22 Mayıs 2007
TÜRKİYE’de demokrasinin temel sorunların birisi de 1950’den beri siyasette taşların sık sık yerinden oynaması ve her oynadığında yerine çok zor oturmasıdır. Nitekim, taşlar 1990’larda bir kez daha oynadı ve halen yerli yerine oturmadı.
Siyasetin klasik şablonuna göre; siyasi partileri zihnimizde yarattığımız bir merkezin sağına ve soluna oturturuz. Merkeze en yakın partiler merkez sağ ve merkez solu oluştururlar ve birinin ekonomik büyümeye, diğerinin gelir dağılımına verdiği göreceli ağırlık bu partilerin genel tavrını tarifler. Bu tarifle de birisi liberal demokrat, diğeri sosyal demokrat politikaların ağırlığı altında politika yaparlar. Ancak, hemen merkezin etrafında şekillenen bu partiler "demokrat" sıfatı ile uzlaşmayı ve gerginliği reddetmeyi de şiar edinmişlerdir. Bu nedenle de uçlardaki muhalifleri, onları "sistemin partileri" olarak görürler.
Kanım odur ki; halen Türkiye’de merkez sağ ve merkez solda siyasi parti yoktur!
Ne AKP merkez sağ parti olabilmiştir, ne de CHP merkez sol bir partidir.
Ancak, bu hafta ben meşrebim gereği AKP’yi incelemeye çalışacağım.
* * *
2002 yılına ulaştığımızda Türkiye’nin merkez sağı, Mesut Yılmaz-Tansu Çiller ikilisinin her türlü etik değeri ayaklar altına alması nedeniyle bir kez daha boşalmıştı.
Öte yanda, AKP ekibi, Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Şubat sonrası yaşadığı mağduriyetin yarattığı rüzgárı da ardına alarak Milli Görüşçü çizgiden uzaklaşma iddiasıyla ortaya çıkıyordu. AKP ekibi bağrından çıktığı "Milli Görüş gömleğini" çıkardığını duyuruyor, dünya koşullarıyla uyumlu çalışmayı vaat ediyor, Necmettin Erbakan’ın uzlaşmaz politikalarının ülkeyi devamlı "muhtıralar"a muhatap kıldığını açıkça ilan ediyordu.
AKP, merkez sağın yeni adayı olarak ortaya çıktı ve 28 Şubat’ın ardından demokrasi rüzgárlarını ardına alarak iktidar oldu. İzlediği politikaları kendisinin uydurduğu ve haliyle tutmayan "muhafazakár demokrat" sözcükleriyle tarifledi.
İktidarının ilk iki yılında da aktif bir AB taraftarlığı izleyerek merkez sağa oturacağı intibaı yarattı ve hem içeride, hem dışarıda meşruiyet kazanma gayretine girdi.
* * *
Ancak, Mart 2004’te yapılan yerel seçimler ve 2004 yılı sonunda AB’den alınan müzakere tarihi, AKP’nin kısa tarihinde bir dönüşüm oluşturdu ve AKP aslına rücu etme sürecine girdi.
AKP, 2002 seçimlerinde yeni bir parti olarak henüz şekillenmemişti. Hakkında şüpheler vardı, ama gayreti de merakla izleniyordu.
AKP, siyasi bir yapı olarak 2002-2004 sürecinde örgütün temelini attı, 2004-2007 arasında da çatısını çattı. Şimdi bina hazır ve bu bina merkez sağ zeminde değil! Neden?
Milli Görüş, Türkiye’nin örgütlenme gücü en yüksek siyasi oluşumlarından birisidir ve tabanın örgütlenmesinde Lenin’in "kılcal damarlar teorisi"ni en iyi izleyen örgüttür.
Sokak sokak, apartman apartman, daire daire, bire bir takip ve propagandayı muazzam bir başarıyla yürütürler.
Hizbullah, HAMAS, Müslüman Kardeşler türü benzer örgütler gibi "mahalle politikası" üretme konusunda çok başarılıdırlar.
"Mahalle politikası", doğrudan propaganda yerine "sosyal politikaları" ön plana alır. Sağlık, eğitim, gıda vb. konulara el atar. Akıllardan önce gönüllere yerleşir. Bu politika, özellikle devletin sosyal politikalarının ulaşamadığı varoşlar ve taşrada başarılı olur.
