelişmelere ABD’nin damgasını vurduğuna, ABD’nin ülkemizde ne isterse yaptığına veya yaptırdığına inanır.
Onun için ben de her önüme gelene:
i) Türkiye’deki her iki seçim nasıl sonuçlanacak? ii) Siz, istediğiniz netice çıkması için ne gibi oyunların peşindesiniz? iii) Gerekirse darbeye yeşil ışık yakacak mısınız, türü sorular sordum.
* * *
Belirli bir merkezden yönetildiği aşikár olan "normal yurdunun Amerikalısı" sorularıma:
i) Türkiye neresi? ii) Türkiye’de sultan seçimle mi işbaşına geliyor, türü kontra sorularla cevap verdi. Akılları sıra renk vermediler.
Görevleri gereği konuya daha yakın duran "daha az normal yurdunun Amerikalısı" ise bu ülkenin 200 küsur yıllık tarihinde verilen klasik cevabı veriyor:
"Türkiye egemen bir ülkedir. Müttefikimizin içişlerine karışmak aklımızın ucundan dahi geçmez."
Ben şahsen tıpa tıp aynı cevabın 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve dahi 28 Şubat’tan bir gün önce ve sonra da verildiğini hatırlayan bir kişi olarak, tabii ki tatmin olmadım.
* * *
Allah var; şu ana dek ABD’nin Türkiye’deki seçimlerle ilgili renk vermediğini, bu sefer gözle görülür bir şey yapmadığını, yapıyorsa da benim bunun farkında olmadığımı kabul etmem gerekiyor.
Ancak, yine de "Her söylenen söze kanma!", "Bunlar adamı hep ters yatırırlar!" özdeyişleriyle büyümüş herhangi bir Türk insanı olarak, yapılanlardan değil, yapılmayanlardan anlam çıkarmaya çalıştım.
Düz mantık olan bitenden, yapılan edilenden anlam çıkarmaya çalışır, ama dümdüz edilmiş bir mantık, olup bitmeyen, yapılıp edilmeyenden anlam çıkarmaya çalışır.
Ben de öyle yaptım!
* * *
Artık hepimizin ezber çektiği bir ikilem var:
AKP hükümetini ABD’de Dışişleri Bakanlığı seviyor, Savunma Bakanlığı sevmiyor!
Eğer, çifte seçimlere giden dönemde, ABD birkaç PKK elebaşısını Türkiye’ye teslim etseydi, AKP malı götürürdü! Şu ana dek yapmadılar.
Buna göre ABD’de AKP’yi sevmeyen Savunma Bakanlığı’nın ülkenin Türkiye’ye bakışında egemen olduğu söylenemez mi? Pentagon hiçbir şey yapmadan TSK’dan yana ağırlık koyuyor olamaz mı? Hele hele, tüm teamüllerin dışına çıkılarak, Genelkurmay Başkanı’nın ABD Başkan Yardımcısı tarafından özel olarak kabul edilmesi de bunun üzerine inşa edilse; zannım mükemmelliğe yaklaşan bir komplo teorisi seviyesine ulaşmaz mı?
* * *
Tam "herkesin görmediğini görme" payesine eriştiğimi kendime muştularken aklım basit bir konuya takıldı. Pentagon’un Kuzey Irak’ta Türkiye’nin yapmasını istediklerine direnen kurum hangisi? TSK!
Tüh, demek ki tam mükemmel komplo teorisi yokmuş!
Ben de yarı mükemmel komplo teorisi ürettim. ABD, ne AKP’nin, ne de TSK’nın dediği olsun istiyor!
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2007
BAŞTAN söyleyeyim. Türkiye-ABD ilişkilerinde uzun süredir eski tat yok! Karşılıklı gelindiğinde, görüntüde dostluk üst seviyede ama tartışma başladığında ve önemle kulise geçildiğinde işin rengi değişiyor.
ABD'nin dış politikaları, Pentagon-Dışişleri-Beyaz Saray üçgeninde kurulur. Pentagon ve Dışişleri adeta rakip kuruluşlar olarak alternatif politikalar üretip Başkan'a sunarlar ve Başkan istediği politikayı benimser.
