11 Mart 2007
GENELKURMAY kaynaklı "andıç haberi" medyada patladığında yurtdışında uluslararası ilişkiler alanında büyük üne sahip bir üniversitedeydim. Haliyle konu gündeme geldi ve yabancı uzmanların soru ile yorumlarına muhatap oldum. Bugün size aldığım tepkileri ve vermeye çalıştığım cevapları nakledeceğim:
***
Her şeyden önce belirtmem gerekir ki; Türkiye ve Ortadoğu'yu fazla tanımayan öğretim üyeleri, andıcın ne demek olduğunu, askerin gazetecileri "bize karşı" ve "bizden yana" olarak ayırt etmesinin ne anlama geldiğini bir türlü anlayamadılar. Onlara uzun uzun açıklamalar yapmak zorunda kaldım.
"Askerin siyasete müdahalesine" karşı olduğum için "olumsuzlar listesinde" yer almamı ise hiç kavrayamadılar. "Zaten bütün gazeteciler, askerin siyasete müdahalesine karşı değiller mi?" diye sordular. Bu soru bana, askerin "olumlular listesi"nde yer verdiği gazetecilere, ister istemez büyük kötülük yaptığı duygusu verdi. Onların da diğer listedekiler kadar demokrat olduğunu, ama laikliğin korunması konusunda hassasiyetlerimizin farklı olduğunu, sadece demokrasiye uymayan bir analiz yöntemiyle "cici adam-kaka adam" ayrımı yaptığını anlatmaya çalıştım.
***
Türkiye'yi tanıyan ve takip eden araştırmacılar, Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olma gayretleri ile andıcın medyaya sızışını birlikte değerlendirdiler. Onlara Genelkurmay'ın soruşturma açtığını söyledim. Birisi, son MGK toplantısı öncesi gündemle ilgili yine Genelkurmay'dan bir sızma olduğunu, yine soruşturma açıldığını hatırlattı ve o soruşturmanın akıbetini sordu. Soruya cevap veremedim.
Bir araştırmacı, Genelkurmay'ın muazzam disiplinli bir kuruluş olduğunu, üst üste gelen sızmaları nasıl karşıladığımı sordu, bu soruya da cevap veremedim.
"Olumsuzlar" listesinde yer alan gazetecilerin, bugün AKP'yi oluşturan siyasilerin özgürlükleri gasp edildiğinde nasıl tavır aldıklarını sordular. Çoğunun, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bu kişilere sahip çıktıklarını söyledim. "Peki AKP'li siyasiler bu andıca ne tepki verdiler?" diye sordular. Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hiçbirinin herhangi bir tepki vermediğini, hepsinin askeri terimle arazi olduklarını söyledim. "Maalesef, AKP'nin demokrasi anlayışı, kendi demokratik haklarıyla kısıtlı" diye ilave ettim. "Milletler layık oldukları idarelere kavuşurlar" sözünü anımsayarak "Galiba hükümetler de hak ettikleri muameleye kavuşuyorlar" diye düşünmeden de edemedim.
Ertesi gün Başbakanlık'ta ortaya çıkan andıç sorgulandığında, bu andıcın da yine "demokrasiye uymayan bir analiz yöntemiyle" hazırlanmış olabileceğini söyledim, her iki metindeki cümlelerin basitliğine dikkat çektim. Birisi, "Genelkurmay andıcının hemen ertesi günü diğer andıcın ortaya çıkması tesadüf mü?" diye sordu. Bir süre insanlar, bu kişiye "Sen bu kadar saf mısın!" diye sorgulayan ifadelerle baktılar. Soru sahibi hınzır hınzır gülümseyince biz de gerilen yüz kaslarımızı gevşettik.
***
"Tekrar darbe olur mu?" sorusu ise canımı acıttı.
Yurtdışında aynı soruyla yıllardır karşılaşmaktan ne kadar sıkıldığımı, ne kadar bıktığımı, ne kadar utandığımı düşünerek artık bilmiyorum; kendime mi, seçilmişlere mi, atanmışlara mı, millete mi, yoksa Yaradan'a mı; ama illa ki birine sitem etmekten kendimi alamadım!
