Cüneyt Ülsever

Kerkük hakkında önemli bir rapor

22 Nisan 2007
DÜNYANIN en ciddi ve saygın sivil çalışma gruplarından International Crisis Group (Uluslararası Kriz Grubu) yeni bir "Kerkük Raporu" yayınladı. Rapor önemli tespitlerde bulunuyor ve öneriler getiriyor. (www.crisisgroup.org rapor no: 64. 19 Nisan 2007.)

Cumhurbaşkanlığı seçimi furyasında "Kuzey Irak meselesi" güme gitmesin diye zaman zaman uyarılarda bulunuyorum. Bugün de bu rapordan alıntılar yapacağım.

Ancak önce kısaca bir habere yer vermek istiyorum:

"...George Bush'la görüştükten sonra bir açıklama yapan (Senato Çoğunluk Lideri) Harry Reid, 'Ben bu savaşı kaybettiğimize inanıyorum... Biz Irak'ta artık işgalci gücüz' diye konuştu." (BBC-Türkçe Servisi)

* * *

Kriz Grubu'nun raporu özetle diyor ki:

"...Kürtleri, Irak'ta tek müttefiki gören Washington'un Kerkük meselesine sadece seyirci kalması hiçbir işe yaramıyor. Bağdat'ta yeni bir güvenlik planını hayata geçirerek Irak'ı kurtaracağını düşünen Bush yönetimi, büyüyen Kerkük krizini bir kenara itiyor...

Kerkük'teki diğer toplumların itirazına rağmen eğer referandum bu yıl yapılırsa iç savaşın Kerkük'e ve (...) Kuzey Irak'a sıçrama ihtimali çok fazladır.

Ancak referandum, Kürtleri rencide edecek şekilde ertelenirse bu kez de Kuzey Irak liderliği, Merkezi Maliki Hükümeti'nden çekilip, tam da Bağdat'ta, teorik olarak da olsa yeni bir güvenlik planı hayata geçerken yeni bir kriz çıkarabilir.

* * *

Rapora göre; Kerkük'te bu yıl yapılacak referandum ertelenirken tarafların alması önerilen tedbirlerin bazıları şöyle:

"Irak Hükümeti:

1) 'Birleşmiş Milletler Irak'a Yardım Heyeti'ni Kerkük krizini yönetmek için daha aktif görev almaya davet etmelidir.

2) Kerkük'te görev yapan 'Normalleştirme Komitesi'nin toprak dağılımı ve tapu işlemleri ile ilgili kararlarının uygulanması sağlanmalıdır.

3) Kuzey Irak yönetimi ve diğer ilgili taraflar arasında anlaşma sağlanarak ülkede elde edilecek tüm petrol ve doğal gaz gelirlerinin tüm Iraklılar arasında eşit dağılımını sağlayacak 'Petrol Kanunu' çıkarılmalıdır.

* * *

Kuzey Irak Yönetimi:

1) Bölgede, silahları terk edene dek PKK'ya hiçbir şekilde hoşgörü gösterilmeyeceği açıkça ve resmen ilan edilmelidir. Bu arada:

a) Örgütün baskı altında tutulmasına, tecrit edilmesine ve bölgede serbest dolaşımının engellenmesine devam edilmelidir.

b) Örgüte sağlanan tüm tedarikler durdurulmalıdır.

c) PKK'nın tüm medya ilişkileri sonlandırılmalı ve gazetecilerin Kandil Dağı'na gitmesine engel olunmalıdır.

* * *

ABD:

Referandumun ertelenmesi koşulunda varlığını sürdüreceğine dair Kuzey Irak Yönetimi'ne tüm garantileri vermelidir.

* * *

Türkiye:

Alt ve orta seviyede görev yapan PKK kadrolarına af çıkarmalı, üst seviyedeki kadroların Kuzey Irak'a sığınmalarına izin vermelidir..."

Dilerim, taraflar bu raporu dikkatli okurlar!
Yazının Devamını Oku

Milli mutabakat cumhurbaşkanı!