Başkan'ın şimdiye dek daha çok, yeni muhafazakár ağırlıklı Pentagon'un politika önerilerini takip ettiği aşikár. Ama yeni Savunma Bakanı Bob Gates ile Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın yeni dengeler kurup kurmayacağı henüz belli değil.
Şu an itibarıyla dış politikada ağır basan Pentagon'un, AKP Hükümeti'ne sempatiyle bakmadığı aşikár. Pentagon'un TSK'ya nasıl baktığı sorusunun cevabı da net değil.
***
Türkiye-ABD ilişkilerinde öne çıkan sorular şunlar:
1) Ermeni tasarısı Kongre'den geçerse Türkiye, İncirlik'i kapatır mı?
2) Türkiye, "İran meselesi"nde ne kadar ABD'nin yanında duracak?
3) Rusya ile kötüleşen ilişkiler -ki bunu "Gazprom meselesi" olarak adlandırmak da mümkün- çerçevesinde Türkiye komşusuna mı, yoksa Batı'ya mı daha yakın duracak?
Tabii ki en önemli soru ise:
4) Türkiye, "Kuzey Irak gerçeği"ni kabul edip Kuzey Irak'ın hamisi olma rolünü yüklenecek mi?
***
Bizim askeri kanat; Kuzey Irak'ın Türkiye'den de toprak talep edebilecek bir "bağımsız Kürdistan" hayaline ABD'nin; destek vermese de yeterli tedbirleri alamayacağı için eninde sonunda göz yummak zorunda kalmasından korkuyor. Barzani'nin PKK ile yakın ilişkide olduğuna inanıyor, bundan dolayı da Barzani'yle görüşmeye henüz hazır olunmadığını düşünüyor. Talabani'yle neden görüşülmediği ise net değil.
***
ABD tarafı ise Türkiye'nin ABD ve Kuzey Irak ile işbirliği yapan bölgesel bir güç olarak hareket etmesi gerektiğini, terörist örgüt olarak kabul ettikleri PKK karşısında ellerinden geleni yaptıklarını söylüyor. Verdikleri en somut örnek ise PKK'nın Avrupa'daki mali kaynaklarını kurutmak için atılan açık adımlar.
ABD tarafı ayrıca, kendisi böyle kabul etmese de, 3. ülkeler PKK'yı terör örgütü olarak gördükleri için, Irak Hükümeti'nin PKK'nın Irak'ta operasyon yapmasına asla müsaade etmeyeceğini söylüyor.
Amerikalılar; Mahmur Kampı'nın kapatılmasında son aşamaya gelindiğini, BM seviyesinde yapılan pazarlıklara göre Türkiye'nin geri dönmek isteyen suçsuz TC vatandaşlarını kabul edeceğini, daha önce suç işlemiş olanların ise ya Türkiye'ye dönüp yargılanacaklarını ya da sınır dışında kalıp başlarının çaresine bakacaklarını, ancak Mahmur'un her şart altında muhakkak kapatılacağını söylüyorlar.
Emekli General Ralston'un çok önemli bir uyarısı var. Kampta takriben 12 bin insan bulunduğunu ve bunların yaklaşık 6 bininin çocuk olduğunu vurguluyor. Bu çocukları Türkiye bağrına basmaz ise bunların PKK'nın elinde geleceğin terörist ordularını oluşturacağı muhakkak!
***
Türkiye-ABD ilişkileri, tarafların birbirlerine ihtiyaçlarının farkında oldukları ama önceliklerin değiştiği, karşılıklı güvenin ise tam anlamıyla oluşturulmadığı bir ortamda seyredip duruyor.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
DÜN yazdım. ABD’de topluma yerleşmiş karamsarlık ve umutsuzluk çok büyük çapta "Irak meselesi" için ABD yönetiminin ne yaptığını ve hatta ne yapacağını bilmemesine veya en azından böyle algılanmasına dayanıyor. Amerikalılar yüksek oranda "yönetilememe" duygusu içindeler ve bu duygu onları korkutuyor.