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2007
ÖNCE bir haber:"İstanbul Nöbetçi Sulh Ceza Mahkemesi, Atatürk'e hakaret edilen video görüntülerinin yer aldığı siteye erişim yasağı koydu... İstanbul Nöbetçi 1. Sulh Ceza Mahkemesi de Güvenlik Şube Müdürlüğü'nce gönderilen delil niteliğindeki bir CD'ye el koyma kararının onanması ve YouTube'a erişimin engellenmesi talebini kabul etti. Mahkemenin kararında, 'Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafının, Türk bayrağı üzerine İngilizce küfür içeren yazılar yazılarak aşağılandığı anlaşıldığından talebin kabul edildiği' belirtildi." (Hürriyet-Web-07.03.07)
***
Üç dört yaşında çocuklar başlarını yastığın altına gömerler, kıçlarını havaya dikerler ve görünmez olduklarına inanırlar.
Yukarıdaki haber bana bu "görünmezlik oyununu" hatırlattı.
Atatürk'e hakaret eden video görüntülerinin yayından kaldırılması için YouTube'a müracaat etmek yerine bu web sitesine Türkiye'den erişim yasağı koymak için sadece ve sadece teknolojiden nasibini zerre kadar almamış bir insan olmak gerekir. Nitekim, YouTube ilgilileri, terbiyesiz ve densiz video görüntülerini yayından kaldıracaklarını ilan etmişler.
***
YouTube'a erişim yasağı koyan yetkililer, böylelikle hem Ata'mızın aziz hatırasına sahip çıktıklarını, hem de Palikarya'ya gerekli dersi verdiklerini düşünebilirler ama Türk adalet ve güvenlik sistemini yedi düvele rezil ettiklerini de bilmelidirler:
***
1) Eğer YouTube yetkilileri densiz yayını kaldırmasaydı, erişim yasağı nedeniyle biz Türkler o yayını göremeyecektik; ama yedi düvel seyretmeye devam edecekti.
Türk adaleti herhalde "bir şeyi biz görmezsek, o yok olur!" diye karar alan, terbiyesiz yayını "bir memleketten görünmeme cezası"na çarptıran dünyada ilk mahkeme olmuştur.
Mahkemenin kararına hákim olan mantığa göre, İstanbul'dan Moskova görülmediği için Moskova yoktur!
2) Karar aynı zamanda; kendileri görmedikleri ve işitmedikleri sürece Türklerin her türlü hakarete razı olabileceklerini de, ister istemez ima etmektedir.
3) Aynı karar, erişim yasağı koyarak YouTube'daki tüm masum/komik/öğretici yayınları da cezalandırmaktadır. Dahası bu yayınların Türkiye'den seyredilmesini engelleyerek en büyük cezayı da Türk halkına vermektedir.
4) Bununla da yetinmeyen mahkeme, erişim yasağı kararıyla Türk halkının bundan böyle YouTube'da yayınlanabilecek diğer densiz yayınları fark etmesinin de önüne geçmiştir. Bu karar uygulanırsa Türkiye aleyhine yapılabilecek diğer yayınları fark edip yayından kaldırmak için girişimde bulunma olanağımız olmayacak.
***
Bu karar, Türk'ün teknolojiyle imtihanı mıdır, bilim ve bilgiye karşı hasmane tavrı mıdır, yoksa son dönemlerde yükselen etnik milliyetçiliğin dışavurumu mudur, ben karar veremedim.
Ancak, Atatürk'e bir video kliple hakaret edince onu küçülteceğini zanneden Yunanlının tavrı ne kadar abuksa, bu karar da o kadar abuktur!
***
Normal olarak insanlar, 4-5 yaşından itibaren gözleriyle görmedikleri şeylerin de var olabileceklerini veya gözlerini kapayarak yok olunmayacağını öğrenirler!
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2007
BU yazı ile ilgili oluşabilecek bir yanlış anlaşılmayı baştan bertaraf etmeye çalışayım. Ben seçilmiş herkesin TBMM'de yer almasına olumlu bakan bir insanım. TBMM'ye kimin girip girmeyeceğine narh koymak benim haddim olamaz.
