Cüneyt Ülsever

Siyasette özlenen yüzler

6 Mayıs 2007
21. yüzyılda Türkiye’nin "düşünce adamı siyasilere" her zamankinden daha çok ihtiyacı olduğunu her fırsatta dile getiriyorum. DYP GİK Üyesi Birkan Erdal, ODTÜ’de elektronik yüksek mühendisliği eğitimi almış, DDY, TEK genel müdürlükleri, Başbakanlık Müsteşarlığı ve milletvekilliği yapmış, bilimsel birikimi, devletin en tepesinde aldığı tecrübeyle harmanlamış bir insan. Birikimlerini sadece pratik hayatta değil, yazdığı kitaplarla da hem paylaşıyor, hem sınıyor.

* * *

Birkan Erdal’ın Doğan Kitap’tan çıkan son kitabı "Geleceğin Türkiye"si, tam da günümüzde ihtiyaç duyulan bir döneme denk geliyor.

Kitap, dünyanın ABD hákimiyetinde tek kutuplu hale gelmesinin, bugün yaşanan birçok sıkıntının ana nedeni olduğu teziyle başlıyor. ABD’nin kendi ülke ve şirket çıkarlarının dışında hiçbir değerle kendini sınırlı hissetmeden, hoyratça eylemlerle dünyayı karıştırmasının, özellikle Türkiye’ye etkilerini inceliyor. Bu durumun yarattığı problemler kadar fırsatların da varlığını somut olarak ortaya koyuyor. Türkiye’nin bu fırsatları mutlaka iyi değerlendirmesi gerektiğini, bu takdirde kısa sürede bölgesel güç ve hatta küresel güçlerden biri olabileceği tezini işliyor.

Birkan Erdal kitapta; hukuktan eğitime, kültürden milli savunmaya, işsizliğe çözümden enerjiye, siyasetin yeniden yapılanmasından sosyal politikalara kadar her alanda kişisel tecrübelerinin ışığında sorunların tespiti ve pragmatik çözüm önerilerini işlemiş.

Son dönemde ülkemizde unutulan "büyük projeler" kavramını da gayet iyi vurgulayarak bizleri düşünmeye yönlendirecek bazı orijinal büyük proje örnekleri de sunmuş.

Kamu-özel sektör ve parlamento hayatının imbiğinden süzülmüş tespit ve önerilerinden bazıları şöyle:

"Mademki bir ’dünya enerji kaynaklarının yeniden paylaşımı’ projesi başlamıştır, mademki Ortadoğu haritası yeniden çizilmeye çalışılmaktadır ve mademki Türkiye bütün bunların tam göbeğindedir, Türkiye bu fırsatı değerlendirmek zorundadır."

"Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bir petrol ve doğalgaz projesidir. Afganistan, Irak ve takip etmesi mümkün olan diğer ülkelere ilişkin projeler de aynı büyük projenin parçasıdır."

"Türkiye, AB ile ilişkilerini kopartmak zorunda değildir. Ancak çifte standartlara hayır demek, taahhütlere karşılıklı bağlı kalmak, verirken alma hakkını sonuna kadar kullanmak durumundadır."

"Türkiye tehdit değerlendirmesini yeniden ele alıp bir modernizasyon projesiyle birlikte, asker ihtiyacını da azaltabilir."

"E-millet olmadan e-devlet gerçekleştirilemez."

"Türkiye ’Okuma-Yazma Seferberliği’ döneminden ’Bilgisayar Kullanıcılığı Seferberliği’ dönemine geçmek zorundadır."

"Orta sınıfın yok olması, Türkiye için en büyük tehlikedir. Orta sınıfın Türkiye’de ifade ettiği anlam, sadece orta halli ekonomik güce sahip, geçimini kararında sağlayan insanlar değildir. (Orta sınıfın) Yıkılması ile çadır yıkılabilir."

Bazı pratik önerileri de şöyle:

"i) Milletvekili seçim dönemi 4 yıl olmalıdır. ii) Parti genel başkanlığı 2 dönemle sınırlandırılmalıdır. iii) Parlamento 400 kişiye düşürülmelidir. iv) Cumhurbaşkanı 2 turlu seçimle ve doğrudan halk tarafından seçilmelidir. v) Partilere devlet yardımı kaldırılmalıdır.

* * *

Ben 21. yüzyılı tartışamayan, proje önermeyen, eyyamcı siyasetin sona erdiğini düşünüyorum. Bu köşede partilerin adaylarını ilan ederken, insan kaynağına gösterecekleri hassasiyetin takipçisi olacağım.

Seçim döneminin herkese hayırlı olmasını diliyorum.
Yazının Devamını Oku

Stratejisi olmayan hükümet!

3 Mayıs 2007
TBMM’de 352 milletvekili olan bir partinin desteklediği bir hükümetin bu kadar basiretsiz olması akıl alacak iş değil. Şu acı gerçeği muhakkak ki AKP’li dostlar da yakında görecektir:

Tek parti iktidarı, yaşanan süreçte; ivedilikle anamuhalefete, sonra TSK’ya, hatta Sabih Kanadoğlu’na ve dahi Anayasa Mahkemesi’ne ipleri kaptırmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan, olağanüstü durumları yönetemediğini bir kez daha göstermiştir!

Son bir aydır AKP hükümeti, Türkiye’yi "bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete" tepkisi içinde yönetmektedir.

AKP hükümeti; a) Ne erken seçimi, b) Ne cumhurbaşkanını halkın seçmesini, c) Hatta ne de Abdullah Gül’ün adaylığını bir strateji çerçevesinde planladı!

Hükümet, yediği goller çerçevesinde, son dönemde ilan ettiği kararları kendi iradesiyle almadı, sadece etki-tepki ikileminde kabullenmek zorunda kaldı.

Tarihte de muhtıra yiyen hükümetler arasında anılacaktır.

AKP’liler, Necmettin Erbakan’ı ülkeyi devamlı muhtıralara sürüklediği için açık eleştirirlerdi. Bugün Recep Tayyip Erdoğan aynı durumdadır.

Mağdurdur, zira durumu yönetememektedir!

* * *

Peki ne yapabilirdi?

Bugün yapmaya kalktığı erken seçimi 8-9 ay önce yapabilirdi.

Bundan tam bir yıl önce, 2 Mayıs 2006 tarihinde "Neden erken/baskın seçim şart?" başlıklı yazımda aynen şöyle yazmıştım:

"...Mayıs 2007’de Türkiye’de kıyamet kopacak. Zira, iç ve dış güçler, AKP’nin istediği kişiyi (Recep Tayyip Erdoğan veya başka bir AKP’li) katiyen seçtirmek istemeyecek; ama AKP, TBMM’deki ezici çoğunluğuyla istediği kişiyi cumhurbaşkanı seçemezse, bu sefer de sembolik bir iktidar haline gelecek ve tüm otoritesini yitirecek.

...Şu an itibarıyla AKP’nin ciddi herhangi bir rakibi yok. Parti; Güneydoğu, Tahran, Cumhurbaşkanlığı badirelerini topyekûn aşmak istiyor ve dizginleri tamamen kaptırmamak istiyorsa, erken/baskın seçimi göze almalıdır.

...Dilerim, AKP’liler bu yazının samimi bir yazı olduğunu kabul ederler!"

* * *

Ayrıca, 30 Mayıs 2006 tarihinde yazdığım "Erken/baskın seçimin tarihi: 5 Kasım 2006" başlıklı yazımda:

"...Erken seçimi yazılı basında savunan ilk kişiyim. Aylardır, hükümetin kendi menfaati açısından erken seçim yapması gerektiğini yazıyorum...

...Dilerim ki; (Recep Tayyip Erdoğan) ne kendisini, ne de başka birisini AKP’nin tek başına cumhurbaşkanı seçemeyeceğini, önemle Danıştay saldırısından sonra artık anlamıştır.

Aksi halde, ülkede daha beter gelişmeler olacağını o da görmüştür..."

* * *

Peki, bugün erken seçime giderek milli iradeye başvuracağını haykıran Başbakan, o tarihlerde erken seçim önerenlere ne demişti:

"Erken seçim isteyenler vatan hainidir!"

* * *

Bugün itibarıyla büyük yara almış bir TBMM, TSK, Anayasa Mahkemesi ve isteyenin istediği gibi yönlendirdiği bir hükümet ile karşı karşıyayız! Kimin yüzünden?

Zamanında erken seçim yapmaktan ürken bir Başbakan yüzünden!

Bunca yaşanan badireden sonra vardığımız noktada şimdi soruyorum:

İyi de, biz bu herzeyi neden yedik?
Yazının Devamını Oku

Olası karara yorum

2 Mayıs 2007
(BU yazı yazılırken Anayasa Mahkemesi CHP’nin, Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunun iptali ile ilgili başvurusu hakkında bir karar almamıştı.) Eğer, Anayasa Mahkemesi CHP’nin itirazını kabul ederse; cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk tur iptal edilir, TBMM seçime devam edemez ve Anayasa gereği kendisini feshederek erken seçime gider.

Bu beklentiye göre kriz aşılmış olur!

Ancak, belki de kriz yine aşılamaz, üstelik geleceğe de ipotek konmuş olur!

* * *

Bundan böyle her cumhurbaşkanı seçiminde, oturumun açılması için, 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekir. 550 kişiden oluşan TBMM’de 367 (üçte iki çoğunluğu), bu yaz yapılacak erken seçim dahil, kolay kolay ne tek parti, ne de koalisyon hükümeti sağlayamayacağı için bütün cumhurbaşkanı seçimleri, TBMM’de 367 çoğunluğu temin edecek muhalefet partisinin veya partilerinin sultası altına girer.

İktidar, ya muhalefet partilerinin de kabul edeceği cumhurbaşkanını seçmek zorunda kalır, ya da her seferinde yeniden genel seçime gidilir!

Öte yanda deniliyor ki; bu tıkanıklığı önlemek için TBMM erken seçim yapar ve derhal Madde 96’da yer alan "Anayasa’da, başkaca bir hüküm yoksa, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri (184 milletvekili-CÜ) ile toplanır" hükmünü Madde 102’de yer alan "Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir" hükmü önüne de açıkça yazar ve sorun çözülür.

* * *

Benim sonradan yapılacak Anayasa değişikliği çözümü ile ilgili uyarılarım var:

1) Madde 175’e göre "...Cumhurbaşkanı Anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere TBMM’ye geri gönderebilir. Meclis, geri gönderilen kanunu, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu (yine 367) ile aynen kabul ederse Cumhurbaşkanı bu kanunu halkoyuna sunabilir."

Yeni cumhurbaşkanı seçilmeden erken seçim yapılsa dahi, yeni Meclis’te iktidar Anayasa’da bu değişikliği yapmak için yine muhalefete (367) muhtaç olacaktır.

2) Her ne kadar Madde 148 "Anayasa Mahkemesi... Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler" diyorsa da, hatta Madde 153 "...Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde kararname(yi) iptal ederken, kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez (kendini kanun koyucu yerine koyamaz-CÜ)" diyerek Anayasa Mahkemesi’nin yetkilerini sınırlıyorsa da; geçmişteki bazı uygulamalar Anayasa’nın bazı kararlarına içtihat kazandırmış ve bu kararları değiştirmek mümkün olmamıştır.

* * *

Eğer, Anayasa Mahkemesi CHP’nin itirazını kabul ederse bazıları ortaya yeni içtihat çıktığı iddiasına girebilirler.

Yeni içtihat: TBMM’nin herhangi bir konuda karar alabilmesi için; o karara gerekli oy sayısı (milletvekili) hazır bulunmadan oturumun açılmayacağı olacaktır.

İlgili Anayasa maddesi değiştirilse dahi, Madde 150’ye göre "...Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı... anamuhalefet partisi... ile TBMM üye tamsayısının en az beşte biri (110) tutarındaki üyelere aittir" hükmüne dayanarak muhalefet Anayasa’da gerekli değişiklik yapılsa dahi iptalini, yeni içtihatı göstererek, yine de isteyebilir!

Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin iptal istemini kabul etmesi durumunda:

1) Erken seçim sonrası kurulacak yeni TBMM de yine aynı sorunla karşı karşıya kalabilir!

2) Madde 102’nin üçüncü oturumdan sonra "salt çoğunluğu" kabul eden maddelerinin hiçbir anlamı kalmaz. Cumhurbaşkanı bundan böyle hep ancak 367 oy bulunursa seçilir.

3) Madde 102 değişse dahi, istediği an muhalefet bu değişikliğin iptalini isteyebilir.
Yazının Devamını Oku

Muhtıra ve Çağlayan Mitingi: İki gözlem

1 Mayıs 2007
ÜÇ gündür kafa yoruyorum; TSK neden gece yarısı "internet muhtırası" verdi, bir türlü anlayamıyorum. Muhtıraları kökten reddetmenin dışında; her şeyin gerekçe ve gereğini arayan beynim bir türlü bu muhtıraya neden lüzum duyulduğunu anlayamadı. Tekrar ediyorum; kendimi TSK yerine koyuyor, hatta kendimi muhtıraların zaman zaman gerekliliğine inandırmaya çalışıyorum, ama yine de, neden 27 Nisan gece yarısı muhtıraya ihtiyaç duyuldu, bir türlü anlayamıyorum.

Birlikte düşünelim:

Muhtıra, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasına engel olmak istiyor!

İyi de, 27 Nisan günü TBMM’de büyük bir zırva yaşanıp "mesele" mahkemeye taşınmadı mı?

Bunun için büyük gayret gösterilmedi mi?

Zaten siyasi hedefe de yaklaşılmadı mı?

Anamuhalefet dışında, diğer muhalefet liderleri de "367 rakamının bulunmaması" için ikna edilmedi mi?

27 Nisan günü, TBMM 361’de kalınca, bu ülkede herkes Anayasa Mahkemesi’nin siyasal bir karar alacağı yönünde bir beklentiye girmedi mi?

Neden Anayasa Mahkemesi’nin zaten alması beklenen karar beklenmeden, kapalı telkinlerden vazgeçilip açık telkin yolu benimsendi?

Anayasa Mahkemesi’ne de mi güvenilmiyor?

Oyun kurucu CHP’ye de mi inanılmıyor?

Anayasa Mahkemesi’nin "siyasi dengeleri gözeterek bir karar alması" şimdi daha da güç hale gelmedi mi?

Hükümet, erken seçim yolunda, topu Anayasa Mahkemesi’ne atarak muhtırayla gelen pası doğru değerlendirmedi mi?

Neden TSK acele etti?

Eğer, cevap benim kafamdaki kadar basit ise, korkarım bir süre sonra TSK ve Genelkurmay Başkanı derin bir yıpranma sürecine girecektir!

* * *

Gelelim Çağlayan Mitingi’ne!

Hükümetin muhtıraya tepkisini, topu Anayasa Mahkemesi üzerine atmasını anlarım.

Ama şimdi hükümet, "millet"in önemli bir kesiminin 2. uyarısıyla karşı karşıyadır.

Demokrasinin iki temel kuralı var:

1) Çoğunluğun dediği olur, 2)Ancak, azınlığın hakları bakidir.

AKP’ye oy verenler de, vermeyenler de millettir!

Bugüne dek, sadece sandalye sayısına bakarak 2. kuralı işletmeyen hükümet, "kendinden olanları" dinleyip "kendinden olmayanların" tepkilerini dayatma olarak görmüştür.

Dili devamlı başına bela olan Başbakan, Tandoğan Mitingi’ndeki kalabalığa "bindirilmiş kıtalar" diyerek siyasi hayatının en büyük hatalarından birini yapmıştır.

Bugün karşısında en demokratik hakkını kullanan muazzam bir kitle var. Üstelik, bu kez aralarında, "esas millet biziz!" diyen kendini bilmezler sayıca ya daha az, ya daha dikkatliler.

Hangi rakamı temsil ediyorsa etsinler; hükümet tepkilerini dikkate almak zorundadır.

* * *

Benim çağrım, sağduyusuna inandığım Abdullah Gül’e!

Lütfen, asker dediği için değil ama milletin bir kısmı çok güçlü istediği için, Anayasa Mahkemesi’nin kararını beklemeden adaylıktan çekiliniz!

Kurumlarla inatlaşabilirsiniz, ama bu kitleyle inatlaşmayınız!

AKP cevabını sandıkta versin!
Yazının Devamını Oku

27 Nisan Muhtırası millete hayırlı olsun!

29 Nisan 2007
İKİ ay ileriye, bir gün geriye farkla; adı yine ilan edildiği tarihle anılacak yeni bir muhtıramız oldu: 27 Nisan Muhtırası! On yıllık seri sıralaması 1997’de bozulmuştu, ama 2007’de tekrar yakalandı. Bu ülkede hiçbir şey, ama hiçbir şey değişmiyor. Yeni olan; muhtıra duyurulurken kullanılan teknolojik donanımın 2000’li yılların şartlarına uygun olmasıdır: İnternet Muhtırası!

Post-postmodern muhtıra!

Samimi duygum, çok ama çok üzgün olduğumdur.

Bu ülke öğrenmemekte çok ama çok ısrarlı.

"Muasır medeniyet"e en çok, ona sarılanlar darbe vuruyor.

* * *

İktidar, muktedir olamamıştır. Muhalefet yüz karasıdır.

TBMM, 27 Nisan günü kendi kendini rezil etmiştir. Türkiye bir salondaki insan sayısını sayamayacak kadar zavallı duruma düşürülmüştür.

Mehmet Ağar, üç milletvekilini dahi güdememiştir.

Ama, ne olursa olsun, ortada bir bildiri değil, muhtıra vardır.

"27 Nisan Muhtırası", milletin iradesine müdahale eden, demokrasiyi bir kez daha yırtan açık bir girişimdir.

Gerekçesi ne olursa olsun, tarihimizde "darbeli bir sayfa" olarak yer alacaktır.

* * *

Şimdi ne yapmalı?

(Bu satırlar siyasiler herhangi bir açıklama yapmadan önce yazılıyor ve ne açıklama yaparlarsa yapsınlar, aynen bu şekilde kalacak.)

Recep Tayyip Erdoğan’da tanklara tırmanacak "Yeltsin yüreği" olmadığına göre, TBMM derhal toplanmalı ve erken seçim kararı almalıdır.

Demokraside açılan yaranın tek panzehiri yine demokrasidir!

Milli irade
tek seçicidir!

Şu andan itibaren bugünkü durumu uzatacak her tavır, demokrasinin, dolayısıyla ülkenin daha beter yara almasına neden olacaktır.

Kıvırmanın, yüzsüzleşmenin, vurdumduymazlığı Alicengiz oyunu saymanın, arazi olmanın, "ama"lı cümleler kurmanın, duvarın ardında ötüp bu tarafında hazırola geçmenin bu ülkeye vereceği tek şey, yaranın derinleştirilmesidir.

Muhtıranın ardından cumhurbaşkanlığı seçiminin de her şart ve koşul altında meşruiyeti sona ermiştir.

Anayasa Mahkemesi’nin şu veya bu şekilde alacağı kararın hiçbir anlamı kalmamıştır.

Bu konuda zerre kadar ısrar etmek, önce Abdullah Gül’e, sonra AKP’ye, ama en çok da millete zarar verir.

Milli iradenin bir kez daha hakemlik etmesiyle toplanacak yeni Meclis, pekálá Abdullah Gül’ü yeniden cumhurbaşkanı adayı seçer ve o da yaralanmadan berelenmeden cumhura başkan olur.

* * *

Üzgünüm, zaten mehter adımıyla ilerleyen ülke bir kez daha binlerce adım geri gitti.

Üzgünüm, demokrasiyi emanet ettiklerimiz bir kez daha onu taşıyamadılar.

Üzgünüm, bu ülkenin kahramanları yok.

Üzgünüm, birileri bu ülke için neyin iyi olduğunu milletten daha iyi bildiklerini yine gösterdiler.

Üzgünüm, bu ülke hálá "vatandaş" ve "ahali"den oluşan iki zümre arasında sıkışıp kalıyor.

Üzgünüm, son söz bir türlü milletin olamıyor!
Yazının Devamını Oku

Strateji yoksunu ülke

26 Nisan 2007
DÜN "Demokrasi kaybetti" başlıklı yazımı Abdullah Gül'ün adaylığı belli olmadan yazdım. Yazımda Recep Tayyip Erdoğan aday olmazsa, bari Abdullah Gül olsun diye belirtmeme rağmen, onun adı ilan edildikten sonra yazımı yine de değiştirmedim. Zira, bana göre yazının özü değişmedi. Bu seçim sürecinde demokrasi kaybetmiştir.

* * *

İddiam şudur ki; cumhurbaşkanlığa giden süreçte ana aktörler demokratik kurallara zerre kadar saygı göstermedikleri gibi strateji kuracak çapları olmadığı da ortaya çıkmıştır.

1) AKP:

Recep Tayyip Erdoğan korktuğu için mi cumhurbaşkanı olmadı, memlekete daha iyi hizmet için mi başbakan olarak kaldı, buna tarih karar verecek ama yaşananları kimse inkár edemez.

a) Başbakan olarak hizmet vermeye devam etmeyi baştan benimsemiş olsaydı, cumhurbaşkanı adayını ilan etmese de, kendisinin aday olmadığını en baştan ilan edip, bu kadar yıpranmaya tahammül etmek zorunda kalmaması daha doğru bir strateji değil miydi?

b) Kendisinin ol(a)mayacağını kabullendikten sonra, daha kolay yönlendirebileceği "düşük profilli aday" üzerinde üç gün ısrar edip, Bülent Arınç'ın en son anda; ister kol bükerek deyin, ister ikna ederek deyin, Abdullah Gül'ü kabul ettirmesinin strateji ile ne alakası var?

Şimdi başta Gül olmak üzere herkes biliyor ki, Erdoğan'ın, kendi adaylığından vazgeçtikten sonra, ilk istediği aday hem laikçilerin itiraz etmeyeceği, hem de rahatça sözünü geçirebileceği bir adaydı. Gönlünde yatan ilk aslan "Abdullah Gül kardeşim" değildi.

* * *

2) CHP:

Recep Tayyip Erdoğan'ı korkuttukları için onun adaylığına engel olduklarını anında ilan ettiler. Ancak, Abdullah Gül'ün şekil ve öz itibarıyla Recep Tayyip Erdoğan'dan ne farkı var? Hasımdan intikam almak dışında ne elde ettiler?

* * *

3) Laiklik hassasiyeti yüksek kitleler:

Onlara yön verenlerin stratejisi "Türban Köşk'e giremez!" değil miydi? Şimdi "Erdoğan Tandoğan Mitingi'nden korktu" diyorlar. İyi de; Abdullah Gül'ün eşi de türbanlı! Hem de bu uğurda aktif tavır koymuş bir kişi. AİHM'deki türbanla ilgili davasını eşi hükümet üyesi olduktan sonra değil, davayı kaybedeceğini öğrendikten sonra çekmiş bir kişi. Benim insanların haklarını AİHM'de aramasına veya türban takmasına zerre kadar itirazım yok ama türban şimdi Köşk'e çok daha aktif bir temsilcisi tarafından taşınmış olmayacak mı?

* * *

4) TSK:

Onlar yeni cumhurbaşkanının (başta laiklik olmak üzere) Cumhuriyet'in Anayasa ile belirlenmiş olan temel niteliklerine sadece sözde değil, özde bağlı olması gereken bir kişi olmasını dilediklerini açıkça ifade ettiler. Bunun için de çeşitli stratejik adımlar attılar. Şimdi onların da Abdullah Gül'ün Cumhuriyet'in temel ilkelerine özde bağlı olup olmadığına dair kanaatlerini açıklamaları gerekmez mi?

* * *

5) AKP seçmeni:

Abdullah Gül
'ü çok sevdiklerinden hiç şüphem yok. Ancak, 11 milyon oyla ifade ettikleri iradelerine müdahale edilmesi, liderlerinin "strateji" gereği değil, "şartlar" gereği bir kez daha geri adım atmak zorunda kalmasının onları hiç rahatsız etmediğini söylemek mümkün mü?

* * *

Türkiye ufku olmayan yöneticilerin ülkesi değil mi?
Yazının Devamını Oku

Demokrasi kaybetti!

25 Nisan 2007
KİMSE kimseyi aldatmasın!Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmak için öldü öldü dirildi ama öyle korkutuldu ki sonunda cumhurbaşkanı olmayı göze alamadı. Tabii ki, şimdi onun vatana millete hizmet için başbakan olarak kalmayı tercih ettiğini, devlet adamı seviyesine yükseldiğini anlatanlar çıkacaktır ama kimsenin kimseyi aldatamadığını da içten içe bilecektir.

Devlet adamı edası ile basiret gösterecek kişi daha işin başında aday olmadığını ilan eder, memleketi böyle davul gibi germezdi.

Bilinmelidir ki; ileride Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanı olduğu dönem yazılırken 2007 yılının nisan ayında cumhurbaşkanlığını nasıl ve neden ıskaladığı ana temalardan birisi olacaktır.

Recep Tayyip Erdoğan'a oy veren 11 milyon zaten türban konusunda, imam hatipliler konusunda yanıltılmışlardı, şimdi de cumhurbaşkanlığı konusunda yanıltılıyorlar.

Onlardan birisi yine cumhurbaşkanı olamıyor!  

* * *

Ancak, elimizi vicdanımıza koyalım. Recep Tayyip Erdoğan milleti bütünü ile kucaklayamadığı için de cumhurbaşkanı olamıyor.

Kendi dışındakileri kavrama gücü (empati) zayıf insanların tipik tavrı ile en ufak eleştiriye tahammül edemediği, kendine biat etmeyen herkesi kırdığı, aşağıladığı için kendisine oy vermeyenleri hiçbir zaman kazanamadı, onlara adeta hep hasım olarak kaldı.

Ülkeyi yumuşatan insan olması gerekirken ülkeyi bizzat geren insan oldu. Şimdi ücretini ödüyor.

* * *

Recep Tayyip Erdoğan devletin diğer aygıtları ile ilişkilerini de tanzim edemedi. Esasında onun adına TSK ile, YÖK ile ilişkileri düzenleyecek kişi Başbakanlık Müsteşarı'dır.

Müsteşar o göreve bugüne dek gelmiş en yalnız adam profili çizdi.

Bırakın ideolojik aykırılıkları, o makamda oturan kişi akademik dünyada işlenebilecek en yüz kızartıcı suçu, intihal (akademik aşırıcılık) suçunu işlediği YÖK tarafından saptandıktan sonra (Müsteşar YÖK kararına karşı Danıştay'a gidecekti, ne oldu?) hálá o makamda oturmakta ısrar edince, devletin hiçbir aygıtı tarafından muhatap olarak alınmadı. Kimse onunla ilişki arayışına girmedi. Devlet ile Başbakanlık arasında tüm irtibat koptu. Müsteşar; Başbakanlık binasında hapis bir vaziyette sadece bakanların atamalarını "Milli Görüşçü mü, değil mi" diye ayıklayan kişi haline geldi.

Müsteşar hem devlet aygıtından, hem hükümetten, hem de AKP'den kopunca en fazla zararı gören kişinin kendisi olduğunu Başbakan bir türlü göremedi.

* * *

Bütün bunların sonunda kendi cumhurbaşkanının kim olacağını son ana dek bilmeyen cumhur, cumhurbaşkanı atama yetkisi iki dudağının ucunda ama kendi kendisini atama yetkisi olmayan bir başbakan ile işlem tamamlansın diye atanmış bir cumhurbaşkanını kucaklayacak.

Kim kazanacak, bilen yok ama kaybeden kesin belli:

Demokrasi!

* * *


Şimdi bu safhada yapılacak tek şey kaldı. Madem; TBMM'de en güçlü temsil edilen partinin bir numarası cumhurbaşkanı olamıyor, bari iki veya üç numarası cumhurbaşkanı olsun.

Eğer, Abdullah Gül veya Bülent Arınç da cumhurbaşkanı olamazsa, kim olursa olsun, ne kadar saygın olursa olsun; korkarım onu kimse ciddiye almayacak! Her imzasında başka bir mana aranacak!



Not: Bu yazıyı cumhurbaşkanlığı adayı henüz belli değilken yazmıştım. Abdullah Gül'ün adaylığı yazının özünü değiştirmediğinden aynen yayımlıyorum.
Yazının Devamını Oku

Garabetler ülkesi

24 Nisan 2007
BİR partiye 11 milyon insan oy veriyor, parti tek başına iktidar oluyor, partinin liderinin de cumhurbaşkanı olması söz konusu oluyor. Son rakamlara göre 1 milyon insan da bu durumu protesto etmek için demokratik haklarını kullanarak bir miting yapıyor. Ancak, miting "Millet son sözünü söyledi!" sözleriyle takdim ediliyor.

* * *

Öte yanda milletten 11 milyon oy almış partinin en yetkili organı olan MKYK’sı toplanıyor ve oybirliği ile partinin liderine "cumhurbaşkanını atama" yetkisi veriyor!

MKYK’nın milletvekili olmayan üyeleri, milletin vekilleri adına da karar vermiş oluyorlar.

Şimdi ortada bir "tek seçici" var, hepimiz onun ağzına bakıyoruz. O cumhura başkan seçecek, daha doğrusu atayacak, milletvekilleri de işaret ettiği aday lehine oy kullanacaklar.

Kusura bakılmasın ama bu da çok abuk bir durum!

* * *

Abukluk burada da bitmiyor.

Tek seçici, cumhurbaşkanı atama yetkisine sahip ama kendisini atayamayacak!

Yoksa, ülke karışır!

Tek seçicinin cumhurbaşkanı atamasında mahzur yok ama kendisini atamasında mahzur var!

Başkasını atarsa ülke huzura kavuşacak, kendisini atarsa huzur hepten kaçacak.

İşadamları da dahiyane bir fikir ileri sürüyorlar.

Tek seçici, ülkede istikrarı korumak için partisinin başında kalmak zorunda, ama huzuru korumak için cumhurbaşkanı olmaması lazım!

Partisi, Meclis’te mutlak güçlü olsun ama kendi liderini cumhurbaşkanı seçecek kadar güçlü olmasın.

Tek seçici, parlamenter demokraside en güçlü makam olan başbakanlıkta kalırsa ülke huzur ve istikrar içinde yaşayacak, ama daha az güçlü bir makam olan cumhurbaşkanlığına seçilirse huzur ve istikrar ülkeyi terk edecek.

* * *

Tek seçici,
cumhurbaşkanı olarak başkasını atarsa "devlet adamı" olacak, ama kendisini devletin başına atarsa "devlet adamı" olamayacak.

Son ana dek havayı koklayan tek seçici, son anda başkasını atarsa "basiretli insan" olacak, ama kendini atarsa "basiretsiz insan" olacak.

Kimse tek seçiciye, "Madem basiretli bir devlet adamıydın, neden baştan aday olmadığını ilan edip ülkenin bu kadar gerilmesine engel olmadın?" diye soramayacak.

Basiretli insana, "Neden 50 yıldır kendini habire tekrar eden olayları baştan göremedin de son anı bekledin?" diye de sorulmayacak.

Kimse, basiretli devlet adamı neden korktu, nasıl korkutuldu diye hiç soramayacak!

* * *

Sıkıldım!

Hem de çok sıkıldım.

Nokta Dergisi’nin kapatılmasından da sıkıldım.

Sabah Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni ile başyazarı neden istifa ettiler diye sorulmamasından da sıkıldım.

Hele hele koskoca adamların, resmi kayıtlara göre sadece 500 kişinin din değiştirdiği 72 milyonluk ülkede misyonerleri potansiyel düşman olarak görmelerinden de sıkıldım.

Bütün bunların, Anayasa’sının 2. maddesi "Türkiye Cumhuriyeti (...) demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir" yazan ülkede olmasından ise beter sıkıldım.
Yazının Devamını Oku