Elitler arasında bu duygu daha evrensel bir seviyeye ulaşıyor, ABD’nin dünyanın en güçlü devleti olma vasfını kaybetme ihtimali artık açıkça dile getiriliyor ve bunu önlemek için ne yapılması gerektiği tartışılıyor.
Ancak, şahsi kanaatime göre, ne yapılması gerektiğini sadece iktidardakiler değil, muhalefet de bilmiyor.
* * *
Ortada bir kakafoni var!
Örneğin, Demokrat ağırlıklı Kongre, Irak bütçesini ABD askerinin Irak’tan çekilmesi şartına bağlıyor, Başkan Bush da bu kararı veto edeceğini söylüyor.
Ama ne Cumhuriyetçiler ne de Demokratlar ortaya kapsamlı bir plan koyabiliyorlar.
Cumhuriyetçiler bir yandan İran ve Suriye’ye göz dağı verirken, diğer yandan Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice İran ve Suriye ile diyalog kurmanın yollarını arıyor. Aynı arayışa Senato Çoğunluk Lideri Demokrat Nancy Pelosi de girişince bu sefer yönetim çok kızıyor.
ABD’de hálá; hem Irak konusunda, hem İran meselesinde, hem Türkiye’ye bakışta Pentagon (Savunma Bakanlığı) ile State Department (Dışişleri Bakanlığı) arasında büyük görüş ayrılıkları var ve Beyaz Saray (Başkan) Pentagon’a daha yakın duruyor.
Ancak, bu arada yeni Savunma Bakanı Bob Gates’in, Cumhuriyetçilerin "gerçekçi kanadı"ndan gelen bir kişi olarak, ezelden beri İran’la yakın diyalogdan yana oluşu bazılarına (dün belirttim, Demokrat Brzezinski’ye bile) yeni bir umut kapısı gibi gözüküyor.
Daha basit bir anlatımla; dünyayı değiştirerek emperyal hükmü altına almak isteyen ve bu konuda başarısız oldukları artık ABD’de en muhafazakár kanatlarca da kabul gören yeni-muhafazakárların arasına dünyayı olduğu gibi kabul ederek ve bütün ülkelerle pazarlık ederek emperyal hükmünü sürdürmek isteyen klasik-muhafazakárların katılması ile umut kapılarının yeniden açılacağını düşünenler var ve 2008 başkanlık seçimine dek bu çözüme bel bağlamaktan başka çare yok.
* * *
Bir anlamda geçen yıl Baker-Hamilton başkanlığında toparlanan klasik muhafazakár ağırlıklı Irak Çalışma Grubu’nun raporunun önerilerine yeniden bel bağlanması söz konusu.
İran ve Suriye ile, diğer anlaşmazlık noktalarını bir kenara bırakarak, Irak meselesinde diyalog kurulması, İsrail’in Filistin ile barışa zorlanması, Baas Partisi üyelerine af çıkarılarak onların tekrar bürokrasiye kazandırılması, Sünni direnişçiler kadar Şii direnişçiler (Sadr) ile de ilişki aranması, profesyonel Irak ordusu ve polisinin ivedilikle kurulması, Bağdat’ın teröristlerden arındırılması gibi konular, ne kadar hayatiyet bulacak bilinmez ama tekrar gündemdeler.
Bu arada Savunma Bakanı Bob Gates’in İran’la daha yakın diyalog kurulması teklifinin Türkiye’nin dışlanması anlamına gelebileceği buralarda dile getirildi ama bu görüşü ciddiye alan kimse çıkmadı.
* * *
Yarın Türkiye-ABD ilişkilerini irdeleyeceğim. Ancak, bu ilişkilerin geleceğinin kendisinin ne istediği, ne planladığı belli olmayan ABD’nin Ortadoğu’da Türkiye’yi ne kadar yanına alabileceği şartına bağlı olduğunu bugünden söyleyebilirim. (Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2007
ABD'nin hal-i pür melali BU hafta sizlere ABD'de katıldığım toplantılar, görüştüğüm insanlar ve doğrudan gözlemlerim çerçevesinde "ABD izlenimleri" nakledeceğim.