Ötesi, Kürt meselesi TBMM zeminine taşınabilir ve dağ yerine Meclis'te tartışılırsa sadece memnun olurum.
Benim bu yazıyı yazarken nakletmek istediğim kaygı; Türkiye'nin bünyesel olarak bu gelişmeye hazır olmadığı gibi kimsenin de bu konuda olumlu zihin jimnastiği dahi yaptığını zannetmememdir. Aksine, durumdan kendi lehlerine sonuç çıkarmak isteyenler olabilir!
***
Bu köşeyi takip edenler Türkiye'de bu yıl yapılacak seçimlerde tarafların birbirlerini Kuzey Irak ve Kürt meselesi üzerinden sıkıştıracağını uzun süredir iddia ettiğimi bilirler.
Önemle cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Kuzey Irak meselesinin çok kaşınacağını düşünüyorum.
1) Irak'ta sıkışan, İran ile ilgili ne yapacağını bilmeyen ABD gerektiğinde Türk hükümetinden bu konularda yardım alacağının garantisini istiyor. İki seçim öncesi, diğer konularda hiçbir şey yapmamayı yanlış yapmamanın garantisi gören hükümet, herhangi bir iş kazasını önlemek için Ortadoğu'da ABD'yi rahatlamak istiyor. Bunun içindir ki, Kuzey Irak yönetimine, esasında şu dönemde işine gelmediği halde, gülücükler yollamayı tercih ediyor.
2) Öte yanda Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını yolun sonu olarak görenler ise tam tersine; AKP'yi Kuzey Irak'a karşı hasmane aktif tavır almaya itiyorlar. Kerkük ve PKK meseleleri çerçevesinde Kuzey Irak'ta aktif tavır almaya zorlanacak AKP, iki arada bir derede kalacak ve bizzat kendi Kürt milletvekilleri ile pasifize edildiğinde ortaya kendi açısından çok zor bir durum çıkacak.
Kaynayan Irak ve seyreden AKP!
***
Şahsi kanaatime göre; bu dönemde taraflar Irak meselesine ilkesel açıdan ziyade kısa vadeli manevralar açısından bakıyorlar.
Böyle bir kargaşa dönemini de DTP'liler değerlendiriyorlar.
Ne AKP'nin ne TSK'nın bu dönemde çok fazla üzerlerine gidemeyeceğini hesaplayan DTP'liler çeşitli vesileler ile Kürt meselesini, daha da ötesi PKK ve Apo'yu devamlı gündeme taşıyıp dikkatleri üzerlerine çekmeyi başarıyorlar.
Ayrıca son Kongre'de; genel seçimlere parti olarak değil de bağımsız adaylar ile girip, TBMM'de tekrar birleşmek üzere karar alındı.
DTP'nin TBMM'ye 15-20 üye sokması hiç zor olmaz.
Başlı başına bu karar bile DTP'yi hem cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda hem de genel seçimlerde başat parti yapabilir.
***
Ancak DTP'yi TBMM'de görmeye ve görüşlerini Kürsü'den dinlemeye Türkiye'nin büyük bir kesimi hazır değildir. Daha ötesi, kimse bu konuda topluma olumlu yön verme gayreti içinde de değil. Yumurta kapıya gelmeden meseleler üzerinde kafa yormayı sevmeyen aydınlar da şu anda bu konuyu kaale almıyor.
Ancak, tahminim odur ki bu mesele de cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Recep Tayyip Erdoğan aleyhine kullanılacaktır.
AKP, Kuzey Irak'a müdahaleye zorlanırken, karşısına kendi Kürt milletvekilleri dışında DTP de çıkarılabilir.
Bu durumda hem Recep Tayyip Erdoğan, hem de AKP "etnik-milliyetçiler" ile "bölücüler" arasında sıkışıp kalabilir!
Dilerim; DTP'liler de "kullanılma" hesabı yapıyorlardır!
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2007
ORTADA iki gerçek var. Hükümet ve özellikle Dışişleri Bakanlığı, son dönemde Irak'ta yön verici rol oynamak için büyük gayret sarf ediyor. Ancak, bu gayretler başta ABD olmak üzere uluslararası camiada büyük çapta göz ardı ediliyor. ***
Türkiye, Irak meselesinde hálá çözüm üreten değil, sorun çıkaran ülke olarak anılıyor!