19 Nisan 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi çerçevesinde tartışmalar kızışırken bazı kavramların yanlış kullanıldığını görmemek mümkün değil. Türkiye’de demokratlık; içimize sinmiş, sosyal genlerimize yerleşmiş bir erdem olmak yerine çoğumuzun ortaokulda ezber çektiği bir ders başlığı olduğu için, o dersten aklımızda kalan kavramları içeriklerinden soyutlayarak ifade etmeyi çok seviyoruz.

Daha doğrusu, demokrasiyle ilgili kavramları işimize geldiği gibi yorumluyoruz.

Bu kavramlar arasında bir tanesi son zamanlarda çok kullanılıyor:

Uzlaşma! Eskiden adı, mutabakat idi!

Her hükümet krizi çıktığında birileri "milli mutabakat hükümeti" kurmaya kalkardı.

Şimdi de "milli mutabakat cumhurbaşkanı" seçmeye kalkıyoruz.

* * *

Uzlaşma kelimesinin sözlüklerde karşılığına baktığınız zaman; imtizaç, işbirliği, itilaf, ittifak, ittihat, tesanüt, uyuşma vb. kelimelerle karşılaşıyoruz.

Bu kelimelerin hepsi, bir karar alınması durumunda karar alıcıların "aynı karar"da birleşmesini öngörüyor.

Belki karar alıcılardan kimsenin ilk başta istediği olmuyor ama herkes ortak bir kararda buluşuyor.

* * *

Şimdi sıkı durun, bilinen ama sık sık göz ardı edilen gerçeği takdim edeceğim:

Saf anlamında "uzlaşma" insan fıtratına aykırı ve demokrasi bizzat bunun için var!

Değil ülke çapında, aile bireyleri arasında bile "uzlaşma" sağlamak çok zor!

Herkes aynı potada eritilemediği için "çoğunluk" kavramı bulunmuş ve alınacak kararlara meşruiyet kazandırmak amacıyla bu kavrama sığınılmış. Ancak, bu sefer de çoğunluğun azınlığa tahakkümü söz konusu olunca azınlıkta kalanların değiştirilemeyecek hakları Anayasa’da sıralanmış.

Çoğunluğun kararları, azınlığın haklarıyla meczedilince de ortaya hukuk devleti çıkmış!

Bu gözle bakılınca uzlaşma, alınan kararlarda değil, karar alma kurallarında aranmaya başlanmış.

Bu da kolay olmamış. Üzerinde uzlaşma sağlanacak kurallar bulunana dek epey mücadele verilmiş. Bugün hálá son noktaya varıldığı söylenemez.

Kurallarda uzlaşma arama süreci de "hukukun üstünlüğü" kavramını yaratmış.

* * *

Bugüne dek dünyanın hiçbir yerinde, diktatörlükler hariç, uzlaşma kararı ile (yüzde 100) başkanlar/cumhurbaşkanları/milletvekilleri/senatörler/valiler/belediye başkanları seçilmemiştir.

Adı geçen makamlara seçimler sadece uzlaşma kuralları çerçevesinde yapılmıştır. Karar alınırken uzlaşma kurallarını değiştirmeye kalkmak ise dünyanın her yerinde mızıkçılık olarak değerlendirilmiştir.

* * *

Bazı iş çevreleri ise hem, a) cumhurbaşkanı uzlaşma ile seçilsin, hem de b)istikrar bozulmasın diyerek tek parti hükümeti devam etsin istiyorlar.

Bu görüşe göre eğer, Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmaz, partisinin başında kalırsa hem uzlaşma ile cumhurbaşkanı seçilmiş olur, hem de güçlü lider ile tek başına tekrar iktidar olacak AKP istikrarı korur! İşte bu teklifi anlamak ise imkánsız:

"AKP, TBMM’de çoğunluğu elinde tutan en güçlü parti olmaya devam etsin ama TBMM’nin yapacağı en önemli seçimde tek başına karar almasın!"
Yazının Devamını Oku

Kuzey Irak'ı unutmayalım

18 Nisan 2007
HERHALDE bizim "Kim cumhurbaşkanı olsun" tartışmaları içine gömülmemize en çok Barzani seviniyordur. Ne de olsa bulanık suda balık avlamaya bayılıyor. Ancak uyarmak istiyorum; birbirimizin kaşını gözünü yararken bir gözümüzün de devamlı Kuzey Irak'ta olması gerekiyor.

Ben 1 Mart tezkeresinin oylaması sırasında askeri müdahaleyi savundum, hálá da o dönemde müdahale olsaydı, bugün Irak'ta farklı ve Türkiye'nin lehine bir durum olurdu diye düşünüyorum. Memnuniyetle görüyorum ki; 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinin Türkiye'ye zarar verdiğini artık askeri kanat da açıkça söylüyor. Ancak, Kuzey Irak'a müdahale etmek için artık vakit çok geç! Tersine, bu dönemde Kuzey Irak'taki yapı ile daha yakın bir ilişki kurmamız gerektiğini savunuyorum.

Ancak, böyle düşünmeme rağmen; 12 Nisan'da yaptığı basın toplantısında Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın Kuzey Irak'a askeri müdahale yapılması gerekliliği üzerine beyan ettiği görüşleri de destekliyorum. Bu bir çelişki mi? Hayır! Neden?

***

İki gerekçem var:

1) ABD'nin, özellikle Irak meselesinde kafasının bu kadar karışık olduğu başka bir dönem yaşanmamıştır. Kararlı bir irade sergilenirse, ABD yönetimini etkilemek mümkündür.

2) Kuzey Irak konusunda Türkiye'nin bu dönemde "havuç-sopa politikası" gütmesi daha doğrudur. Kaldı ki, ABD de Türkiye ile ilgili olarak Pentagon ve Dışişleri üzerinden "ikili" oynamakta, ABD'nin bu tavrını doğru tespit eden Barzani de ikircikli söylemleri ile kendi oyununu sergilemektedir.

Türkiye; Kuzey Irak'a TSK ile "sopa" gösterirken, Dışişleri de "havuç" uzatmalıdır.

Gösterilen sopa hemen kullanılmak üzere değil, "gereğinde pekálá kullanılacağı" mesajı vermek üzere ortaya konmalıdır.

***

Türkiye, Kuzey Irak'a kapalı bir ültimatom vererek bu yıl Kerkük'te referandum yapmaktan vazgeçmesini istemelidir.

Zaten; üç aşamadan geçecek referandum sürecinden (1-Normalleştirme -2007’nin ilk üç ayında bitirilecekti-, 2-Nüfus sayımı -2007’nin ikinci üç ayında bitirilecekti-, 3-Referandum -2007'nin sonundan önce yapılacak-) bu yıl sağlıklı netice almak mümkün değildir.

Ayrıca; Kürtlerin bölgeye orantısız nüfus yığdığını uluslararası tüm gözlemciler kabul etmektedir.

Dışişleri, referandum yapılırsa, henüz uluslararası seviyede kodifiye edilmemiş olsa da, TSK'nın Türkmenleri korumak amacı ile "insani müdahale" yapabileceğini Kuzey Irak'a net bir ifade ile bildirmelidir!

***

Doğrudur, Irak anayasasına göre (Madde: 140) 2007 yılının sonuna kadar Kerkük’te referandum yapılması gerekiyor. Ancak, referandum sırasında tüm Iraklıların mı, yoksa sadece Kerküklülerin mi oy kullanacağı meselesi ortada. Ayrıca; kendi haklarını koruduğuna inanmadıkları için anayasa referandumuna katılmayan (15 Ekim 2005) Sünniler, anayasaya eklenen bir maddeyle (Madde: 142) anayasada gerekli tadilatların yapılacağına dair kendilerine verilen teminat çerçevesinde seçimlere katılmışlardır (15 Aralık 2005).

Pekálá, bizzat Kuzey Irak yönetimi, 142. madde çerçevesinde, Kerkük'te bu yıl yapılacak referandum uygulamasının (madde 140'ın) ertelenmesi talebinde bulunabilir.

***

Eğer, Kuzey Irak yönetimi bu jesti yapabilirse, işte o zaman Türkiye ile Kuzey Irak arasında yeni bir dönem başlayabilir!

Yeni dönem iki tarafın birbirinin dilinden anladığı dönem olacaktır!
Yazının Devamını Oku

Millet kimlerden oluşur?

17 Nisan 2007
14 Nisan 2007 Cumartesi günü yapılan mitingle ilgili yazdığım "Demokrasi, İstemediğine Tahammül Etme Rejimidir" (15.4.07) başlıklı yazıma büyük miktarda tepki yazısı geldi. E-posta gönderenler; mitinge rağmen hálá Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını savunmama tepki veriyorlardı.

Onlara göre, millet son sözü söylemişti, Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olamazdı!

Doğrudur, büyük bir miting yapılmıştı. (En güvenilir rakam olarak Genelkurmay'ın Anıtkabir'in ziyaretçi sayısını 370 bin olarak vermesi alınabilir).

Ancak, "cumhuriyet tarihinin en büyük mitingi"nin son sözü söylüyor olması, bana bizzat "cumhuriyet"in temel sorununu hatırlattı.

***

Öncelikle, "mitinglerin katılanların sayısının fazlalığıyla karar verme yetkisi alması" kavramı üzerinde durmak gerekir!

Örneğin; 11 Ekim 1998 Pazar günü Türkiye'nin çeşitli illerinde aynı anda "türbanla okula gitme yasağına tepki" mitingi yapıldı ve İstanbul 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı'nın iddianamesindeki tespitine göre mitinge tüm ülkede 2.5 milyon kişi katıldı.

Bana yazılan mektuplarda vazedilen mantığa göre, türbanla okula gitme yasağının çoktan kalkmış olması gerekmez mi?

***

Daha da ötesi, mektuplara göre; Recep Tayyip Erdoğan'a oy veren kitle (takriben 11 milyon insan) millet değil!

Daha doğrusu onlar, ülkenin gerçek sahipleri değiller!

Bazıları açıkça yazmış: "Onların oy verme kabiliyetinden şüphe etmek gerek, zira onlar cahil!"

Vergi verebilirler, hatta şehit olabilirler, ama memleketin yönetiminde söz sahibi olamazlar! Ben bu aklı, cumhuriyetin temel meselesi olarak görüyorum ve bu eşiğin hálá aşılamamış olunmasından büyük rahatsızlık duyuyorum.

***

Ülke karpuz gibi ortadan bölünmüş. Bir taraf öbür tarafı, cumhuriyeti geri götürme gayreti içinde görüyor. Diğer taraf ise öbürlerini kendisini kabullenmemekle suçluyor. İki tarafın da kendi görüşlerini doğrulayacak gerçek örnekler dolu. İki taraf da demokrasiden fazla nasibini almış değil. İki taraf da etki-tepki oyunu içinde demokrasiyi kendine yontuyor.

***

Bana yazanlar, Recep Tayyip Erdoğan'ın demokrasiyi hazmedemediğini gösteren örnekler de yolluyorlar ve "Böyle bir insanı nasıl savunursun?" diyerek kızıyorlar. Ben de onlara Recep Tayyip Erdoğan'ı değil, ona oy veren insanların haklarını savunduğumu bir türlü anlatamıyorum.

Derdimin bir insanın yanında veya karşısında yer almak olmadığını, benim ilkeleri savunduğumu bu kitle duymak dahi istemiyor. Yoksa, Recep Tayyip Erdoğan eleştirilerim arşivlerdedir.

***

Aldığım yüzlerce mektubun en ilginç ortak paydası ise söz konusu yazımda sorduğum şu soruya bir kişinin dahi cevap vermemiş olmasıdır:

"(Madem) Toplam kayıtlı seçmen sayısına göre seçmenlerin yüzde 59.14'ü, toplam oy sayısına göre ise yüzde 48.37'si Meclis'te temsil edilmemiştir (ve buna göre) TBMM temsil yeteneğine sahip değildir, o halde neden ’Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın!' demek yerine ’TBMM kimseyi cumhurbaşkanı seçemez!' diyerek bütünsel tutarlığı olan bir ilkeyi dile getirmiyorsunuz?"