İzlenimlerimi üç ana başlıkta toplayacağım:
1) ABD'nin iç tartışmaları, 2) Irak meselesi, 3) Türkiye-ABD ilişkileri.
***
Bugün ilkinden başlayacağım ve Amerika'nın hal-i pür melalini bizzat ABD'lilerin nasıl gördüğünü irdelemeye çalışacağım.
Bana göre ABD'de insanlara yerleşmiş en önemli iki duygu:
i) Muazzam bir karamsarlık ve ii) dünyada en büyük devlet olma şansını kaybetme korkusu.
Muhakkak, her ülke gibi ABD'de de zaman zaman insanlar karamsarlığa kapılırlar; ama bu dönemde karamsarlığın toplumun hemen her katmanına çok derin yerleştiğini gözlemleyebiliyorsunuz.
Belki, Başkanlık seçimi (2008) yaklaştıkça topluma yeniden bir dinamizm gelecek; ama şu anda ortalama Amerikalının duygusu, kendisini boşlukta hissetmesidir.
Irak Savaşı'nda yaşanan hüsran ve hálá elle tutulur bir şey yapılamamasının getirdiği olumsuz ivmeyle Amerikalı yönetilmediğini düşünüyor.
Dünyanın en güçlü devletinin insanları kendilerini, sadece Irak konusunda değil, hemen her konuda, arabaların vızır vızır son sürat yol aldığı bir otobanın ortasında şoförü olmayan bir otobüsün içinde seyahat ediyorlarmış gibi hissediyorlar.
ABD'de insanlar işlerin iyi gitmediğinin bilincindeler; ama aralarında işlerin nasıl daha iyi gideceğini bilen insan olmadığının da farkındalar.
Cumhuriyetçiler çuvallamışlar; ama Demokratlar da onları eleştirmekten öte, halihazırda, topluma yeni ve umut veren bir proje sunamıyorlar.
***
Dünyada en büyük devlet olma şansını kaybetme korkusu ise haliyle daha çok siyasilerin, bürokratların, elitlerin dert edindikleri bir konu.
Ama bu korkunun bu kadar açık ifade edildiği başka bir dönemi ben hatırlamıyorum.
Konunun ulaştığı son boyutu, bizzat dinlediğim Zbigniew Brzezinski (Demokrat) ile Richard Perle (Cumhuriyetçi-yeni muhafazakár) arasında yaşanan kısa bir tartışma bana çok iyi anlattı.
Zbigniew Brzezinski, yeni yazdığı kitabı etrafında; ABD'de halkı korkutmaya ve demagojiye dayanan bir yönetimin (yeni muhafazakárların) sonunun geldiğini, ABD'nin dünyada büyük güç ve prestij kaybettiğini belirtti. Bu kısırdöngüden çıkmak için 2008 yılındaki Başkanlık seçiminde büyük bir kırılma yaşanması gerekiyor. Brzezinski, bu konuda ne demek istediğine Barack Obama (Demokrat) gibi parlak bir zencinin ABD başkanlığına seçilmesini örnek gösterdi.
Ona göre bir başka çıkış yolu ihtimali ise, yeni muhafazakárların içlerinden bazılarını elimine ederken (Donald Rumsfeld, Richard Perle örnekleri), aralarına sonradan katılan yeni Savunma Bakanı Bob Gates veya Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice gibilerinin siyasete yeni bir yön vermesi.
İşte bu anda Richard Perle, kendisine Demokratların başkanlık seçimini kazanması durumunda "İran meselesi"ni ne yapacaklarını sordu. Bu soruya verilen cevap da Demokratların ne kadar hazırlıksız olduğunu açıkça gösterdi.
