25 Mart 2007
21.03.2007 günü KKTC ile ilgili "Türklüğünüzü Kanıtlayın" başlıklı bir yazı yazdım ve ilgili komutanı eleştirdikten sonra tarafıma KKTC'de yaşananların bir başka perspektifini gösteren bir bilgi notu ulaştırıldı. Gazetecilik anlayışım gereği bu notu yer darlığı nedeniyle sadece bir-iki satırını kısaltarak aynen yayınlıyorum.
***
"... (Eşi ve çocukları 1963'te katledilen) Em. Tbp. Tuğg. Nihat İlhan onuruna, Lefkoşa Saray Otel'de (verilen yemekte) ... KKTC Başbakanı Soyer ... teker teker yemeğe katılanların hatırını sormuştur. KTBK K. Korg. Kıvrıkoğlu'na yöneldiği zaman; Korg. Kıvrıkoğlu; CTP-BG kurultayında, İstiklal Marşımızın okunmaması, bugün (18 Mart) şehitler günü olmasına rağmen şehitlerimizin anılmaması, Ulu Önder Atatürk ve Dr. Fazıl Küçük'e yer verilmemesinden dolayı, teessüflerini ve duyduğu üzüntüyü belirterek;
KKTC'de; en küçük derneklerin etkinliklerinde bile; faaliyete, İstiklal Marşımız okunarak başlandığını,
Şehitleri Anma Günü'nde icra edilen bir kurultayda; sadece, demokrasi şehitlerinin anılmasının manidar olduğunu,
CTP Kurultayı'nın; Türkiye'deki bölücü örgüt yanlısı siyasi partilerin kurultaylarından herhangi bir farkının bulunmadığını; geçmişte, söz konusu partilerin kurultaylarında da, İstiklal Marşımızın okunmadığını ve bölücü örgüt mensubu teröristlerin, şehit sıfatıyla anıldığını ifade etmiştir.
Korg. Kıvrıkoğlu, yemekten ayrılırken de; İstiklal Marşımızın okunmadığı, şehitlerimizin anılmadığı, Ulu Önder Atatürk'e ve Dr. Fazıl Küçük'e yer verilmeyen bir kurultayın düzenleyicisi, Başbakan dahi olsa elini sıkmayacağını, söylemiştir. Ortada; uzatılan el ve eli havada bırakan bir nezaketsizlik yoktur, teessürün ifadesi vardır.
KKTC'nin, 19/1983 ve 14/1985 sayılı yasaları gereği, TC'de kutlanan milli günler ile genel anma günleri, aynı esaslarla KKTC'de de kutlanmaktadır. 18 Mart Şehitleri Anma Günü de, söz konusu günlerden biridir ve tüm şehitlerimiz anılır.
KKTC Anayasası'nın 1 (3) Maddesi; "KKTC'nin Bayrağı ve Ulusal Marşı yasa ile belirlenir" hükmü kapsamında, Bayrak Yasası çıkarılmış, Ulusal Marş hakkında bir yasa mevcut değildir. Ancak; KKTC kurulmadan önce de, kurulduktan sonra da; Kıbrıs Türklerinin milli marşı, İstiklal Marşımızdır.
KKTC'nin, 15/1984 sayılı Bayrak Yasası'nda; "Türk Bayrağı, Kıbrıs Türk Halkı'nın ulusal bayrağı olmaya devam eder. KKTC devlet organları, kamu tüzel kişileri, meslek teşekkülleri ve diğer kurum ve kuruluşlar; Türk Bayrağı ile KKTC Bayrağı'nı birlikte çeker ve kullanırlar" hükmü vardır. Bu nedenle kurultayda bayrak vardır, ancak sadece kürsünün hemen yanında, KKTC, Yunan bayrağı, AB bayrağı ile birlikte konmuştur. Salonun başka yerine asılmamıştır. Atatürk resmi, salonun demirbaşı olan resimdir, CTP tarafından asılan bir resim yoktur.
CTP; Rum tarafında, AKEL'in kongrelerine katılmaktadır. Bu kongrelerde Rum Milli Marşı çalınmakta, kendi bayrakları asılmakta ama Türk/KKTC bayrağı asılmamaktadır.
CTP-BG Parti Tüzüğü'nün 34'üncü maddesine göre, partinin olağan kurultayları; iki yılda bir Eylül, Ekim veya Kasım aylarında yapılır. Bugüne kadar; Mayıs 2005'te, M.Ali Talat'ın Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi nedeniyle yapılan olağanüstü kurultay hariç olmak üzere, tüm kurultaylar, Tüzük'te belirtilen aylarda yapılmıştır. CTP'nin 21'inci olağan kurultayını 18 Mart gününde yapması ve tüm şehitlerimiz yerine, "Demokrasi Şehitleri" adı altında bazı kişilerin anılması, dikkati çekmiştir.
Parti Tüzüğünde; kurultayların icrası esnasında İstiklal Marşı okunması, bayrakların asılması veya şehitler için saygı duruşu yapılması ile ilgili herhangi bir hüküm yoktur. Bu nedenle İstiklal Marşı'nın çalınmadığı ifade edilmektedir. Ancak, bunun yanı sıra kurultay süresince, bir Rum şarkısı olan Çavbella (Yurdum İşgal Altında) çalınmıştır. Rumlara göre; Kıbrıs, Türkiye'nin işgali altındadır. Bu şarkı, iddia konusu işgale ithaf edilen ve anlamı, söz konusu kurultayı icra edenler tarafından da çok iyi bilinen bir şarkıdır.
Türkiye tarafından tanınan KKTC Devleti'nin, yönetimini üstlenmiş olan bu siyasi partinin kurultayında; duvarlara asılan Kıbrıs haritalarında, KKTC gösterilmemiş; Rum tarafında olduğu gibi, yeşil renkli Kıbrıs haritaları asılmıştır."
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2007
DENİZ Baykal'ın, rakibinin cumhurbaşkanı olma stratejisine karşı kendi stratejisini geliştirmesini, ona demokrasinin verdiği en temel hak olarak görüyorum. Recep Tayyip Erdoğan'ın olası adaylığı karşısında geliştirdiği strateji, özünde kendisi açısından çok doğrudur. Erdoğan aday olsa da, olmasa da kullandığı strateji, Baykal'a siyaseten kazandıracak bir stratejidir.
Ancak ben, Deniz Baykal belden aşağı vurduğunda çok rahatsız oluyorum.
Baykal son günlerde sanki devlet içinde belirli gruplarla işbirliği içindeymiş gibi bir görüntü veriyor ve Erdoğan'dan çok demokrasiyi yaralıyor.
***
Bir örnek:
Recep Tayyip Erdoğan, Apo'ya "sayın" demiş, şehitlerimizden "kelle" diye bahsetmiş!
Deniz Baykal, "Terörist başına 'sayın' diyen, cumhurbaşkanı olamaz" diyor.
Milletin önemli bölümü bu saptamaya hak veriyor ve Erdoğan'ı PKK sempatizanı olarak zihinlerinde kayda alıyor.
Ama şu sorular da sorulmalıdır:
Soru: Erdoğan bu sözleri ne zaman ve nerede söylemiş?
Cevap: 2000 yılında, Avustralya'da!
Bu sözler, "Sakla samanı gelir zamanı" mantığıyla devletin belirli katmanlarında arşivlenmiş, AKP'nin varlığını reddettiği sözler 7 yıl kullanılmamış, şimdi bir gazeteye servis ediliyor!
Deniz Baykal da şimdi ortaya dökülen bu sözleri köpürtüyor!
***
Aynı Baykal, "Göreceksiniz, cumhurbaşkanı adayı olmayacak" diyerek çok kesin bir dil kullandığında insan ister istemez pür dikkat kesiliyor.
Ardından, "Göreceksiniz ilerleyen günlerde bu konuda yeni gelişmeler olacak. Önümüzdeki bir aylık süre içinde bekleyişimizin haklılığını gösterecek açılımlar olacaktır" diyor.
Ekliyor: "Cumhurbaşkanı olmaması konusunda yaptığım değerlendirmeleri en iyi anlayan kişi Başbakan'ın kendisidir." (Hürriyet-21.03.07)
Aynı konuşmada, bu sözlerinin herhangi bir istihbarata dayanmadığını da vurguluyor; ama ben sarf ettiği sözleri bir araya koyunca "İlerleyen günlerde öyle gelişmeler, öyle açılımlar olacak ki Recep Tayyip Erdoğan korkacak ve sinecek" şeklinde anlıyorum.