"İşime geldiği kadar demokrasi"

İşte sorun bu!
Yazının Devamını Oku

Demokrasi, istemediğine tahammül etme rejimidir

15 Nisan 2007
DÜN Ankara'da on binlerce insan "Cumhuriyet Mitingi"ne katıldı ve görüşlerini beyan ederek demokratik haklarını kullandılar. Onlar, ülkenin dini esaslara dayanan bir rejime (şeriat) teslim edilmesinden korkuyorlar, Recep Tayyip Erdoğan'dan hazzetmiyorlar, onun cumhurbaşkanı olması durumunda ülkenin beter gerilmesinden ürküyorlar. Ben de görüşlerinin bir kısmına güçlü duygularla katılıyorum.

Ama ben; Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını yine de destekliyorum, hele hele şu saatten sonra "şart" görüyorum. Artık, aday olmamayı "ödü koparılmışlık" dışında başka bir duyguyla ifade etmesi için vakit çok geç. Aday olmazsa, "korkutulmadığını anlatamadan" koca bir ömrü geçirmek zorunda kalacak.

Eğer, cumhurbaşkanı olmayı gerçekten istemiyor, başbakan kalmayı tercih ediyor olsaydı, bunu çok önceleri ilan edip ülkeyi bu kadar germemesi gerekirdi!

***

TBMM'deki en büyük partinin genel başkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan, sıralanan tüm anlamlı itirazlara rağmen cumhurbaşkanı olmalıdır.

Zira, şu saatten sonra cumhurbaşkanı olmamasının memlekete vereceği zarar, olmasının vereceği zarardan çok daha derin olacaktır.

Esas o zaman rejim demokrasiye değil, dayatmacılara teslim edilmiş olacaktır ki, bu durum da şeriat kadar tehlikelidir.

O zaman neo-ittihatçı elit istediğini, istediği zaman dayatabileceğine iyice kanaat getirecektir. Bunun da şeriatın dayatacağı faşizmden hiçbir farkı yoktur.

***

Bugüne dek Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasına karşı duygusal tepkiler dışında, ilkesel gözüken sadece iki görüş öne sürülmüştür.

Birinci ilkesel itiraz, "Toplam kayıtlı seçmen sayısına göre seçmenlerin yüzde 59.14'ü, toplam oy sayısına göre ise yüzde 48.37'si Meclis'te temsil edilmemiştir" diyerek TBMM'nin temsil ve dolayısıyla seçim yapma yetkisini sorgulamaktadır.

İkinci ilkesel itraz ise eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu'nun, "Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunun yapılabilmesi için, en az 367 kişilik çoğunluğun TBMM'de hazır bulunması gerekir" görüşüdür.

İki ilkeyi ileri sürenlere önce aynı soruyu sormak lazım: "4.5 yıldır nerelerdeydiniz?"

Ayrıca, TBMM'nin temsil yeteneğine itiraz edenlere şunu da hatırlatmak da lazım:

Madem, TBMM temsil yeteneğine sahip değildir, o halde neden "Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın!" demek yerine "TBMM kimseyi cumhurbaşkanı seçemez!" diyerek bütünsel tutarlığı olan bir ilkeyi dile getirmiyorsunuz?

Madem, TBMM milli iradeyi temsil etmiyor, o halde genel seçimler yenilenmelidir.

Bu görüşe göre TBMM şu anda kanun da çıkaramaz!

"TBMM benim istediğim adayı seçerse meşru, seçmezse meşru değil!" İşte bu ilkesizliktir!

***

Kanadoğlu'nun iddiası ise yıllar sonra ortaya atılmış, hukukun açık ifade arayan somutluk ilkesinden uzak (Anayasa, TBMM'nin toplanması için sadece üçte bir çoğunluk aranmasını açık hükme bağlamıştır) bir iddiadır; ama mantıksal bir anlamı da vardır.

Bu durumda ülkeyi boşlukta bırakmamak için cumhurbaşkanlığı seçiminde ANAVATAN ve DYP'ye iş düşmektedir. Dilerim, onlar belden aşağı vurmazlar.

***

Bunun dışında demokrasinin en temel hükmü geçerlidir:

Demokrasi, istemediğine tahammül etme rejimidir.

İstemediğini ise sadece seçimle değiştirirsin!
Yazının Devamını Oku

Bir siyasetçi portresi olarak İlhan Kesici

12 Nisan 2007
İLHAN Kesici'yi herhalde iki yıldır görmedim. Sadece geçen haftalarda telefonla konuştuk. www.ilhankesici.org adresli bir web sitesi kurmuş. Bugüne kadar yaptığı ve dosyalamış olduğu, gazete ve dergilerde yayımlanan demeç, röportaj, konferans, televizyon programları ve bunları değerlendiren köşe yazılarını bu sitede toplamış. Onu haber verdi.

Bu telefon beni, İlhan Kesici hakkında düşünmeye itti. Telefonun ardından geçen günlerde kafamda oluşan duygu ve düşünceleri bugün sizlerle paylaşmak istiyorum.

***

İlhan Kesici'yi İstanbul Belediye Başkanlığı adaylığı sırasında tanıdım. ANAP'a sonradan katılmasına rağmen kısa sürede herkesin gönlüne yerleşmeyi bildi.

Propaganda gezileri sırasında ANAP'ın o zamanki genel başkanı Mesut Yılmaz'dan daha fazla ilgi gördü.

Belediye başkanlığı seçimini kazanamadı, ama sağda tıkanıklığın hissedilmeye başladığı bir dönemde çok kişinin aklında merkez sağın olası lideri, ANAP'ın müstakbel genel başkan adayı olarak yer etti.

Ancak, birkaç yıl içinde bu beklenti kayboldu.

Zira, İlhan Kesici'de lider olmak için birçok haslet vardı, ama galiba "risk alma" ve "çile çekmeye razı olma" hasletleri çok gelişmiş değildi.

Çok düşünüp taşındı; sonunda DYP'de Mehmet Ağar'a rakip oldu, ama katıldığı ilk genel başkanlık seçimini kaybetti.

***

İlhan Kesici ile yaptığım telefon konuşmasının ardından, "genel başkanlık girişimlerinin bugüne dek başarılı olmaması, onun siyasetten ve TBMM'den uzak kalması sonucunu mu yaratmalıdır?" sorusu kafama yer etti ve bu soruya "hayır yaratmamalıdır!" cevabını verdiğim için bu yazıyı yazıyorum.

Kendisinin ne yapacağını katiyen bilmiyorum, ben sadece aklımdan geçenleri yazıyorum.

İlhan Kesici siyaset arenasında tanıdığım en zeki insanlardan birisidir. Ayrıca, belki bazı kibirli çıkışları vardır, ama halkın arasına karıştığı zaman muazzam sempatik tavırlarıyla hemen insanların ilgi odağı olur.

Bazı insanlara yakıştırılan bir söz vardır: "Onda şeytan tüyü var!"

Ben daha o kadar ünlü olmadan iki insanda bu özelliği görmüştüm: Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan! Bu insanlar hiçbir şey yapmasalar dahi halk onları görünce heyecanlanıyor ve onlardan pozitif enerji aldıkları duygusuna kapılıyorlardı.

Tanıdığım üçüncü şeytan tüylü insan ise İlhan Kesici'dir.

***

Diyebilirsiniz ki, üstün zeká ve şeytan tüyü, Allah'ın bahşettiği hasletlerdir, bu hasletlerin sahipleri hiçbir şey yapmadan bunun rantını yerler. İlhan Kesici'nin bunlar üzerine kendi emeği, kendi gayreti, kendi alın teri ile inşa ettiği iki hasleti daha vardır.

İlhan Kesici, siyasi arenada tanıdığım en bilgili ve bilginin üzerine inşa ettiği çok ilginç ve özgün yorumları olan en entelektüel insanlardan birisidir!

Dünyayı ve Türkiye'yi aynı anda takip ve hazmetmeyi çok iyi becerir. Gecesini gündüzünü Türkiye'yi ve dünyayı algılama merakını gidermek için harcar.

***

Ne demek istediğimi daha iyi anlamak isteyenler web sitesine baksınlar.

Benim bu yazıda söylemek istediğim basit. Böyle insanlar kolay yetişmiyor.

Gönlüm, İlhan Kesici'nin TBMM'ye girmesinden yana.

Ülke onun birikimlerinden yararlanmalı.
Yazının Devamını Oku

'Adalet mülkün temeli olamamış!'

11 Nisan 2007
TÜRKİYE'de yatırımları olan 70 ABD'li şirketin kurmuş olduğu The American Business Forum in Turkey (ABFT) - Amerikan Şirketler Derneği (AŞD) adındaki (www.abft.net) kuruluşun ocak 2007'de GfK adlı bir araştırma şirketine yaptırdığı saha çalışmasında Türkiye'de iş yapan ABD'lilerin Türkiye'nin güçlü ve sorunlu alanlarını nasıl tanımladıklarını dün özetledim. Sorunlu alanlar çoğunlukla düzeltilmesi zor alanlar değil.

Ancak, bir alana bakış açıları bizler açısından içler acısı!

Onlara göre Türk Adalet Sistemi oldukça kötü bir durumda!

***

Cumhuriyeti kurarken "Adalet mülkün temelidir" demişiz.

Türkiye'yi özünde bir "hukuk devleti" yapmaya çalışıyoruz.

Hukukun üstünlüğüne dayanan demokratik ve laik bir cumhuriyet kurmayı hedeflemişiz.

Ama, maalesef çok başarılı olduğumuz söylenemez.

***

Adı geçen saha çalışmasının 16. sayfasında "adalet sistemi" ile ilgili bulgulara bakarsak üzücü bir tablo ile karşılaşıyoruz.

Mülakat yapılan kişilere birer hüküm cümlesi verilmiş ve bu cümleyi 100 puan üzerinden değerlendirmeleri istenmiş.

Alınan neticeler ise belirli puan aralıklarına göre a) Hiç katılmıyorum (25), b) Katılmıyorum (50), c) Katılıyorum (75), d) Tamamen katılıyorum (100) şeklinde kategorize edilmiş.

Hüküm cümlesi-Puan:

1) Adalet sistemi hızlı ve verimli çalışıyor. (48)

2) Mahkemelerde genellikle adil duruşmalar ile karşılaşıyorum. (55)

3) Hakimler genellikle tarafsız. (60)

4) Avukatlar genellikle iyi eğitilmiş ve vasıflı. (63)

5) Ticaret Mahkemeleri verimli çalışıyorlar ve iş hayatının ihtiyaçlarına cevap veriyorlar. (52)

6) Mahkeme masrafları mantıklı düzeyde.(69)

7) Adalet sisteminde yozlaşma sorunu var. (70)

8) Yerli ve yabancı yatırımcıya eşit davranılıyor. (61)

9) Entelektüel mülkiyet hakları (patent, kopyalama hakkı, marka-isim hakkı, endüstriyel tasarım) korunuyor. (49)

***

Görüldüğü gibi, puanlar farklılık gösterse de sorgulanan denekler Türk Adalet Sistemi hakkında çok düşük puanlar vererek olumlu hüküm cümlelerini ya desteklemiyorlar (katılmıyorlar), ya da çok az destek (katılıyorlar) veriyorlar.

En yüksek puanı alan (70) hüküm cümlesi ise Türk Adalet Sistemi için yüz karası bir cümle:

Adalet sisteminde yozlaşma sorunu var!

İngilizce metinde kullanılan kelime "corruption".

Bu kelime benim kullandığım şekilde "yozlaşma" anlamına geldiği gibi İngilizce'de "rüşvet" anlamına da geliyor!

***

Siz olsanız hukuk sistemine güvenmediğiniz, büyük çapta rüşvetin işlediğine inandığınız bir ülkeye yatırım yapar mısınız?
Yazının Devamını Oku

ABD şirketleri, Türkiye'yi nasıl görüyor? (I)

10 Nisan 2007
GEÇEN hafta Türkiye-ABD ilişkilerinin politik yönünü irdelemeye çalıştım. Ancak, daha çok Amerikalı siyasiler, bürokratlar ve dostlarımın şekillendirdiği görüşleri naklettim. Bu hafta ise iki yazıyla, Türkiye-ABD ilişkilerinin ekonomik boyutunu irdelemeye çalışacağım. Elimde Türkiye'de yapılmış bir saha çalışması var.

O çalışmanın bulgularını sizlerle paylaşacağım.

***

Türkiye'de yatırımları olan 70 ABD'li şirketin kurmuş olduğu The American Business Forum in Turkey (ABFT) - Amerikan Şirketler Derneği (AŞD) adında bir kuruluş var. (www.abft.net)

Amerikan Şirketler Derneği (AŞD), Ocak 2007'de GfK adlı araştırma şirketine bir saha çalışması yaptırmış. Çalışmanın amacı, Türkiye'de iş yapan ABD'li şirketlerin "Türkiye'deki iş ve yatırım ortamını nasıl gördüklerini" irdelemek. GfK, bu amaçla 51 yöneticiyle yüz yüze görüşme yapmış ve aldığı sonuçları bir raporla yayınlamış.

Ben bugün raporun güçlü ve sorunlu alanlar olarak kategorize edebileceğimiz genel bir özetini vereceğim, yarın ise Amerikalı işadamlarının Türk adalet sistemi ile ilgili içler acıtan kanaatlerini nakledeceğim.

***

ABD'li işadamları, Türkiye'nin güçlü alanlarını şöyle görüyorlar.

1) Pazar potansiyeli güçlü. (% 96.1)

2) Makroekonomik göstergeler birkaç yıl daha dengeli seyredecek. (% 55)

3) Yetkililer bu dengeyi koruyacak çapta. (% 59)

4) Enflasyon denetim altında. (% 77)

5) Yükseköğrenim kalitesi yeterli. (% 73)

6) Çalışanların analitik düşünce ve problem çözme yetenekleri yüksek. (% 78)

7) Çalışanlar bir ABD şirketinde çalışmaktan memnunlar. (% 92)

8) Kendi şirketleri Türkiye'de yatırım yaparak doğru hareket etmiş.(% 84)

9) Kendi şirketleri, ileride Türkiye'de daha fazla yatırım yapacak. (% 88)

10) Başka şirketlerin Türkiye'ye yatırım yapmasını tavsiye ediyorlar. (% 88)

***

ABD'li işadamları, Türkiye'nin sorunlu alanlarını ise şöyle görüyorlar:

1) Adalet sistemi yetersiz. (% 85)

(Bu konu çok önemli. ABD'li işadamlarının kötü kanaatlerini yarın detaylandıracağım.)

2) Entelektüel mülkiyet hakları yeteri kadar korunmuyor. (% 77)

3) Hükümetin kararları nasıl verdiği konusunda şeffaflık yok. (% 67)

4) Karar verme mekanizmalarında uluslararası prosedürlere uygun standartlar ve zamanlama yok. (% 75)

5) Çevre koruma yasaları yetersiz. (% 51)

6) Çevre koruma yasaları her şirkete eşit uygulanmıyor. (% 55)

7) AB Uyum Yasaları yeteri kadar hızlı çalışmıyor. (% 57)

8) Kur seviyeleri, olmaları gereken yerde değil. (% 69)

***

İki ülke arasında hem politik, hem de ekonomik ilişkiler çok önemli. Ama ekonomik ilişkilerin bir üstünlüğü var. Doğru kuruldukları zaman kök salıp kalıcı oluyorlar ve başta politik olmak üzere ülkelerin bütün ilişkilerini derinden etkiliyorlar.

***

Toplam ihracatımız içinde ABD'nin payı % 8'lerde, toplam ithalat içinde % 5'lerde gezerken, Türkiye'deki yabancı sermaye yatırımlarının ancak kabaca % 8'ini ABD oluştururken bu ilişkinin köklü olduğunu söylemek henüz çok zor!
Yazının Devamını Oku