Brzezinski uzun uzun İran'ın ne kadar kapalı, samimiyetsiz ve renk vermeyen dış politika izlediğini anlattıktan sonra İran ile sabırlı bir pazarlık diyaloğuna girilmesini tavsiye etti. Bu arada; ya atı alan Üsküdar'ı geçerse diye düşünen ben de içimden, "Demokratlar da ne dediklerini doğru dürüst bilmiyorlar" diye geçirdim.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
MEHMET Barlas, "Türkiye’nin Siyasi Fay Hattında Hareketlenme Yoğun" (Sabah-29.03.07) başlıklı yazısında, "demokrasiyi veya hukukun üstünlüğünü savunmak, şimdi bazı kesimlere göre ’iktidar yalakalığı’ yapmakla aynı şeyler" diyerek haklı bir serzenişte bulunuyor. "Demokrasi ile rejim arasında ille de seçim yapmak gerekirmiş gibi, dünün halkçı aydınları, bugün devletçiliğin sözcülüğünü yapıyorlar" diyerek de doğru bir saptama yapıyor.
Ancak, yazısında sözü Prof. Dr. Sabri Ülgener’e getirerek ondan şu alıntıyı yapıyor:
"Fikirlerini gerek oluşturma sürecinde gerekse onları beyan etme aşamasında esas itibariyle bağımsız ve özerk bir kişilik olması gereken Türkiye entelektüeli, haddizatında ikbal uğruna devlete yaslanan bir müdahane (riyakárlık, dalkavukluk, ikiyüzlülük) virtüözünden ibarettir. İktidara yanaşmada şu veya bu şekilde başarısız olan bir kısım entelektüel ise, tam tersine gücün karşısında olan ve aslında hiç beğenmediği, kültürünü hor gördüğü, tanımak istemediği ve tanımadığı bir halka akıl hocalığı yapma bahanesiyle ona musallat olma yolunu tutmaktadır."
Mehmet Barlas, Ülgener’den yaptığı alıntıyı kendi görüşlerine dayanak olarak kullanmaya çalışıyor ama alıntı bu haliyle oldukça tutarsız!
Eminim, Ülgener Hoca çalışmasının bütününde bu sözleri dolduruyor ve açıklıyordur ama kendi başına bu alıntı Hoca’yı zor duruma düşürüyor.
* * *
Her şeyden önce alıntı, Türk aydınının tümü hakkında genelleme yaparak bilimselliğe hiç yakışmayan bir "ak-kara" basitliği içinde. Belli ki; Hoca zamanında tespit ettiği bazı yalaka aydınlara kızmış, önünü ardını düşünmeden bu sözleri genelleyerek sarf etmiş.
Ancak, "iktidara yanaşmada şu veya bu şekilde başarısız olan bir kısım entelektüel" kategorisi yaratıp, onların bu nedenle iktidarlara çattığını söylerken bu kez bilimsel yaklaşımı tamamen unutmuş, zamanın iktidarının oyununa gelmiş.
Zira, akıllı iktidarlar kendilerine "yanaşan" aydınları ya önlerine üç-beş yem atarak hoş tutarlar, ya da nasıl yanaşmaya çalıştıklarını somut örneklerle göstererek halka rezil ederler.
Bir aydının önce iktidara yanaşıp, ondan ikbal bekleyip, karşılığını alamayınca o iktidarı eleştirmesi mümkün değildir. Zira, artık o ucuz bir insan olarak bitmiştir.
İktidar onu ya kapıkulu yapar, ya da insan arasına çıkamaz hale getirir.
Kendi iktidarlarını eleştirenleri, havada laflarla "Bize yanaştılar ama yüz bulamayınca eleştirmeye başladılar" diyerek hiçbir somut örnek göstermeden zemmedenler ise çapsız iktidarları oluştururlar.
Çamur atarak; akılları sıra aldıkları eleştiriyi boşa çıkarmaktadırlar.
Belli ki, Hoca zamanın iktidarının böyle basit bir oyununu yutmuş!