***
Baykal, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçeceğini, "sağduyuya, akla, mantığa dayanarak" söylediğini de beyan ediyor; ama sarf ettiği "gelişim" ve "açılım" sözleri bir duyum aldığı duygusu yaratıyor.
Eğer bir duyum aldıysa bunu neden önden ilan eder?
Eğer duyum almadan konuşuyorsa, Erdoğan'ı tehdit eden bir görüntü yaratmak bir siyasetçiye yakışır mı?
"Gelişmelerden", "açılımlardan" hiç bahsetmeden, örneğin "Cumhurbaşkanı olmamasının ülke için daha doğru olduğunu Erdoğan da görecek" dese, daha şık olmaz mıydı?
Sorumun cevabını kendim vereyim. Benim kurduğum cümle daha şık olurdu; ama milleti fazla germezdi.
Benim rahatsızlığım, Baykal'ın, insani olgunluğunun en yüksek seviyelere varması gereken bir yaş döneminde bizzat "gerginlik siyaseti" yapmasıdır.
***
Bütün bir ömrü suni gündemlerle devamlı "sinirleri gerilen" bir ülkede yaşamaktan bıkmış bir kişi olarak, Baykal'ın muhalefet stratejisinden değil ama üslubundan çok rahatsız oluyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
YAZIMA başlık yaptığım sözleri bir komutan bir başbakana söylüyor! Gazetelere göre:
"KKTC'de hükümetin büyük ortağı Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) 21. Olağan Kongresi'nde, ’İstiklal Marşı'nın okunmaması ve şehitler için saygı duruşunda bulunulmaması' yüzünden Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı (KTBKK) Korgeneral Hayri Kıvrıkoğlu ile KKTC Başbakanı Ferdi Sabit Soyer arasında ’soğuk rüzgárlar' esti...
...Soyer, Kıvrıkoğlu’na elini uzatarak ’Merhaba' demek istedi ama Kıvrıkoğlu'ndan hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı. Kıvrıkoğlu, Soyer'in elini havada bırakarak tokalaşmayı reddetti...
...Komutanın sert tepkisi karşısında şaşkına dönen Soyer, ’Türklük kalbimizde yatıyor, Türklüğümüzden kuşkunuz mu var?' deyince gerilimin dozu daha da arttı. Korgeneral Kıvrıkoğlu Soyer'e, ’Madem öyle, kanıtlayın o zaman' karşılığını verdi. Komutanla Başbakan arasındaki yüksek gerilim, salonda şok etkisi yarattı..."
***
Komutan hangi ülkenin komutanı?
KKTC'yi bağımsız bir devlet olarak dünyaya kabul ettirmek için mücadele veren Türkiye Cumhuriyeti'nin komutanı!
Bir yönde milli marş okunmadığı, bayrak asılmadığı için başka bir ülkenin başbakanını azarlayan, elini sıkmayan, Türklüğünü sorgulamak hakkını kendinde gören bir komutanla temsil edilen ülke, diğer yönde aynı ülkenin bağımsız bir devlet olarak kabul edilmesini isterse; yabancı ülkeler o ülkeye "Sen önce kendin KKTC'nin bağımsız bir devlet olduğunu hazmet, sonra bizden talep et" demezler mi?
***
Üstüne üstlük; Başbakan komutana sıkmak üzere elini uzatıyor ve "sitem" el havada bırakılarak, Başbakan'ın elini sıkmak açıkça reddedilerek ifade ediliyor!
Bu da yetmiyor, komutan Başbakan'dan "Türklüğünü kanıtlamasını" istiyor.
Başbakan'ın Türklüğünü kanıtlama mecburiyeti, komutanın da kanıtı kabul edip-etmeme yetkisi var!
Ada'ya barış götürmeye giden komutan barışı başbakan azarlayarak temin etmeye çalışıyor!
***
Bu haber nedense bana Ömer Seyfettin'in "Diyet" adlı hikayesini hatırlattı.
Bir gün KKTC'den birileri çıkar, TC'de birilerine "Al diyetini geriye" derse, ona kızma hakkımız olmayacaktır.
***
Soydaşlarımızın canını, malını, haklarını savunarak tabii ki ulvi bir görev yaptık.
Tabii ki, onların Türk olduklarını unutmamalarını istemek hakkımız.
Ama, onların farklı bir halk, farklı bir devlet olduğunu bizzat biz inkár edersek; yedi düvele KKTC'ye saygı duymayı öğretemeyeceğimiz gibi, Türkiye Cumhuriyeti'ni de kendi tezlerini kendi çürüten basit bir ülke seviyesine indirgeriz.
Bence kimsenin ne KKTC'ye, ne de TC'ye bunu yapma hakkı yoktur!
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2007
KANIMCA, 2007'de seçimlere endekslenen Türkiye'nin bu yıl önündeki en önemli mesele seçim değil, ABD'nin Irak'tan çekilmesi durumunda karşılaşacağı sorunlarla ilgili yapacağı planlar, alacağı tedbirlerdir. Ortadoğu'yu yakinen takip eden uluslararası uzmanlar, çekilme tarihi olarak 2008'i öngörüyorlar.
Benim kanaatime göre de; ABD'de yapılacak 2008 başkanlık seçimleri, tıpkı Kasım 2006'da yapılan kısmi seçimler gibi, "Irak işgali" üzerine kurulacak ve seçimleri kazanacak Demokrat aday halka Irak'tan çıkma sözü vermiş olacak.
Sanırım, herkes planlarını ABD'nin en geç 2009 başlarında Irak'tan çekilmesi üzerine yapmak zorunda.
Siz pekálá "Biz Türk'üz, 20 ay sonra olacaklar bizi ırgalamaz" derseniz, çok haksız çıkmazsınız.
Ama yine de hatırlatmakta fayda var!
Şu an itibarıyla hemen dibimizde gelişebilecek, hatta halen gelişmekte olan olayları aklımıza getirelim:
1) Irak'ın bölünmesi.
2) ABD'nin Irak'tan çekilmeden önce İran'daki nükleer santralları vurması, bu amaçla İncirlik'i kullanmak istemesi.
3) Irak'ta Şii-Sünni savaşı.
4) Sünni-Şii savaşının Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır'a sıçraması.
5) İran'ın Ortadoğu'ya aktif müdahalesi.
6) İsrail'in İran'a saldırması.
7) Filistin'de iç savaş, İsrail'in bu savaşa da müdahale etmesi.
7) Kerkük'te referandum yapılması ve açık farkla Kürtlerin istediği sonucun çıkması.
8) Irak'ta Arap-Kürt savaşı.
Biliyorum, çok karamsar bir resim çizdim. Ama elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. "Bunların hiçbiri olmaz, yazar hayal görüyor, komplo teorilerine soyunuyor" diyebiliyor musunuz?
Bence, olsa olsa "Bunların hepsi birden olmaz" diyorsunuz.
Ben ise şahsım adına, Türkiye'nin başına gelebilecekleri hesap ediyor ve çok ürküyorum.
Türkiye beter bir belaya hazırlıksız yakalanmak üzere!
***
Bir ülkede anamuhalefet, Cumhurbaşkanlığı seçiminde iktidarın dediğinin olmaması için askeri göreve çağırıyorsa, o ülkede meseleler çığırından çıkmak üzeredir.
***
Dışişleri'nde birkaç akıllı adam, komşularımızdaki meselelerin vahametinin farkında; ama o kuruma da Cumhurbaşkanı en ağır darbeyi vuruyorsa, belki de meseleler zaten çoktan çığırından çıkmıştır.
***
Irak krizini, "Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi AKP aleyhine nasıl kullanırız?" diye kullanmak isteyenler de varsa, değil çığırından çıkmak, meseleler zıvanadan da çıkmıştır.
***
Türkiye'de önemli bir kesim, Recep Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması durumunda her şeyin sonunun geleceğine inanıyor. Ben de onlara soruyorum:
"ABD'nin Irak'tan çekilme hazırlıkları paralelinde Türkiye ne gibi hazırlıklar yapsın?"
Bu soruya hiç akıl yordunuz mu?
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2007
BENCE AKP ve bilhassa Recep Tayyip Erdoğan, kamuoyunu etkilemeyi çok iyi biliyor.<br><br>Medya iki gündür "anket" ile yatıyor, anket ile kalkıyor. Ama ortada anket yok!
Evet, ortada anket adı altında gezen bir metin var; ama o gerçek anlamda anket değil.
O bir yönlendirme!
Her şeyden önce ortaya çıkan metin, herhangi bir partinin tabanının herhangi bir konuda eğilimini ölçecek bir anket özelliği taşımıyor.
Ayrıca, anket gizli imiş ve özel bir şirket tarafından hazırlanmış.
Anket gizli falan değil, aynı anda bütün gazetelere dağıtıldı.
Ortada özel bir araştırma şirketi de yok.
***
Eğer, tabanın Cumhurbaşkanlığı konusunda eğilimini ölçmek üzere bilimsel bir anket kotarılıyor olsaydı, anket uygulanmadan önce sorular ortalık yerlere dökülmezdi.
Bir anketin soruları, anket uygulanmadan önce kamuoyuna mal olmuş ise, o anket şu anda olduğu gibi tartışılıyor duruma düşer ve bütün objektif kriterlerini yitirir.
Böyle bir duruma düşen anket amacına ulaşamaz.
Ortada ciddi bir çalışma olsaydı, sorular ortalık yere döküldükten sonra araştırma şirketinin anketi uygulamaktan vazgeçtiğini anında kamuoyuna ilan etmesi gerekirdi. Aksi halde, bu şirketin hiçbir itibarı kalmaz, bir daha da piyasadan iş alamaz.
Tersine, soruları kamuoyuna araştırma şirketi sızdırmış olsaydı, bu sefer işverenin (AKP) çoktan şirketin işine son vermiş olması gerekirdi.
Hele hele, Erdoğan dışında dört ismi şirketin bulduğunun söylenmesi, işin düzmece olduğunu açıkça ilan ediyor!
***
Bu bir anket değil, yönlendirme. Dört hedefi var:
1) Hanımları başı açık isimler telaffuz edilerek AKP dışındaki kamuoyuna uzlaşmaya açık olunduğu intibaı veriliyor.
2) Öte yanda, tabana da öyle isimler veriliyor ki reddetmeleri baştan garanti ediliyor. Bu kişiler saygın insanlar; ama sadece hanımları başı açık kişiler değil, aynı zamanda milli görüş ağırlıklı tabanda gücü olmayan kişiler. Taban haliyle, "Erdoğan mı, diğer 4 kişi mi?" sorusuyla karşı karşıya kalınca "Tabii ki Erdoğan!" diyecek.
3) AKP'deki diğer güçlü isimlere de "siz hiç heveslenmeyin" mesajı veriliyor. Adeta, tek ayrışım kriteri "hanımı türbanlı-hanımı türbansız" ikilemi haline gelince, taban hanımı başı açıkları kendine uzak bulacak, "Bizim esas liderlerimiz, hanımlarının başı kapalı olanlar, o halde neden aralarında en fazla temayüz etmiş olan Erdoğan'ı seçmeyelim ki!" diye düşünecekler.
4) Öte yanda AKP dışındaki kamuoyu da; Recep Tayyip Erdoğan dışında önerilen diğer isimleri Cumhurbaşkanlığı için yeterli bulmadığını yavaş yavaş keşfedecek.
***
Recep Tayyip Erdoğan da bu tür tartışmalarla sonunda iki hedefe ulaşacak:
1) Başı açık hanımların isimlerini Cumhurbaşkanlığı adaylığı için tartıştırdıktan sonra, "Bakın ben her türlü uzlaşmaya açığım; ama taban beni istiyor" diyebilecek.
2) Ayrıca, "Ben aramızda sizlere en yakın duranları önerdim; ama siz bile bu isimleri benimseyemediniz" diyebilecek.
Bundan sonra AKP dışı kamuoyunun AKP'ye söyleyebileceği tek şey, "Siz de kendi dışınızda birini önerin" olacak.
***
AKP'lilerin bu öneriye vereceği haklı cevabı ben köşemde yazmak istemem!
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2007
DÜN yazdığım "Türkiye’nin Irak politikası nedir?" başlıklı yazımda asker-hükümet çelişkisi nedeniyle soruma ülkenin "devlet katında" tutarlı bir cevap veremediğini belirttikten sonra muhalefetin de "Irak politikalarında" çelişkiler yaşadığını belirttim. Bu arada DYP ile ilgili olarak da şunları yazdım:
"DYP, PKK’lıları dağdan ovaya inip orada politika yapmaya davet ederken, imalı bir biçimde de olsa, kısmi aftan dahi bahsediyordu.
Aynı DYP şimdi "Ben Diyarbakır’ı vermeye değil, Musul’u almaya çalışıyorum" diyor.
Nereden nereye geldiler!"
Bazı gazetelerde de "Ağar’ı tutabilene aşk olsun" başlığı ile verilen haberlerde Mehmet Ağar’ın "Ben Diyarbakır’ı vermeye değil, Musul’u almaya çalışıyorum" sözleri eleştirel bir bakışla nakledildi.
Mehmet Ağar dün aradı ve sözlerinin ruhundan koparılarak nakledildiğini belirtti.
* * *
Mehmet Ağar, Musul’un askerle alınmasını değil, işadamları ile ekonomik açıdan fethedilmesini kastettiğini söylüyor!
Hatta bu sözleri Türkiye Müteahhitler Birliği toplantısında sarf ettiğini, konuşma sırasında müteahhitlere "Musul’u siz alacaksınız!" diye hitap ettiğini belirtiyor.
Nitekim aynı konuşmada:
"Milletime taahhüdüm odur ki, Yozgat’ın kaderiyle Musul’un kaderi birleştirilecektir. Türkiye bunun karşılığıdır, bu dünya coğrafyasında, bulunduğu alandaki karşılığı budur, bunu yapacağız biz" diyor. (Yozgat ile Musul’un kaderi) "Nasıl birleşir?" sorusuna "Türkiye’nin bölgeye barış ve refah teklif eden bir görüntü sunması gerektiğini" vurguluyor.
Irak konusunda asker seçeneğinin en son noktada düşünülmesi gerektiğini belirterek, "genişletilmiş Benelux modeli" öneriyor.
Model, Gürcistan’dan başlayıp Irak’a kadar uzayacak işbirliğini öngörüyor.
Ben dünkü yazımı:
"Üstüne üstlük, ’Sen önce kendi Kürtlerinle meselelerini çöz, daha sonra Ortadoğu’da başat ülke olursun!’ denilirse bizim cevabımız ne olacak?" sözleri ile bitirmiştim.
Mehmet Ağar "İşte ben bu soruya başımızı dik tutarak cevap verebilmemiz için model geliştiriyorum" diyerek telefon konuşmasına devam etti.
* * *
Ben hükümetin "Irak politikaları"nın seçim yılında, iç meseleler nedeniyle, doğru mecrasına oturamayacağı korkusu içindeyim.
Bu köşede çeşitli kereler "Türkiye’nin Irak/Kürt/Ortadoğu politikaları ne olmalıdır?" sorusuna en radikal, ancak en tutarlı cevabı Mehmet Ağar’ın verdiğini yazmıştım.
Ancak, Deniz Baykal’ın "Ağar Diyarbakır’ı vermek istiyor" sözlerine karşılık "Ben Diyarbakır’ı vermeye değil, Musul’u almaya çalışıyorum" sözlerini duygusal ama tehlikeli bir refleksle söylediğini düşündüm.
Ağar’ın tutarlı söyleminden vazgeçtiği, onun da diğer muhalifler gibi yükselen milliyetçiliğin peşine düştüğü kaygısına düştüm.
Ancak, dünkü telefonundan sonra konuşma metnine yeniden baktığımda bu kaygımın beyhude olduğunu ve Mehmet Ağar’a haksızlık ettiğimi düşündüm.
* * *
"2007 yılı Irak yılı olacaktır" diye düşündüğümü önceden ilan eden (19.12.2006) bir kişi olarak "Irak merkezli dünya gündemi" ile "seçim merkezli Türkiye gündeminin" birbirine girmesinden çok korkuyorum. Birilerinin bu karmaşaya kapılmaması lazım. Bunun içindir ki:
Mehmet Ağar’ın aklı selimi koruması ülke için çok önemlidir!
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2007
TÜRKİYE’ye bir bütün olarak baktığınız zaman bu sorunun cevabını bulmak çok zor.<br><br>Türkiye bir yandan: Irak’ın toprak bütünlüğünün yanında olduğunu, anayasasına saygılı olduğunu söylüyor. Diğer yandan: Türk güçlerinin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde Kuzey Irak’a girebileceğini ilan ediyor.
* * *
Devlet ile Hükümet açık çelişki içindeyken, muhalefet tutarlı mı?
CHP, 1 Mart tezkeresine karşı çıktı, bununla gurur duydu. Şimdi aynı CHP Kuzey Irak’a asker göndermekten bahsediyor!
Neden zamanında karşı çıktıklarını ise "Tezkere ABD askerinin Türkiye’ye yerleşmesine önayak olacaktı, buna engel olduk" diyerek açıklıyorlar. 23.01.2007 tarihinde yazdığım yazıda belirttim. Baykal’ın 1 Mart tezkeresine karşı çıktığı 4.02.2003 tarihli konuşmasında böyle bir iddia katiyen yok!
* * *
DYP, PKK’lıları dağdan ovaya inip orada politika yapmaya davet ederken, imalı bir biçimde de olsa, kısmi aftan dahi bahsediyordu.
Aynı DYP şimdi "Ben Diyarbakır’ı vermeye değil, Musul’u almaya çalışıyorum" diyor.
Nereden nereye geldiler!
* * *
Anlaşılan muhalefet cephesinde "yükselen milliyetçilik" sarmalında politika yapılırken Irak/Kürt meselesi güme gidiyor. Ancak, yine de kamuoyu yoklamalarında "Hangi partiye oy verirseniz verin, sizce Türkiye’de son zamanlarda artan bu yeni milliyetçi duygulara en iyi cevap veren siyasi parti ve lider hangisi" sorusunda AKP ve Recep Tayyip Erdoğan 1. çıkıyorlar.
* * *
Irak’la ilgili taraflar hükümet-asker çelişkisinin o kadar farkındalar ki ABD’li yetkililer Orgeneral Başbuğ’un sözleri kastedilerek, "Türkiye, Türk güçlerinin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde Kuzey Irak’a girebileceğini söyledi. Onlara katılıyor musunuz?" sorusu üzerine "Irak’ın toprak bütünlüğüne inandıklarını" söyleyerek "arzu etmeyiz" diyor.
ABD’nin mantığına göre; Türkiye’nin aynı anda hem Kuzey Irak’a girmeyi, hem de Irak’ın toprak bütünlüğünü istemesi çelişiyor, bize göre ise çelişmiyor!
* * *
Hafta sonu yapılan "Bağdat toplantısı"nda Irak’a komşu ülkeler, Güvenlik Konseyi 5’lisi (daimi üyeler) ile Arap Birliği ve İslam Konferansı Örgütü, ilk kez bir masanın etrafında buluştular.
Bu toplantı Irak’ın toprak bütünlüğüne verilen uluslararası önemi vurguladı.
Bir sonraki adım Dışişleri Bakanlarını bir araya getirmeyi hedefliyor.
Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı bu toplantının "İstanbul toplantısı" olması için büyük gayret gösteriyor.
Gerçekten ABD, İran ve Suriye Dışişleri Bakanları’nı bir araya getirecek toplantı İstanbul’da yapılırsa, Türkiye "Irak meselesi" ve daha da ötesi "Ortadoğu meselesi"nin çözümünde başat görev yüklenecek.
Hükümet’in bu olumlu gayretini heyecanla karşılıyorum.
* * *
Ama Irak Cumhurbaşkanı çıkıp da "Bugüne dek beni yok sayan tek ülkede benim ülkemin meselesi nasıl tartışılacak?" diye sorarsa ne cevap verilecek?
Üstüne üstlük, "Sen önce kendi Kürtlerinle meselelerini çöz, daha sonra Ortadoğu’da başat ülke olursun!" denilirse bizim cevabımız ne olacak?
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2007
MİLLİYET Gazetesi "milliyetçilik" üzerine yaptırdığı kamuoyu yoklamasını yayınladı. (12.03.2007). Gazeteden yaptığım bazı alıntılar şöyle: "A&G'nin (...) yaptığı araştırmaya göre, halkın % 50.1'i Türkiye’de son zamanlarda milliyetçiliğin yükseldiğini düşünüyor. ’Hayır' diyenlerin oranı % 30.4... Yaş düştükçe ve eğitim yükseldikçe ’milliyetçilik artıyor' diyenlerin oranı yükseliyor... AB ile müzakerelerde gelinen nokta, Kuzey Irak'taki gelişmeler ve Hrant Dink cinayeti sonrası yaşananlar, toplumda milli refleksleri artırdı...
’Sizin şu veya bu sebeplerle Türk milliyetçiliği duygularınız arttı mı?' sorusuna deneklerin % 21.2'si ’Son zamanlarda güçlendiğini hissediyorum', % 15.7'si ’Zaman zaman artıyor', % 42.1'i ise ’Eskisi gibiyim, hiçbir değişiklik hissetmiyorum' yanıtını verdi...
’Hangi partiye oy verirseniz verin, sizce Türkiye’de son zamanlarda artan bu yeni milliyetçi duygulara en iyi cevap veren siyasi parti ve lider hangisi' sorusuna % 21.6 ile AKP cevabı verildi. AKP'yi % 17.3 ile MHP, % 7.6 ile CHP, % 6 ile BBP izledi..."
***
Bu araştırma, milliyetçilik kavramı çerçevesinde iki ilginç bulguya ulaşıyor:
1) İnsanlar kendilerinden çok başkalarının milliyetçilik duygularının geliştiğini düşünüyorlar. (% 21.2 kendi milli duygularının arttığını düşünürken, halkın -diğerlerinin- milli duygularının arttığını düşünenlerin oranı % 50.1.)
2) Milliyetçi duygulara en iyi cevap veren parti AKP!
***
Peki bu milliyetçilik nasıl bir milliyetçilik?
2006 yılının nisan ayında Tempo Dergisi'nin yaptırdığı araştırma da AKP'yi "en milliyetçi parti" olarak tarif eden sonuçlar veriyordu. 11-12 Nisan 2006 tarihlerinde Tempo Dergisi'nin araştırması çerçevesinde şunları yazmıştım:
"...Tempo Dergisi'nin Bilgi Üniversitesi ve Infakto Research Workshop'a yaptırdığı ’Milliyetçilik Araştırması', şahsi görüşüme göre çok önemli bir gelişmeye parmak basıyor.
1) Türk milliyetçiliğinin kimlik tarifine, AKP'ye kaynaklık eden ’milli görüş' giderek daha fazla egemen olmakta.
2) Diğer bir deyişle; Türklerin kim olduğuna ve dünyayı nasıl kavradığına dair tanımlarda ’milli görüş'ün katkısı giderek büyüyor.
3) Kimlik tarifinde ’milli görüş' kendi cemaatçi İslami kimlik anlayışını başka bir alanda, milli alanda da etkin kılmaya başlamış."
***
Bir yıl önce de bu hükme varırken araştırmanın bazı bulgularına atıfta bulunmuştum:
"...Denekler Müslüman olmayanın Türk olabileceğini, hatta Türkçe bilmeyenin de Türk olabileceğini kabullendikten sonra ’Türklükle bağdaşmayacak' unsurların en başına ’dinsiz olma'yı koyuyor, ’Yahudi veya Hıristiyan olmayı' da ikinci sıraya oturtuyorlar!
’Bir Türk milliyetçisi, hangi unsurlara en çok önem vermelidir' sorusuna verilen ’Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü' cevabı % 59.8 ile birinci geliyor ama ’Müslümanlığa' (% 13.6) cevabı ’Türk dili' (% 2) cevabının çok üzerinde puan alıyor..."
Infakto Research Workshop'un bulgularına göre "en fazla milliyetçi" addedilen siyasetçi de Recep Tayyip Erdoğan idi.
***
Son zamanlarda muhalefet, ama ivedilikle CHP ve MHP, AKP'yi "milliyetçi söylemle" vurmaya çalışıyor ama gözüken odur ki en fazla yükselen milliyetçilik "etnik" veya "yurtsever milliyetçilik" değil, "dini hassasiyeti yüksek milliyetçilik": İslami milliyetçilik!
Yazının Devamını Oku