Washington'dan aktardığı gözlemlerine büyük değer verdiğim Ali H.Aslan, ABD'nin başkentinden Türkiye'nin nasıl göründüğünü köşesinde "Kanlanmayan Bitler Cumhuriyeti" başlıklı yazıyla irdelemiş (Zaman-05.03.07). Ali H.Aslan, "Diplomasi camiasında eskiler 'Kimse Türk'ün biti kanlansın istemez' sözünü çok kullanırmış" diye saptadıktan sonra bunun nedenlerini ararken aynen şöyle yazıyor:
"...O halde neden Türkiye böylesine yok sayılıyor? Size acı gerçeği söyleyeyim mi? Çünkü Washington’da Türkiye’yi umursayan pek az. Türkiye, sorun çıkarmadığı sürece, dar bir uzman kadrosunun ve orta kademe bürokratların gündeminin ötesine sıçrayamıyor."
Ona göre Washington'da siyasiler, Türkiye'ye PKK konusunda ne söz verirlerse versinler bürokratlar bu sözleri fazla kale almıyorlar.
***
Dışişleri Bakanlığımızın Irak konusundaki özel gayretlerini, ben son zamanlarda memnuniyetle izliyorum; ama ABD'nin Türkiye'ye sadece çıban başı olarak bakmasının en önemli nedeninin yine de Türkiye'den kaynaklandığını düşünüyorum.
Irak ve özellikle Kuzey Irak politikalarında Türkiye bölünmüş bir görüntü veriyor.
Bir yanda Türkiye; Irak'ın toprak bütünlüğünü tanıyor, anayasasına saygı duyuyor, öte yanda Irak'ın bütünlüğünün ve anayasasının ana unsurlarından Kuzey Irak'ı yok sayıyor!
Hükümet, Talabani ve Barzani gerçeğini kabul etmiş gözüküyor; ama TSK ve Cumhurbaşkanlığı bu kişileri hasım gördüklerini açıkça söylüyorlar.
Genelkurmay'ın açıklamasından anlıyoruz ki, üstelik bu görüş TSK'nın "resmi" görüşü. Öte yanda, Başbakan'ın son telefon görüşmesiyle belli oluyor ki, Kuzey Irak liderleriyle yakınlaşma gayretleri de hükümetin "resmi" görüşü.
Hepimiz biliyoruz ki bir ipte iki cambaz oynamayacağı gibi, bir ülkenin aynı konuda iki resmi görüşü olmaz!
Sakın, "Aslolan hükümetin görüşüdür" demeyin.
Başta ABD olmak üzere yedi düvel ayrıca biliyor ki, siyasi konularda hükümetin görüşü kadar TSK'nın görüşü de önemlidir.
***
Bu ahval ve şerait altında; siz ABD'nin Türkiye masasında çalışan bir bürokrat olsanız, nasıl düşünürdünüz?
"Bizim Türkiye'den en büyük beklentimiz, Irak'ta en fazla güvendiğimiz, kendi iç barışını en doğru koruyan Kuzey Irak'a sahip çıkması, hamilik, ağabeylik etmesidir. Ancak, Türkiye'nin bu konuda ne düşündüğü açık değil. Tamam, sivil kanatta bir yumuşama var; ama Kuzey Irak'ın geleceğinin en fazla bağımlı olduğu TSK bu konuda hálá oldukça katı bir tutum izliyor. Öte yandan hepimiz biliyoruz ki, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden Türkiye'de şu dönemde TSK siyasi arenada çok aktif ve toplumun bir kesimi de bunu ondan bekliyor. Böyle karışık bir döneminde biz Türkiye'ye neden PKK konusunda yardımcı olalım? Olsa olsa yardımcı oluyormuş gibi yapalım. Seçimin sonucunu bekleyelim."
***
Bir de DTP'nin bağımsız adaylar çerçevesinde TBMM'ye 15-20 milletvekili soktuğunu düşünün. İşte işler o zaman beter karışacak!
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2007
TÜRKİYE'de yaşanan bazı olaylar, insana "ne kadar abuk bir ülkede yaşıyorum!" duygusu veriyor. Abuk işler ya komik görüntü verirler ya da insanı beter kızdırırlar. Bugün hafta sonu olduğu için ben gülmeyi, kızmaya tercih ediyorum.
***
Anayasa'yı rafa kaldırıp darbe yapan, hukuku ayaklar altına alan, özgürlükleri tümden yok eden, alelacele mahkemeler sonucu insanları astıran, üniversiteleri hallaç pamuğu gibi atan, işkenceyle ifade aldıran, bunu bugün dahi inkár etmeyen ("İşkenceciymişim. Ben mi yaptım işkenceyi? 12 Eylül’den önce işkence yok muydu?" -Hürriyet- 03.03.07-), ülkeyi en az 20 yıl geriye götüren bir insana 27 yıldır hesap sormayan hukuk, aynı kişinin ettiği bir kelam nedeniyle hakkında inceleme başlatıyor!
Kenan Evren önce "eyalet" mi demiş, "federasyon" mu demiş, hukuk şimdi bu sorunun cevabını arıyor.
("Ben doğrudan doğruya eyalet kurulmasını söyledim. Ama onlar federasyon olarak yazdılar."-Kenan Evren-ibid)
Peki inceleme ne zaman başlıyor?
Tesadüf, Ahmet Türk, "Bu sözleri ben söyleseydim canıma okurlardı" mealli bir söz söylüyor, "Yok biz ayrım yapmıyoruz" diye cevap geliyor.
Ahmet Türk yine de haklıdır, o söyleseydi çoktan kodesi boylamıştı.
***
Eski bir cumhurbaşkanının hassas bir konuda ettiği kelam önemlidir, tartışılması yerindedir.
Ama, sözleri hakkında başsavcılığın harekete geçmesi komiktir.
"Bölücü darbeci!" kavramı çok yakında siyaset jargonuna katılabilir.
Zaten, incelemenin de dostlar alışverişte görsünler saikiyle açıldığı yakında ortaya çıkacaktır; ama hukuk büyük oranda zedelenmektedir.
Bir an için hayal kuralım: Savcılık "eyalet sistemi istemek Türklüğe hakarettir" diye iddiada bulunuyor ve Evren, TCK 301. maddeden yargılanıyor.
Mahkeme günü bir tarafta Kerinçsiz ve adamları Evren'e yuh çekiyorlar, Elif Şafak, Orhan Pamuk ve diğer 301'likler de Evren'e destek olmak için adliye önünde toplanıyorlar!
***
Kenan Evren'in sözlerine abuk tepkiler burada da bitmiyor.
Ulusalcı aydınlar hemen işin aslını astarını keşfediyorlar.
27 yıl önceki darbeye ABD yeşil ışık yakmıştı ya, ABD Türkiye'yi bölmek istiyor ya; şimdi aynı ABD "our boys in Turkey"e (Türkiye'deki bizim çocuklara) "eyalet üstü federasyon" lafları ettirerek ülkeyi karpuz gibi ortadan ikiye bölüyorlar.
Bugünkü ulusalcı aydınlar, 27 yıl önce büyük ihtimalle solcu idiler, böylece Kenan Evren'den 27 yıl öncesinin intikamını alıyorlar:
"Hem bölücü, hem darbeci, hem de CIA'nın adamı!"
***
Türkiye laf üretmeyi ve ürettiği laflar çevresinde tartışmayı çok seviyor.
Bazen ülkeyi koskoca bir kahvehaneye benzetiyorum. Sigara dumanları arasında insanlar kim ne demiş, neden demiş, esasen ne demek istemiş, demeseydi olmaz mıydı, dediğine göre kime hizmet ediyor suallerine avurtlarını doldurarak, içlerine çektikleri dumanı havaya salarak, birbirlerine kızgın-dargın bakarak cevap arıyorlar.
İşte sual şu:
Kenan Evren önce "eyalet" mi, yoksa "federasyon" mu dedi?
İnşallah, çok yakında bu sualin kesin cevabı bulunacak, memleket rahatlayacak!
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2007
ÖNCE size bir gazete haberi:"...Önceki gün 54. yaşına giren Başbakan Erdoğan, dünkü grup toplantısında milletvekillerinin jestiyle karşılaştı. Grup Başkanvekili Faruk Çelik, Erdoğan’ı kutlarken, ’354 vekil arkadaşımızla size doğum günü hediyemiz, sonuna kadar size sadakattir’ dedi." (Zaman-28.02.07)
Sadakat dünyanın her yerinde kulağa hoş gelen bir sözcük. İnsan denen varlıktan eşine, dostuna, ülkesine, inancına vb. daima sadık kalması beklenir. Sadakat; güçlü dostluk, içten bağlılık, vefakarlık sözlerini kapsadığı için insanın gönlünde bulunması istenen bir duygudur.
Ancak, ben yine de yukarıda alıntı yaptığım ifadeyi yadırgadım.
Yaş günü nedeniyle söylenmiş olsa da, her türlü muhalefetin AKP’ye haksızlıklarını artırdığı döneme rastgelse de, moral ihtiyacını karşılamaya yönelik olsa da, ben demokrasilerde milletvekillerinin liderlerine "sonuna kadar sadakat" duymalarını anlayamam.
Kusura bakılmasın ama lidere "sonuna kadar sadakat" bir milletvekiline yakışmaz.
Eminim, bu sözlerden rahatsız olan AKP milletvekilleri olmuştur.
* * *
Milletvekilinin sonuna dek sadakat duyacağı tek bir olgu vardır:
TBMM’de ilk gün ettiği yemin!
Lidere sadakat olmaz. Lider sevilir, sayılır, kendisine hayranlık duyulur, ona benzemeye çalışılır ama ona sonuna kadar sadakatle bağlanıl(a)maz.
Tabii ki, lidere kalleşlik de yapılmaz, ayrıca partide ortak alınan kararlara tam bağlılık gösterilir. Ama, bir lidere sonuna dek sadakat demokrasinin ruhu ile uyuşmaz.
* * *
Gelin tersten bir örnekleme yapalım. Sadakatsizliğin faydasının olabileceğini de hatırlayalım:
Bugün AKP’de siyaset yapan bazı milletvekilleri zamanında Milli Görüş çevresinde Refah/Fazilet Partisi milletvekilleri idiler. Faruk Çelik de Refah Partisi İl Başkanlığı, Fazilet Partisi Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur.
O zamanki liderleri Necmettin Erbakan idi. Faruk Çelik, o zaman da, pekálá Erbakan’a "sonuna kadar sadakat" yemini etmeye niyetlenmiş olabilir.
Ancak bu yemin tutulmuş olsaydı, bugün AKP olmazdı.
Zira, AKP’ye Erbakan Hoca’ya sadık kalmayan milletvekilleri hayatiyet verdiler.
İyi de yaptılar; onlar Hoca’nın 28 Şubat sürecinde gidişatının yanlış olduğunu gördüler ve başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere Hoca’yı terk ettiler.
Bugün Faruk Çelik sayesinde 354 vekil arkadaşından "sonun dek sadakat" hediyesi alan Erdoğan kendi lideri Necmettin Erbakan’a "sonuna dek sadakat göstermemiş" eski bir Refah/Fazilet Partisi üyesidir.
* * *
354 milletvekiline sormak istiyorum:
Siz her türlü eleştirinizi hiç korkmadan, azarlanmayacağınızı bilerek Recep Tayyip Erdoğan’ın suratına söyleyebiliyor musunuz?
Seçim yılında bu soruya cevap vermekte zorlanabilirsiniz ama ben çok çekindiğinizi biliyorum.
Azarlanma örneklerini ise cümle alem biliyor.
Şimdi de Faruk Çelik’e soruyorum:
İnsan çekindiği/korktuğu kişiye sonuna dek sadakati gönülden duyabilir mi?
Tersten de soralım; korku merkezli/eleştiriden muaf sadakate ne denir?
Bence Faruk Çelik milletvekili arkadaşlarını küçük düşürmüştür!
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2007
SÜRECE ilk gününden itibaren karşı çıkmış, adı geçen dönemde söyledikleri ve yazdıkları nedeniyle 7 ayrı davada yargılanmış bir kişi olarak 28 Şubat ile ilgili objektif bir yazı yazmam mümkün değildir. Pekálá, 28 Şubat lehine yazı yazacak insanlar da vardır ve olmalıdır. Zamanında sürece destek vermiş kişilerin bugün de aynı doğrultuda kelam etmeleri en doğrusu olur.
Ben 28 Şubat döneminde zamanın Başbakanı Necmettin Erbakan’ın haklarını savundum.
Ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın da haklarını savundum.
Karşılığında da yakın çevremde dahi şeriata destek olmakla suçlandım.
* * *
Bu dönemde bana sahip çıkanlar da oldu. Benim açımdan bana o dönemde sahip çıkan en önemli kişi Ertuğrul Özkök’tür. Ani vefatı ardından Yavuz Gökmen Ağabey’in köşesini bana açtı ve andıçların gazetecileri işinden ettirdiği bir dönemde yazdıklarımın satırına karışmadı. Benim bunu unutmam mümkün değildir.
Hatta, o tarihlerde Ertuğrul Özkök, Hizbullah’ın yakalanması ardından, bu vahşi örgütün varlığının bile tek başına 28 Şubat’ı doğruladığını yazdı. Ben ertesi gün bu görüşe karşı çıkan bir yazı kaleme aldım. "Sincan’a sürülen tanklar neden Hizbullah’ın üzerine sürülmedi" mealli soru ile aksi bir görüş ileri sürdüm. Yazım gazetemde satır satır yayınlandı. Aynı gün Recai Kutan partisinin grup toplantısında, benim adımı vermeden, sanki kendi görüşleri imiş gibi bu yazıyı okudu. Öğleden sonra TSK bu konuşma (benim yazım) ile ilgili çok sert bir açıklama yaptı. Recai Kutan mealen "Fikirler benim değil, Cüneyt’indir", diyerek anında beni sattı. Ben de tarihe "askerden şahsi muhtıra alan gazeteci" olarak geçtim. Haliyle bu yazım nedeniyle de yargılandım.
Mahkemede beni, görüşlerine karşı çıktığım Ertuğrul Özkök’ün verdiği avukat savundu!
* * *
28 Şubat’a neden karşı çıktım?
Erbakancı olduğum için mi? Hayır! Necmettin Erbakan’ın şahsi çıkarlarını ön planda tutan, hayal taciri ve en beteri korkak bir siyasetçi olduğunu o zaman da savunuyordum.
Onun, kendini aşırı koruma güdüsü 28 Şubat’ın rüzgarına rüzgar katmıştır.
Ben 28 Şubat’a "milli iradeye karışıldığı" için karşı çıktım.
Milli irade ile aynı fikirde olmasam da onu savunmayı asli görevim bildiğim için 28 Şubat’a karşı çıktım.
Benim Türkiye’nin çağdaşlaşması ile ilgili temel ölçütüm TSK’nın milli iradeye, dolayısıyla siyasete karışma derecesidir.
* * *
Bugün de Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakan olarak çapını eleştiriyorum ama yine milli iradenin tezahürü açısından onun cumhurbaşkanı olmasını savunuyorum.
Yine askerin siyasete müdahalesinden ürküyorum.
Kuzey Irak’taki yöneticilerle görüşme ihtimaline hükümetin yeşil ışık yakmasının ardından Genelkurmay Başkanı’nın Washington’dan yaptığı tersine açıklama da bana ters geldi.
Bu açıklamanın ardından hükümetin çark etmesi de bu tavrı yeni bir Erbakan sendromu olarak algıladığım için beni korkuttu.
Zira, biliyorum ki hükümet-TSK ilişkileri askerin duruşu kadar, sivillerin duruşu ile ilgilidir. Bu ilişkide araziye uyan hep kaybeder. Erdoğan Erbakan’ın haline baksın, anlar.
* * *
28 Şubat süreci bitti mi? Ben cumhurbaşkanlığı seçimine bakacağım. Erdoğan aday olursa bitmiştir, olmazsa bitmemiştir.
Ancak, Erdoğan cumhurbaşkanı olmazsa, bundan böyle erk sahibi başbakan olamayacağını da bilmelidir!
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2007
FİKRET Bila geçen cuma günü, PKK’nın sınırdaki faaliyetleri ve Kuzey Irak’ta gördüğü yardıma ilişkin görüntü, bilgi ve belgelerin MGK’ya sunulacağını duyurdu. Başbakan da "bu haberi sızdıran ve yayımlayan"ı vatana ihanet etmekle suçladı. Belli ki birileri, Genelkurmay Başkanı’nın ABD’de sarf ettiği "Barzani ve Talabani ile görüşmem" mealli ve hükümetle ters düşen sözlerini güçlendirmek amacıyla bilgi sızıntısı yapmış.
Bu suçtur, buna Başbakan’ın tepki vermesi hakkıdır, bilgi sızdıranı bulup çıkarmak da Genelkurmay Başkanı’nın kutsal görevidir.
Ancak...
Başbakan sızdırılan bilgiyi yayınlayan gazeteciyi de suçluyor!
Hem de vatana ihanet etmekle suçluyor!
Bu tavır abuk bir tavırdır ve Başbakan’ın demokrasiyi hiç sindiremediğinin, daha doğrusu işine geldiği gibi yorumladığının tipik göstergesidir.
Dünyanın neresinde olursa olsun MGK gibi önemli bir kurumda neler konuşulacağını önceden öğrenen gazeteci, bunu haber yapar. Bu onun görevidir. Aksine, önden haber alır da kullanmazsa, yine katiyen vatana ihanet etmiş olmaz ama görevini yapmamış olur.
* * *
Gönül isterdi ki; Başbakan’ın Fikret Bila’ya yönelttiği haksız suçlamaya medya topyekûn tepki versin. Ama maalesef olmadı!
Bila, kendi kendisini savunmak zorunda kaldı.
Dünkü yazısından, insafsız suçlama karşısında ne kadar üzüldüğünü anlamak mümkündü.
Ancak, o kadar da üzülmesine gerek yok. Zira, Recep Tayyip Erdoğan bunu hep yapıyor.
Hem de kendisine en zor günlerinde sahip çıkanlara bile hiçbir vefa duygusu taşımadan kolayca "vatan haini" diyebiliyor.
Bir yanda gazeteciye yanak okşatan Başbakan!..
Diğer yanda işine gelmeyeni yazan her gazeteciye "vatan haini" diyen Başbakan!..
* * *
Neden sık sık böyle yapıyor?
Zihni yapısı tartışma geleneği kazanamamış insanlar, işlerine gelmeyen durumlarda, işin yanlışını anlatmak yerine ezberledikleri basmakalıp sözlerle tepki verirler.
Ancak, öte yandan insan için "mazlumun zulmü" diye nitelendirdiğim bir ruh hali de geçerlidir.
Bazı insanlar geçmişlerinde neler yaşadılarsa başkalarına da aynı duyguları yaşatmak isterler.
Başbakan da zamanında çok haksız sözlerle itham edilmişti!
Bugün peşinden koşan bazı gazetecilerin, Başbakan’ı zamanında hangi sıfatlarla suçladıklarını Başbakan bilir.
Başbakan’ın zamanında onlar için kullandığı bazı sıfatları da ben bilirim.
Herhalde; yaşadıklarını zihninden bir türlü silemeyen Recep Tayyip Erdoğan kendi karşılaştığı benzer sözlerle başkalarını suçlayarak ruhunu bir nebze olsun yıkadığını zannediyor.
* * *
Bu köşeyi takip edenler, Başbakan’ın cumhurbaşkanı olmasını demokratik haktan öte yerleşmesi gereken bir gelenek çerçevesinde elzem de gördüğümü bilirler. Ancak, okurlar Başbakan’ın zihin yapısının bu görevi layıkıyla yapmaya müsait olmadığını savunduğumu da bilirler. İşte gerekçeme bir örnek:
Herkesi kucaklama görevini ifa etmeye aday bir kişi, gazetecilerin en temel hakkı olan aldığı bilgiyi haber yapma hakkına bile tahammül edemiyor!
Yazının Devamını Oku