* * *
Prof. Dr. Ülgener’in, Mehmet Barlas’ın alıntı yaptığı sözlerinde "fikirlerini gerek oluşturma sürecinde gerekse onları beyan etme aşamasında esas itibariyle bağımsız ve özerk bir kişilik olması gereken Türkiye entelektüeli" tabiri ise çok yerinde bir tabirdir.
Bir insan, aydın olabilmek için bilgi dağarcığı, özgün yorum kapasitesi kadar aklen ve vicdanen hür olmak zorundadır. Ancak bu da yeterli değildir.
Bir insan, aydın olmak için "iç tutarlılığa" da sahip olmak zorundadır. Aydının fikri ve zikri bir olmalıdır.
Aydının yazdıkları ile tavırları ve yaşam tarzı birbiriyle çelişmemeli, aksine birbirini tamamlamalıdır.
* * *
Başbakan yanağı okşamayı veya başbakanları evinde ağırlamayı etrafa duyurmayı bir statü göstergesi olarak gören kişilerin, haklı oldukları konularda dahi, Başbakan’a sahip çıkmalarına başka anlamlar yükleyenleri kınamaması gerekir!
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2007
ÜÇ gündür cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili tezimin gerekçelerini açıklamaya çalışıyorum: Türkiye'de parlamenter demokrasinin yerleşmesi için cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığı gün parlamentoda en fazla üye bulunduran partinin genel başkanı cumhurbaşkanı seçilmelidir! Neden bunu öneriyorum?
Cumhurbaşkanlığı devlet aygıtının oluşması ve idame edilmesinde en güçlü makamdır.
Bizim ülkemizin kendine has bir özelliği var:
Devleti asker-sivil elit yönetir.
TBMM'yi ve hükümeti millet yönetir.
Recep Tayyip Erdoğan ise milletin "Cumhuriyet Projesi"ne en fazla tepki veren gelenekten (Milli Görüş) geliyor ve "değiştim" iddialarına rağmen değişmediğine dair bazı belirtilerin olduğu da malum.
* * *
Millet-devlet ayrımının milletin önemli bir kısmının içine adeta genetik kodlarla yerleştiğini de biliyorum.
Onlar, "ötekilerin" iktidarına engel olmak için devleti asker-sivil elitin yönetmeye devam etmesini samimi olarak istemektedirler.
Bu ülkede TSK'nın siyasete müdahale etmesini, en azından siyaseti denetlemesini talep eden, devletin Recep Tayyip Erdoğan gibi "gizli ajandası" olan birisine teslim edilmesi halinde ülkenin "Cumhuriyet Projesi"nden vazgeçmek zorunda kalacağından büyük endişe duyan önemli bir kitle var.
* * *
Ben onların endişelerinin tamamen yersiz olduğunu düşünmüyorum. Ancak, Türkiye'ye demokrasinin yerleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli atılımı olduğunu düşündüğüm için 11. Cumhurbaşkanı seçiminin en kritik cumhurbaşkanı seçimi olacağını, eğer bu sınavdan demokrasinin temel kurallarına, sonuçtan memnun olmasak dahi, sadık kalarak çıkarsak, millet-devlet ayrımını büyük çapta aşacağımızı düşünüyorum.
Bunun içindir ki üç gündür vazettiğim "Parlamentoda en fazla üye bulunduran partinin genel başkanı cumhurbaşkanı seçilmelidir" geleneğinin yerleşmesini öneriyorum.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan'ın çapı, tarafgirliği, gizli ajandası, ayrımcılığı hakkında sert düşünceleri, şüpheleri, tahminleri olanlar ne yapmalıdır?
Onlar "çoğunluk" olduklarını iddia ediyorlar.
O halde, gelecek seçimlere bel bağlamalıdırlar.
Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olduğu gün AKP'nin "erken genel seçime" gitme kararı alması gerektiğini medyada ilk ben dile getirdim (17.12.2006).
İşte bu erken seçim Recep Tayyip Erdoğan'ı istemeyenler için çok büyük fırsattır.