2002 yılındaki seçimlere Milli Görüş dışında merkez sağdan da insanlar alarak giren AKP’de 2002-2004 sürecinde Milli Görüşçüler merkez sağdaki insanları özellikle taşra ve taban örgütünden dışladılar, 2004 yerel seçimlerinde hemen hemen tüm belediyeleri ele geçirdiler. Tüm örgüte sahip çıktılar.
Artık, vitrinde ne yapılırsa yapılsın; AKP örgütü Milli Görüş’e teslim edilmiştir! (Yarın devam edecek.)
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2007
YAZININ başlığına bakıp, "Vay be Wolfowitz de mi intihal (bilimsel aşırıcılık) yapmış" demeyin. Alakası yok! Sadece etik değerler üzerine bir mukayese yapmaya çalışıyorum. * * *
Paul Wolfowitz, Dünya Bankası Başkanı. Aynı bankada çalışan sevgilisinin maaşını hak ettiğinden fazla ödemeye kalkınca etik değerleri aşındırdığı gerekçesiyle bankadan ayrılmak zorunda kaldı. ABD Başkanı Bush, yakın arkadaşı, hatta yoldaşı. Wolfowitz, 30 Haziran tarihi itibarıyla istifa etti ve başkan istifayı anında "üzülerek" kabul etti.
* * *
Bugünlerde Türkiye’de de intihal (bilimsel aşırma) konuşuluyor. İntihal çerçevesinde adı geçen kişiler (şimdilik) Ömer Dinçer ve Necla Arat.
Birisi ülkedeki en kritik görev olan Başbakanlık Müsteşarlığı’na, intihal yaptığı YÖK tarafından tespit edildikten sonra dahi devam etti.
Diğeri, kadın hareketlerinin güçlü ismi.
İnanın taraf tutmuyorum. Ama isyan ediyorum! İki olguya aynı anda isyan ediyorum:
Ülkemde;
1) Etik değerlerin bu derece ayaklar altına alınması,
2) Bilimin bu kadar hoyratça dışlanması, çok ama çok zoruma gidiyor.
* * *
İki ülke var. Birini dünyanın şimşeklerini üzerine çekmiş kural tanımaz bir Başkan, diğerini yüce İslam dininin değerlerini her daim vurgulayan bir Başbakan yönetiyor!
İkisinin de yoldaşları etik değerleri alaşağı etmişler.
Birisi, diğerinden kat be kat güçlü olduğu halde istifayı "üzülerek" ama anında kabul ediyor, diğeri suç sabitleştiğinde dahi oralı olmuyor, belki de intihalin ne kadar yüz kızartıcı bir suç olduğunu kavrayamadan YÖK’ü suçluyor. Esasında kendine zarar verdiğini kavrayamıyor!
Müsteşarı yüzünden devlet aygıtından ne kadar koptuğunun farkında değil!
Necla Arat’ın durumunu tam bilmiyorum. Ama, Yalçın Bayer’in (Hürriyet-18.05.07) köşesinde Arat’ın bir arkadaşının ağzından yayınlanan "savunma" bana hiç inandırıcı gelmedi.
Şimdi ikisi de milletvekili olacaklar!
* * *
Bu arada kurumların da ne kadar yıprandığının hiç farkında değiliz. 17 Mayıs’ta yayınladığım "Bir Turnosol Káğıdı Olarak Ömer Dinçer" başlıklı yazıma gelen ve Ömer Dinçer’i savunmaya yeltenen mektuplar YÖK, Yargıtay ve Danıştay için ağır sözler içeriyor. Dinçer, Danıştay’a güvenmediği için gitmemiş. İyi de, Danıştay’a gideceğini 19 ay evvel ilan eden bizzat Ömer Dinçer değil miydi? Aynı şekilde Arat’ı savunan söz konusu yazı da Arat’ı suçlayanların taraf tuttuğunu, İslamcı siyaset güttüğünü söylüyordu.
Ne kadar acıklı bir durum!
Sırf iki insanı savunma uğruna YÖK, Yargıtay, Danıştay ve hatta üniversiteler ayaklar altına alınıyor.
Peki o zaman biz kime güveneceğiz?
* * *
Aldığım mektuplar arasında en çok dikkatimi çekenler ise intihal yaptığı iddiasıyla birçok öğretim üyesini ihbar eden, ancak yine öğretim üyeleri tarafından yazılan mektuplar idi!
Bilime saygısı olmayanlar mı etik değerleri çiğniyorlar, yoksa etik değerleri olmayanlar mı bilimi dışlıyorlar; benim aklım karıştı!
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2007
AHMET Hakan dünkü "Necla Arat 3 Kez Çalmış" başlıklı yazısında, "Necla Arat’ın ’Profesörlük’ tezinin ’çalıntı’ olduğu, bu nedenle üniversiteden bir yıl uzaklaştırma aldığı daha önce defalarca yazılıp çizildi... Benim elimdeki belgelerin ortaya koyduğu ’yeni bilgi’ ise şuydu: Necla Arat’ın doktora ve doçentlik tezleri de çalıntıymış!" sözleriyle çok vahim bir iddia ortaya atıyor ve haklı olarak soruyor:
"CHP, ’Bir bilim hırsızı olan Ömer Dinçer, Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğunda oturamaz’ diye yeri göğü inletti.
Bakalım ’Bir bilim hırsızının Başbakanlık Müsteşarlığı koltuğunda oturması’na isyan eden CHP, bir bilim hırsızını CHP milletvekili yapacak mı?"
* * *
Ahmet Hakan’ın iki haklı tezi var:
1) CHP iç tutarlılık göstermeli.
2) Bilim hırsızları milletvekili olmamalı.
Ahmet Hakan aynı yazıda, yaptığı intihali (bilim hırsızlığını) inkár etmeden, zımnen de olsa Ömer Dinçer’e sahip çıkarak, "YÖK, Ömer Dinçer’in intihali konusunda anında karar alıp jet hızıyla uyguladı" diyor.
Ömer Dinçer konusunda epey araştırma yapmış bir kişi olarak açıkça ifade edeyim ki; Ömer Dinçer’in Yahya Fidan ile birlikte yazdığı iki kitapta (bir değil) intihal yapılmıştır.
En son 30 Ekim 2005 tarihinde yazdığım "Ömer Dinçer’e Bazı Sorular" başlıklı yazımda kendisine 6 soru yönelttim, bugüne dek birine dahi cevap alamadım. O yazımda intihalin Ömer Dinçer’in iddia ettiği gibi sadece bir kitapta olmadığını ve acele karar alınmasının gerekçesini de belirtmiştim.
"Ömer Dinçer’in Yahya Fidan ile yazdığı iki kitap var. İkisiyle de ilgili intihal iddiaları içeren raporlar mevcut. Ama, Prof. Dr. Tamer Koçel’den aşırma yapılan kitap (İşletme Yönetimi) ile ilgili intihal iddiası zamanaşımına uğradığı için bu kitap hakkında bir işlem yapılamıyor. Ama diğer kitap (İşletme Yönetimine Giriş-6. baskı-Kasım 2003) zamanaşımına uğramadan (zamanaşımı Kasım 2005’te işlerlik kazanıyordu) hakkında intihal kararı verildi. Karar bir ay geç alınsa idi, bu kitap da işlem göremeyecekti."
* * *
Ömer Dinçer bu yazının yazıldığı tarihlerde hem CNN Türk’te, hem de Milliyet’te yaptığı açıklamalarda YÖK kararıyla ilgili olarak hemen Danıştay’a gideceğini söylüyordu. Aradan 19 ay geçtiği halde Danıştay’ın bu konuda aldığı herhangi bir karar medyaya yansımadı.
Artık, Ömer Dinçer’in intihali kendisinin de kabul ettiğini söylemek yanlış olmaz!
* * *
Öte yanda Yargıtay 4’üncü Hukuk Dairesi aldığı bir kararla, Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’le ilgili hakaret davasını, "Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de katlanmak durumunda" gerekçesiyle bozmuştu. Dinçer’in 1995 yılında katıldığı bir sempozyumda yaptığı şu açıklama, dava sürecini başlatmıştı:
"Türkiye’de (...) laiklik ilkesinin yerini İslam ile bütünleşmeye terk etmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin (...) daha Müslüman yapıya devre(dil)mesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum."
Kimileri Yargıtay’ın oybirliği ile aldığı kararın siyasi olduğunu iddia edecektir. Ama Ömer Dinçer’in görüşleri de ortadadır.
* * *
Madem iç tutarlılık arıyoruz, hem Ömer Dinçer’in, hem Necla Arat’ın milletvekilliği adaylığı sürecini hep birlikte izleyelim.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2007
ÖNCE bir hatırlatma:Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "alt kimlik-üst kimlik" kavramları çerçevesinde Türkler ile Kürtleri "Türkiyelik" çatısı altında birleştireceğini belirtmemiş ve bu birleşme-kucaklaşma hareketini "demokratik cumhuriyet" kurarak yapacağını söylememiş miydi? DYP lideri Mehmet Ağar Kürtlere seslenerek "Dağda siyaset yapana kadar ovada siyaset yapsınlar" dememiş miydi?
* * *
TBMM; 10 Mayıs 2007 günü bağımsız adayların birleşik oy pusulasında yer almasını öngören Anayasa değişikliğini 430 oyla kabul etti.
Oturuma toplam 456 milletvekili katıldı ve 430 gibi rekor bir rakam bağımsız adayların birleşik oy pusulasına dahil edilmesi yönünde oy kullandı. Sadece 20 milletvekili teklifi reddetti. Bu partilerdeki Kürtlerin bir kısmı bile değişikliğe destek verdiler.
O oturumda aylardır birbirine açıktan saldıran AKP ve CHP ve dahi diğer partiler birleştiler ve bir oyun oynadılar. Neden?
Kürt partisi DTP, %10 seçim barajı nedeniyle, bağımsız adaylarla seçime katılmaya karar verince bu oyun DTP’li Kürtlerin TBMM’ye mümkün olduğunca az milletvekili ile girmesini sağlamak için planlandı.
Birleşik oy pusulasında bu partiye gönül verenlerin kendi adaylarını bulmaları epey zor.
%54’ü okuma yazma bilmeyen bir bölgede insanlar pusulada kendi adaylarını nasıl bulacaklar?
Şimdi uzun, upuzun; belki sahte bağımsız adaylarla da iyice şişirilmiş oy pusulalarını önce zarfa, sonra da sandığa sokmak için ter dökeceğiz.
10 Mayıs’ta Kürtlere verilen mesaj açıktır.
Siyaseti ancak bizim denetimimiz altında yapabilirsin!
* * *
Oylamanın yapıldığı 10 Mayıs gecesi katıldığım bir TV programında (32. Gün-Kanal D) ilk tepkilerimi verdim.
Aradan geçen sürede medyayı izledim. Diğer tepkileri bekledim!
Ancak, birkaç arkadaş dışında anlamlı bir eleştiri görmedim.
Önemle; "demokrasi elden gidiyor" şiarı ile AKP’ye sahip çıkan gazete ve TV’ler veya "cumhuriyet elden gidiyor" diye CHP’ye, laik cumhuriyete destek veren gazete ve TV’ler, bu Anayasa değişikliğini adeta görmediler!
Beni en fazla son dönemlerde AKP’ye yapılan haksızlıklara demokrasi şemsiyesi altında tepki veren gazetelerin tavırsızlığı şaşırttı.
Demek ki onlar kendilerine demokrat, Kürtlere otokrat!
* * *
Kendi örgütleri ile hareket eden Kürtleri TBMM’de istemiyorlar. En azından mümkün olduğu kadar az "denetim dışı" Kürt milletvekili TBMM’de olsun istiyorlar.
Neden? Zira, DTP PKK ile organik olarak ilişkide!
Bu saptamalarında haklılar ve bu durum beni de çok rahatsız ediyor.
Zordan başka hiçbir politikası olmayan, büyük devletlerin sultası altında hareket eden, aklı 40’lı yıllarda dondurulmuş terör örgütünün TBMM’ye sızmaya çalışmasını hazmetmek zor.
Ancak, başta DTP üyelerini, bölgede siyaset yapmak isteyen demokrat Kürtleri ve her şeyden öte Kürt insanlarımızı bu örgütten kurtarmanın en doğru yolu onlara sivil siyasette kendilerini ifade etme şansı tanımaktır. Onları "diğeri" olarak görmediğimizi ancak içimize alarak ispat ederiz.
* * *
Dağa çıkma ama ovaya da inme! Peki Kürt ne yapsın?
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2007
NERİMAN benim karım. 56 yaşında. İlk konuştuğu dönemlerde adı sorulduğunda "Neno" dediği için küçük adı böyle yerleşmiş. Onu bu yaşında dahi "Neno" diye çağırırız. Bugün Anneler Günü ve benim işim çok zor. Ben 21 yıldır Anneler Günü’nü "annesiz" geçiririm. Ben ne de olsa annesizliğe alışığım. Neno bu yıl ilk defa Anneler Günü’nü annesiz geçirecek. O henüz annesizliğe alışık değil.
Ben bugün ona nasıl davranmam, ne demem gerektiğini bilmiyorum.
* * *
O duygularını söylemez, konuşmaz. Biliyorum, bugün o bağrında ağır, taşıması çok zor bir taşla dolaşacak. Ben ona, o taşın hep orada duracağını, ama bir şizofreni gibi o taşla yaşamayı öğrenmesi gerektiğini nasıl anlatacağım!
Neno da bir anne. Ama, her anne aynı zamanda bir çocuktur. Her anne kendi annesini özler. O da özlüyor, burnunun direği sızlıyor. Biliyorum İstanbul’a sadece bir günlüğüne, Anneler Günü’nde, annesini mezarı başında ziyaret etmek için geldi. Sorsam kabul etmez. Yönetici edasını hiç terk etmez. Ama o da 56 yaşında, yurtdışında uluslararası bir şirketin başında, yine de bir anne kuzusudur. Ara sıra başını anasının omzuna yaslamak, hatta "ana-kız" çekişmek ister. Ancak, artık yapamaz. Yapamadığına üzüldüğünü de söyleyemez.
* * *
Bu yazı anası olmayan bir kişi tarafından yazılmıştır. Hatta artık karısının da anası olmayan bir kişi. Yazarın hiçbir anneye yaranma derdi yoktur.
Ama yazarın bir derdi vardır.
Analar unutulmaz!
Yazar erkektir, babası da yoktur ve ileride kendi başına ne geleceğini de bilmektedir. Babalar da unutulmaz. Ama analar bir başka unutulmaz.
Yazar "Babalar Günü"nde babası ile ilgili bir yazı yazmayı akıl etmez ama her "Anneler Günü"nde illa ki anasıyla ilgili bir yazı yazar.
* * *
Bu yıl Anneler Günü’nde ise yazarın ilave bir derdi vardır. Anasızlığı bilen bir kişi olarak anasızlığa henüz yeni alışan birine "Anneler Günü" ile baş etmeyi nasıl anlatacaktır, yazar işte bunu bilmemektedir. Yazar bu işin içinden nasıl çıkacağı derdindedir.
Muhatap kan kussa "kızılcık şerbeti içtim" diyecek karakterde olduğu için anlatamayacağı bir duyguyu yazmayı tercih etmiştir.
* * *
Sevgili Neno;
Annenin son yıllarını hep birlikte geçirdiğimiz için annenle sağlığında ne kadar mesafeli durduğunu bizzat biliyorum.
Nerede ise benim gözüm önünde hiç kucaklaşmadığınızı, birbirinize hiç öpücük yollamadığınızı da biliyorum.
Ama bir yıl önce bir Anneler Günü ardından o meşum telefon geldiğinde, bana dönüp "Cüneyt annem ölmüş!" dediğinde suratında yıllar ama yıllar sonra ilk kez gördüğüm o mahzun, o bitik, o kırık ifadeyi ömür boyu unutmayacağım.
O anki ifaden anasını yitirmiş 10 yaşında, 15 yaşında bir çocuktan hiç farklı değildi.
Karşımda şaşkın, çaresiz, inkár etmek isteyen, kabullenemeyen, ateş bağrına yavaş yavaş düşen bir insanın surat ifadesi vardı.
Yangın yavaş yavaş başlıyordu. Yaran yavaş yavaş azıyordu.
Sen bu duygularla nasıl baş edeceğini hiç bilmiyordun.
* * *
Sevgili Neno; meramım basit: Bil ki yangın belki küllenecek ama hiç sönmeyecek, yaran belki küçülecek ama hiç kapanmayacak!
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2007
BEN bir liberal-demokratım. Bu açıdan bakıldığında kendimi siyasi yelpazede merkez-sağa oturturum. Bu bakış açısı, ister istemez, benim hayata bakış açımı şekillendirir ve beni subjektif analizler yapmaya sevk eder.
Ancak, unutulmamalıdır ki, sosyal olgulara objektif yaklaşmak mümkün değildir.
Herkes hayata kendi gözlükleri ile bakar.
* * *
Arada bir kızsam da, bozulsam da Turgut Özal’ın Türk insanının zihin haritasında yaptığı devrimin hep hayranı oldum. Kendimi "Özal çocuğu" olarak görmekten büyük keyif aldım.
Hakları gasp edildiğinde Recep Tayyip Erdoğan’ı da savundum. Meşruiyetini kabul ettirene kadar AKP hükümetinin AB yolunda verdiği Türkiye’yi özgürleştirme mücadelesine alkış tuttum. Ancak, AB’den müzakere tarihi aldıktan sonra tekrar Milli Görüş çizgisine dönerek aslına rücu etmesi ile ben AKP’ye olan desteğimi çektim. İleride ne olur bilemem ama son iki yıldır AKP liberal demokrat politikalar izleyen bir merkez-sağ parti değildir.
Bu köşeyi izleyenler bilirler ki, cumhurbaşkanı seçiminde, yine de çoğunluk partisi olarak AKP’nin demokratik haklarına sahip çıktım. Hatta Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması gerektiğini savundum.
Öte yanda, her kriz döneminde olduğu gibi; Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçimi sürecini de yönetemeyerek, hatta yüzüne gözüne bulaştırarak, liderlik çapını bir kez daha mercek altına yatırdığı da bir gerçektir.
* * *
DYP ile Anavatan’ın birleşme gayreti içine girmesi bana yeni bir heyecan verdi. Hemen yeni oluşumun genel başkanı olarak Mehmet Ağar ile bir röportaj yaptım ve kendi görüşlerimi de iki gün üst üste bu köşede yayımladım.
Öz olarak; birleşik partinin ilan edeceği milletvekilleri adaylarının insan sermayesi olarak kalitesi benim birleşik partiye esas bakışımı tarif edecek.
* * *
Bu yazılar gazetemde yayınlanırken, okuyuculardan büyük miktarda e-mektup geldi. Belli ki, insanlar bu yeni gelişimi merak ediyorlardı.
Görüşler çeşitli ama çok fazla sayıda insan ortak bir noktaya parmak basıyor:
Gerek DYP gerekse Anavatan 27 Nisan günü cumhurbaşkanı seçimine katılmayarak demokrasi sınavında büyük yara almışlar!
Gece gelen anlamsız muhtıra ile birlikte iki partinin de asker sultası altında hareket ettiği zannı çok güçlenmiş!
* * *
27 Nisan öncesi yazdığım yazılarda, katıldığım TV programlarında, "367 tartışmaları" çevresinde her iki partinin oylamalara katılması gerektiğini, aksi halde bu tavrın demokrasi adına intihar olacağını yazmış ve söylemiştim.
Tarafıma gönderilen ve merkez-sağ seçmeni olduğunu söyleyen büyük bir kitle de iki partinin ünlü oylamaya katılmayarak büyük yara aldıklarını söylüyorlar.
* * *
Bu köşeden samimi olarak sesleniyorum. Hem Mehmet Ağar, hem Erkan Mumcu merkez-sağ seçmenin 27 Nisan günü yaşadığı sukut-u hayali düzeltmek için ivedilikle özel gayret sarf etsinler. Aksi halde, bu durum seçimlerde ayaklarına dolanabilir!
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2007
MEHMET Ağar ile yaptığım röportajın ardından, dün de Ağar’ın merkez-sağın rejimin gerçekleri ile milletin taleplerini uzlaştırmaya çalışan bir siyaset güdeceğine dair görüşlerine kendi köşemde vurgu yaptım. Ağar’a göre; bu açıdan AKP merkez-sağa yerleşemedi. Siyasette aşırılıklardan ürken orta direği kucaklayacak yeni oluşuma şiddetle ihtiyaç doğdu.
Ben bu tespitlere büyük çapta katılıyorum ama sade suya tirit bir birleşmenin de tek başına ihtiyaçları karşılamayacağı görüşündeyim.
* * *
Her iki tarafta birleşmenin toplumda büyük ilgi uyandırdığı, medyanın sağda ve solda birleşmeye destek verdiği bir gerçek.
Ancak, bu heyecanın kısa sürede hüsrana uğrama şansı da var.
İnsanlar yıpranmamış, bilgi ve becerisini kanıtlamış, donanımı yüksek, ihtisas sahibi insanları siyaset içinde görmek istiyorlar.
Onların bu görüşünü en iyi şu atasözü vurguluyor:
Kullanılmış malzemeden yeni bina inşa olmaz!
Merkez-sağda birleşme; eğer iddia edildiği gibi, kendini 21. yüzyılın şartlarına uyum sağlayarak yeniden tarif edecek ise; sadece sözde değil, özde de küresel dünyanın şartlarını hazmetmiş, bu şartlara ayak uydurmaya müsait donanımlar edinmiş kişileri ortaya sürmeli.
Şimdilik bu değişimi sağda görmemekteyiz.
* * *
Eğer DYP 2002’de meydanları AKP’ye teslim eden, özellikleri kendinden menkul, suratları çoktan eskimiş ve milleti bıktırmış insanları öne sürecekse, şimdiden bilinsin ki, birleşmenin ateşi kısa sürede sönecektir.
Zaten, onların yarattığı alerji milleti 2002’de AKP’ye itmiştir.
Zaten, onlar yıllardır DYP’de "gelene ağam, gidene paşam!" dedikleri için DYP son dönemlerde yok olmaya yüz tutmuştur.
Eski suratlar ön plana çıkarsa, bir liberal demokrat olarak, şu anda heyecan duyduğum merkez-sağdaki yeni oluşumdan ilk soğuyacak kişilerden birisi olacağımı şimdiden ilan ediyorum!
* * *
Üç büyük şehir için önemli gördüğüm bir uyarım var:
İstanbul (70), Ankara (29), İzmir (24) 123 milletvekili çıkarıyor. Bu da toplam milletvekili sayısının neredeyse dörtte biri eder. Ayrıca, bu üç il seçimlerde diğer illeri etkileyecek "taşıyıcı özellikleri" gösterir.
Bu üç ilde de DYP çok gerilerdedir, hatta neredeyse yoktur.
Eğer birleşik parti merkez-sağa yerleşmek istiyorsa, yıllardır tepki alan "eski tüfekleri" bu üç ilde ileri sürmemelidir.
Mehmet Ağar; "Modernitenin taşıyıcısı kadınlardır" diyor.
Seçimlere DYP çatısı altında katılacak "birleşik parti" önemle bu üç ilde kadınlara ön sıralarda yer vermezse, bizzat Ağar’ın söylemi ile, seçimlere yön verecek kadınlar yeni merkez-sağı kabullenmeyeceklerdir.
Kadın adaydan kasıt ise eğitimi, donanımı ile küresel dünyaya açık, mesleki alanda rüştünü ispat etmiş, toplumda saygı kazanmış kadınlardır.
* * *
Siyasette insan kalitesi çok düşük. Katma değeri yüksek siyasileri katiyen rencide etmek istemiyorum ama onlar da azınlıkta olduklarını biliyorlar.
Bu insanların ivedilikle yeni yüzlerle takviye edilmesi şart.
Dünyayı kavrayan, donanımı yüksek yeni insanlar!
Ben merkez-sağdaki yeni oluşumda insan sermayesini yakın takibe alacağım!
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2007
DYP ile ANAVATAN’ın birleşmesinin sadece iki-üç saat ardından "sağı birleştiren adam" sıfatını hak eden kişi olarak Mehmet Ağar ile uzun bir sohbet yapma imkánı buldum. Bu sohbetin odak noktaları, bir röportaj halinde dün Hürriyet’te yayınlandı.
Bugün ve yarın ise izlenimlerimi/önerilerimi yansıtmaya çalışacağım.
* * *
Mehmet Ağar, DYP ile ANAVATAN’ın birleşmesini -bütünleşmesini- siyasette doğan somut bir ihtiyacın karşılanması olarak görüyor.
Ona göre şu anda Türkiye’de en temel ihtiyaç uzlaşma!
Ağar insana; 12 Eylül darbesinden sonra çatışmadan bıkan, usanan, korkan Türk halkına Özal’ın "dört eğilimi birleştirerek" sunduğu uzlaşmacı siyaseti hatırlatıyor.
Turgut Özal muhteşem bir tespitle ülkeye "orta direk" kavramını yerleştirmişti. Başta esnaf olmak üzere işçi, köylü, memurdan oluşan orta direğin huzurun peşinden koştuğunu, hatta alışverişin sağlıklı işlemesi için sokakta şekillenen pazarın barış içinde sağlıklı çalışmasına en fazla ihtiyaç duyan kesimin esnaf olduğu görüşünü başarıyla işlemişti.
"Merkez sağ nedir?" sorusuna, "Milli ve manevi değerleri, gelişen dünya içerisindeki modern değerler ile örtüştüren, rejimin gerçekleriyle milletin talepleri arasında uyum sağlayan görüştür" şeklinde cevap veren Ağar bu iki tarifin AKP’ye uymadığını, bunun için AKP’nin merkez sağ gömleğini giyemediğini iddia ediyor.
Rejimin gerçekleriyle bir türlü barışamayan milli görüş geleneğinin AKP’nin omurgasını oluşturduğunun yaşanan tüm kriz dönemlerinde ortaya çıktığını söylüyor. Milli görüşün, çatışma kültüründen başka bir gelenek tanımadığının bizzat Başbakan’ın haşin ve "ben merkezli" tutumuyla son dönemde bir kez daha yaşandığı bir ortamda Ağar ısrarla, "Bana oy vermeyenlerin de güvenini kazanmak için mücadele vereceğim" diye vurguluyor.
* * *
Cumhurbaşkanı seçimi mücadelesinin, CHP’nin de AKP’nin ikiz kardeşi olduğunu gösterdiğini söyleyen Mehmet Ağar, "AKP ve CHP ülkeyi zıt kamplara götürüyorlar. Türkiye bir arayış içinde" tespitinde bulunuyor.
Ben Çağlayan Mitingi’nde bir sloganla karşılaşınca, "İşte Türk milleti bu!" diye düşünmüştüm.
Mitingde kürsüyü ele geçirenler "asker postalı"na duydukları özlemi dile getirirken, halk kitleleri;
"Ne şeriat, ne darbe!" diye bağırıyorlardı.
* * *
Ülkenin hem AKP, hem CHP, hem TSK, hem de garip Anayasa yorumuyla Anayasa Mahkemesi tarafından alabildiğine gerildiği bir ortamda, milletin bir karpuz gibi ortadan bölündüğünü düşünenler iki zıt kutbun çekişmesinin seçimleri şekillendireceğini düşünüyorlar.
Bir taraf muhtıra yemiş, milletten aldığı yetkisi kullandırılmamış mağduru oynayarak safını pekiştirmeye çalışacak, diğer taraf gizli ajandaları olanların ülkeyi hep muhtıra ortamına sürükleyen çapsızlardan oluştuğunu vurgulayacak.
Ancak, vurgulamaları farklı olsa da, iki taraf "korkutma ve germe siyaseti" ile milletten oy isteyecek.
Böyle bir ortamda; milletin esasında kavga istemediği, milli-manevi değerlerini modernite içinde mecz etmeye çalışan ve milletin omurgasını oluşturan kesimlerin merkez sağın barıştırıcı, rahatlatıcı, birleştirici politikalarını tercih edeceği iddiası, Mehmet Ağar ile Erkan Mumcu’yu birleşmeye yönlendirmiş.
Yarın, bu iddianın gerçekleşmesi için birleşmenin tek başına yetmeyeceği, seçime giderken yapılması gereken ilave işler olduğu hakkında görüşlerimi aktaracağım.
Yazının Devamını Oku