Onlar, "Erdoğan azınlığı temsil ettiği için cumhurbaşkanı olamaz" dediklerine göre, çoğunluk olarak, 2002'den beri işleyen "Hükümeti cumhurbaşkanı ile denetleme" işlevini tersine çevirsinler ve "Cumhurbaşkanını hükümet ile denetlemek" için seferber olsunlar.
İşin özü; AKP'nin eline geçebilecek "üçlü kararnameler"e denetim getirebilmek için hükümetin tek başına AKP iktidarından oluşmasına sandıkta engel olsunlar.
Ya AKP'siz bir hükümetin kurulabileceği, olmadı en azından AKP'nin koalisyona mecbur kalacağı bir seçim sonucu yaratsınlar!
İşte o zaman; demokrasinin kılına halel gelmeden denetleme-dengeleme sistemi hayata geçer
* * *
Demokrasiyi cumhuriyetin ayrılmaz parçası yapabilmek amacıyla; olmasını istemediklerimize engel olmak için yine demokrasiyi kullanmayı öğrenmek zorundayız!
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2007
DÜN yazdım. Benim tezime göre: Türkiye'de parlamenter demokrasinin yerleşmesi için cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığı gün parlamentoda en fazla üye bulunduran partinin genel başkanı cumhurbaşkanı seçilmelidir! Bunun bir gelenek olarak yerleşmesini istiyorum.
Buna göre de Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanı AKP'nin Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmalıdır.
Zira, en azından bir sonraki seçime kadar, meşru kurallara göre TBMM'de temsil edilen en büyük parti AKP'dir.
Öte yanda; Cumhurbaşkanı Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başkomutanlığını temsil etmek, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kullanılmasına karar vermekten tutun, Genelkurmay Başkanı'nı atamaya, Milli Güvenlik Kurulu'na başkanlık etmeye, Devlet Denetleme Kurulu, Yükseköğretim Kurulu üyelerini, üniversite rektörlerini, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nı seçmeye kadar devlet aygıtını oluşturan en önemli görevlerde en yetkili kişidir.
Bu nedenle hemen hemen bütün cumhurbaşkanlığı seçimleri sıkıntılı olmuştur.
Ancak, Türkiye'deki yerleşik devlet anlayışına göre Recep Tayyip Erdoğan bugüne dek bu anlayışa en fazla ters düşen cumhurbaşkanı adayı olacaktır.
Galiba en sıkıntılı seçim de onun seçileceği veya aday olmayacağı seçim olacaktır.
***
Nedir Türkiye'deki yerleşik devlet anlayışı?
Her ne kadar İstiklal Savaşı'nı millet-elit el ele gerçekleştirmişse de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni asker-sivil bürokrasiden oluşan elit kurmuştur.
Batı geleneğinde devleti devlet yapan burjuvazidir. Parlamento ise burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşma platformudur.
Bizde Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ülkede ne burjuvazi ne de işçi sınıfı olduğu için "Cumhuriyet Projesi" Batı'ya öykünen elitin eseri olarak ortaya çıkmıştır.
Ne zaman ki ülkede sanayi oluşmaya, burjuvazi ve işçi sınıfı tek tük palazlanmaya başlamıştır, askeri harcamalar dışında bütçeyi üleşmek için parlamenter demokrasi oluşturma zarureti, yine Batı'dan kopya çekilerek ortaya çıkmıştır.
1923'te kurulan cumhuriyet çok partili hayata 1946 yılında, kuruluşundan 23 yıl sonra geçmiştir!
***
Elitin kurduğu cumhuriyet üzerine monte edilen demokrasi, bugüne dek, Türkiye'ye özgü, ancak arada bir tökezlese de çalışan bir sistem yaratmıştır.
Bu sistem esasında bir koalisyondur.
Devleti asker-sivil elit yönetir.
TBMM'yi ve hükümeti millet yönetir.
Zaman zaman hükümet devlet aygıtının görev alanına girer ama genellikle devlet aygıtı sivil alana (TBMM-hükümet) müdahale eder.
Bunun içindir ki Türkiye'de, Batı'da akıl dahi edilmeyen, "askerin siyasete müdahale etmesine karşı gazeteciler" kategorisi vardır.
***
Şimdi bu dengenin bozulacağına dair endişeler şiddetle artmıştır.
Eğer, Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olursa, elitin yönettiği devlet bugüne dek karşılaşmadığı bir durumla karşı karşıya gelecektir.
Tarihsel olarak siviller arasında "Cumhuriyet Projesi"ne en fazla direnen kesimin şimdi devletin başına oturma ihtimali belirmiştir!
"Değiştim!" dese de aksini gösteren bir sürü örnek arşivdedir.
(Yarın devam edecek.)
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2007
BUGÜN, yarın ve perşembe günü; üç gün üst üste Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine yazacağım. Cumhurbaşkanının kim olacağını ben de bilmiyorum, hatta en güçlü adayın şu an itibarıyla kendisinin dahi bildiğinden emin değilim.
Ben bu yazılarımda sadece bir tezi savunacağım:
Türkiye'de parlamenter demokrasinin yerleşmesi için, Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldığı gün parlamentoda en fazla üye bulunduran partinin genel başkanı cumhurbaşkanı seçilmelidir!
Buna göre de Türkiye'nin 11. Cumhurbaşkanı AKP'nin genel başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan olmalıdır.
Sakın, bu tezimi Recep Tayyip Erdoğan'ın performansı yüksek bir cumhurbaşkanı olacağını düşündüğüm için ileri sürdüğümü sanmayın.
Recep Tayyip Erdoğan'ın, cumhurbaşkanlığını taşıyacak yeterli birikime sahip olmadığına dair görüşlerimi bu köşede daha önce ifade etmiştim. (Bkz: 27.12.2006 tarihli yazım.)
Recep Tayyip Erdoğan'ın tüm milleti kucaklayacağını da düşünmüyorum.
Ben de üçlü kararnameleri ele geçirecek AKP'nin pervasız ve sadece biata dayanan atamalar yapacağını düşünüyorum.
Ama yine de ülke için; Recep Tayyip Erdoğan'ın şu veya bu tehdit sonucu cumhurbaşkanı olamaması durumunun, başarısız bir cumhurbaşkanı olması durumundan daha vahim sonuçlar doğuracağını düşünüyorum.
Üstelik, başarılı olup olmayacağı hakkındaki görüşler, benimkiler de dahil, sübjektif görüşler!
Son üç cumhurbaşkanı; Ahmet Necdet Sezer, Süleyman Demirel, Turgut Özal kimilerine göre çok başarılı, kimilerine göre çok başarısız, kimilerine göre çok taraflı, kimilerine göre tamamen tarafsız cumhurbaşkanları olmuşlardır.
9. Cumhurbaşkanı (Süleyman Demirel), 8. Cumhurbaşkanı'nı (Turgut Özal) Anayasa'nın ilgili tüm hükümlerine uygun seçildiği halde meşru bulmamış, kendisi için cumhurbaşkanı sıfatını hiç kullanmamış, onun döneminde başbakan olduğu halde katiyen uyumlu bir ilişki kurmamış, Özal'ın sıfatını "Çankaya'nın şişmanı"na indirgemişti.
***
Analizime önce cumhurbaşkanının bazı kritik görevlerine bakarak başlayacağım. Enternet e-posta grubunun hazırladığı derlemeye göre bazı görev ve yetkileri şöyledir:
Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetleri'nin başkomutanlığını temsil etmek.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kullanılmasına karar vermek.
Genelkurmay Başkanı'nı atamak.
Milli Güvenlik Kurulu'na başkanlık etmek.
Devlet Denetleme Kurulu'nun üyelerini ve başkanını atamak.
Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek.
Üniversite rektörlerini seçmek.
Anayasa Mahkemesi üyelerini seçmek.
Danıştay üyelerinin dörtte birini seçmek.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Vekili'ni seçmek.
Askeri Yüksek İdare Mahkemesi üyelerini seçmek.
Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerini seçmek.
***
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neden hemen hep kıyamet koptuğu, bu listeyle daha rahat anlaşılıyor.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku