Cüneyt Ülsever

Şerif Mardin ve Türkiye’de felsefenin sefaleti (I)

27 Mayıs 2008
ÖNEMLİ not: Bu yazı Şerif Mardin’i şu taraf (İslamcılık) veya bu tarafa (Kemalistlik) koymak için veya taraflardan birinin perspektifiyle yazılmamıştır. Mardin’in tek bir tarafı vardır: Bilim adamlığı! Bu yazının tek amacı, gazetelere yansıdığı kadar okuduğum yeni Mardin açılımına, daha doğrusu hep böyle olan Şerif Mardin’in yeniden kendi görüşlerini anlatmasına ufak bir katkıda bulunmaktır.

* * *

Gazetelere göre "mahalle baskısı" kavramıyla ilgili olarak Şerif Hoca, "Bu kompleks bir alan.

Alanda yalnız mahalle yok. Cami var, imam var.

İmamın okuduğu kitaplar var. Tekke var.

Külliyeler var.

Esnaf var.

Mahalle, bütün bunların bir sektör olarak çalışmış olmasıdır" diyor.

İlave ediyor: "Bu yapının karşısında öğretmen, okul, öğrenci, öğrencinin kitabı ve cumhuriyetin öğretmenle birlikte getirdiği bir inşa var.
Bu inşa, mahalle yapısına rakip bir inşa...

Cumhuriyette ’iyi, doğru ve güzel’ hakkında çok derine giden bir düşünce yok.

Bizim cumhuriyet öğretimizde iyi, doğru ve güzeli derinliğine araştırma yok...

(Halbuki) Mahallenin kendisine baktığınız zaman iyi, doğru ve güzel hakkında bir düşünce var.

Nedir o?

İslami düşünce tarzı."

Hoca devam ediyor: "En önemli saydığım ’iyi, doğru ve güzel’ hakkında Kemalizm’in bir zaafı var.

Batı’da laiklerin tartıştıkları ve binlerce sayfalık tartışma yaptıkları ’iyi, doğru ve güzel’ anlatısı hakkında bugün Türkiye’de liseden mezun olanların bilgisi sıfır seviyesindedir.

Kemalizm’in zaafının bu olduğunu anlamak lazım. İslam’ın zayıf ve boş bir alanı doldurduğunu görüyoruz."

* * *

İnsanoğlu tarih boyunca "iyi, doğru ve güzel"i felsefe çalışmaları ile aramıştır.

İyiye, doğruya ve güzele felsefe ile anlam kazandırmaya çalışmıştır.

Şerif Mardin, galiba diyor ki: İslam’ın bir düşünce tarzı, felsefesi vardır ancak Kemalizm, önemle laiklik tartışmaları çerçevesinde, bir düşünce tarzı geliştirememiştir, daha doğrusu Kemalizm’in felsefesi yoktur.

Şerif Mardin’in şu iki saptamasına, anladığım kadarıyla tamamen katılıyorum:

1) Kemalizm’in, hatta daha ileri gidelim cumhuriyetin umdeleri vardır ama kendi ülkesi için geliştirdiği düşünce tarzı (felsefi derinliği) büyük çapta yoktur.

2) İslam’ın ise, katılın katılmayın, bir düşünce tarzı (felsefesi) vardır ve yüzyıllar içinde bu düşünce tarzı yerelleşmiştir (Osmanlılaşmıştır).

* * *

Ancak, Şerif Mardin’e katılmadığım bir nokta var.

Osmanlı’nın takip ettiği İslami düşünce tarzı 16. yüzyıldan itibaren tartışmayı ve sorgulamayı istisnaları dışında bırakmış, skolastik bir tarza bürünmüş, felsefi tartışmalar boşlanmıştır.

Kabaca, 16. yüzyıldan itibaren bu topraklar felsefeyi terk etmiştir.

İslam, adeta imamın sadece tebliğ ettiği, cemaatin ise sadece tebellüğ ettiği şekilde yaşanmaya başlamıştır.

İslam, önemle Osmanlı’nın son döneminde, büyük çapta felsefeyle alakası olmayan bir tebliğ-tebellüğ geleneği içine girmiştir.

Ancak, yüzyıllardır yerel kabul edildiği için söylemi ne kadar statükonun savunusuna dönüşse de kabul görmüştür.

Bizzat Şerif Mardin, birer felsefe yuvası olan tarikatların 16. yüzyılın sonlarından itibaren felsefeyi bırakıp, ekonomi ve önemle siyaset ile uğraşmaya başladığını söyler.

Cumhuriyet yeniyi inşa etmeye çalışırken felsefesizliği bizzat İslam düşünce tarzının son yüzyılda Osmanlı’da yaşadığı felsefesizlikten almıştır.

(Yarın ve öbür gün devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku

’Paralel toplumlar’

25 Mayıs 2008
GEÇEN hafta Konrad Adenauer Vakfı ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin ortaklaşa tertip ettikleri 22. Türk-Alman Gazeteciler Semineri’ne katıldım. Seminerin konusu "Güncel Siyasi Gelişmeler Işığında Türk-Alman İlişkileri" idi. Ancak, haliyle ateşli tartışmalar AKP’ye açılan kapatma davası etrafında yapıldı.

İkinci kez katıldığım bu seminerlerden büyük keyif alıyorum. Yabancı meslektaşlar önünde kendi görüşlerimi sınıyor, onların dışarıdan bakışlarından yararlanıyorum.

* * *

Bugün sizlere seminerin bir bölümüyle ilgili gözlemlerimi aktaracağım.

Alman meslektaşlar, Almanya’da yaşayan ve sayıları 2.6 milyonu bulan Türkler ile ilgili duygu ve görüşlerini naklederlerken bazı noktalara parmak bastılar.

Onlara göre Türkler hálá kendi aralarında yaşıyorlar, Almanya büyük bir entegrasyon (birleşme, bütünleşme) sorunuyla karşı karşıya. Zira, Türkler ülkede uzun yıllar kalsalar da büyük çapta kendi örf ve ádetlerini izliyorlar, sadece birbirleriyle görüşüyorlar ve eski nesil Almanca öğrenmeyi ısrarla reddediyor.

Onlar Türklerin Almanlardan uzak ve kendi usulleriyle yaşamasının yarattığı sosyal yapıya paralel toplumlar diyorlar ve haklı olarak çok rahatsızlar.

Ancak, daha büyük rahatsızlıkları, Almanya’da yaşayan Türklerin artan oranlarda İslami kurallarla yaşamaya başlaması.

Bu konuda konuşan Alman gazetecilerin hemen hepsi, Almanya’da İslamlaştırma gayretlerinin giderek büyüyen bir korku yarattığını ifade ediyor.

Onlara göre camiler denetlenemiyor, giderek daha fazla Türk kız çocuklarının okulda havuza girmesi istenmiyor, bazıları daha da ileri giderek kız ve erkek çocukların ayrı sınıflarda okumasını istiyor.

Almanlar görücü usulü ile yapılan evliliklerin kadın-erkek eşitliğini bozduğunu, zaten İslamlaştırma projesinin (ben muhafazakárlaştırma projesi diyorum) kadına düşük statü verdiğini vurguluyorlar.

Meslektaşlar Almanya’da yaşayan Türklerin Alman Anayasası’na uymaları gerektiğini vurguluyorlar.

* * *

Aynı Almanlara, "Haklı olarak AKP’nin kapatılmasına karşı çıkıyorsunuz, ama Türkiye’de bazı kesimlerin, tıpkı sizler gibi, Türkiye’de de yaşanan İslamlaştırma projesinden rahatsızlık duyduğunu neden ifade etmiyorsunuz?" diye sorduğumuzda, AKP’nin bazı hataları olmasına rağmen İslamlaştırma projesi olduğunu düşünmediklerini söylüyorlar.

Ortaya şöyle bir paradoks çıkıyor: Almanya’da İslamlaştırma projesi yürüten ve AKP’ye hayatiyet veren Milli Görüş, kendi ülkesi Türkiye’de aynı projeyi yürütmüyor!

Bu meslektaşlara göre, örneğin giderek daha fazla içki içilen yerlerin kapanmaya zorlanması bir sağlık politikası!

Türbana özgürlük sadece bir özgürlük meselesi, türban katiyen siyasi simge değil!

Alman gazeteciler, tıpkı bazı AB milletvekilleri gibi, Türkiye’nin yarısının laiklik hassasiyeti olduğunun ya farkında değiller, ya da görmek istemiyorlar.

* * *

Avrupa’ya hayatiyet veren liberal demokrat umdeler, toplumların birbiriyle entegre olmasını (birleşmesini, bütünleşmesini) istiyor, İslamlaştırma projesinin entegrasyona büyük engel teşkil ettiğini söylüyor ama aynı umdelerin Türkiye için de geçerli olduğunu, ancak Türkiye’nin tüm kurumlarıyla hızla paralel toplumlar yaratmakta olduğunu bazı Alman dostlar görmüyorlar veya görmek istemiyorlar.

Ben laiklerin bir köşede, muhafazakárların diğer köşede yaşadığı "paralel toplumlu" bir Türkiye istemiyorum!
Yazının Devamını Oku

ABD, İran’a saldırırsa Türkiye ne yapacak?

22 Mayıs 2008
AKP’yi kapatma davası gündemimizi o kadar çok meşgul ediyor ki yanıbaşımızdaki pimi çekilmiş bombayı adeta görmüyoruz.

Tekrar tekrar yazıyorum.

ABD’nin Irak saldırısı sonrası Ortadoğu’da emperyal devlet olma yolunda en başarılı politikalar yürüten ülke İran’dır.

İran, Suudi Arabistan’da nüfusun % 15’ini oluşturduğu tahmin edilen Şiileri örgütlemekte, Suriye üzerinden Hizbullah’ı hem Lübnan’ın başat siyasi örgütü haline getirmekte hem İsrail’in başına bela etmekte, aynı zamanda Sünni Hamas’ı Filistin’de din kurallarına dayanan bir devlet kurmak için örgütlemekte ve Şii lider Mukteda es Sadr’ın Mehdi ordusu ile Irak’ta söz sahibi olmaktadır.

Açık bir şekilde görülmektedir ki, İran Ortadoğu’nun ortasına bölgeyi doğudan batıya kesen bir Şii kuşak inşa etmektedir.

Yazının Devamını Oku

Sigara yasağı: Hükümeti candan kutlarım

21 Mayıs 2008
MAALESEF, Türkiye dünyada sigara tiryakiliği ile eş tutulan bir ülke. İtalya’da çok sigara içen birisine "Türk gibi içiyor" deniyor. Bu açıdan Türkiye’de geniş kapsamlı bir sigara yasağı kanunu çıkarmak yürek ister.

Hükümet bu cesareti gösterdi.

Başta Sağlık Bakanı Recep Akdağ olmak üzere tüm hükümet üyelerini ve bu kanunla ilgili olarak TBMM’de olumlu oy kullanan tüm milletvekillerini candan kutlarım.

* * *

Sigara, yüzyılımızın en büyük belası.

Sigara, kendi elimizle cebimize, çantamıza koyduğumuz, kendi elimizle ateşleyerek pimini çektiğimiz bir katil!

2005 yılında, dünyanın en büyük ilaç firması Pfizer’in sahip olduğu dünyanın en büyük ilaç araştırma merkezi Groton Laboratuvarları’nı ABD’de birkaç gazeteci ziyaret etmiştik.

Dünyanın en ileri kanser çalışmaları da bu laboratuvarda yapılıyor.

Laboratuvarın İcatlar Bölümü başkan yardımcısı ve 27 yıllık kanser araştırmacısı Dr. Mike Morin, "kanserin önümüzdeki 5 yıl içinde tıpkı şeker hastalığı gibi tedavi edilemeyen ama belirli ilaçlarla bir ömür boyu beraber yaşanan ölümcül olmayan hastalıklar kategorisine düşeceğini" büyük bir inançla söylemiş, ruhumuza serin sular serpmişti.

* * *

Dr. Morin, kanserle ilgili olarak da bazı noktalara parmak basmıştı.

Ailesi içinde önemli sayıda üyesini kanser hastalığı nedeniyle kaybetmiş birinin duyduğu vesveselerle yaşayan birisi olarak bu saptamaları bizzat uzmanlardan duymak, çok ama çok moral verici.

Ben anladıklarımı mealen naklediyorum.

Basit ifadelerim için özür dilerim:

1) Kansere neden olan faktörleri çözmekte fazla adım atılamadı. Ancak kanserin yayılmasına neden olan faktörlere karşı önleyici tedbirler geliştirmekte çok büyük adımlar atıldı.

2) Kanserin kalıtımsal ilişkileri çok zayıf. Örneğin, meme kanserinde etki takriben yüzde 7-8 iken, akciğer kanserinde hiçbir kalıtımsal bağlantı kurulamıyor.

3) Akciğer kanserinin en önemli nedeni yüzde 80-85 oranında sigara tiryakiliği olduğu gibi tüm kanserlerde sigara tiryakiliğinin yüzde 25 civarında bir etkisi olduğu kabul ediliyor.

Dr. Morin’e göre "sigara" ve "kanser" eşdeğer kelimeler.

Sigara sadece akciğerleri değil, ağızdan dumanı alınıp rektuma varana kadar dolaştığı her yerde kanseri tetikliyor.

Onun için her türlü kansere % 25 oranında etki yapıyor.

Dr. Morin o kadar sıkı bir sigara düşmanıydı ki sigara üretiminin tıpkı esrar, eroin gibi toptan yasaklanması, üretenlerin cezalandırılması gerektiğini düşünüyordu.

Sorduğumuzda güldü ve sigara tiryakilerine bir ceza vermenin gereksiz olduğunu, zira onların kendilerini ziyadesiyle cezalandırdığını söyledi.

* * *

Yeni ilaç keşfi için yapılan araştırmalara beher yıl harcanan para ise 50 milyar dolar!

Bu paranın 38.8 milyar dolarını ABD (yüzde 78), geri kalanını ise (yüzde 22) diğer ülkeler harcıyor.

ABD’de harcanan 38.8 milyar dolara karşılık 2004’te ilaçlara ruhsat veren ABD kurumu FDA, sadece 38 ilaca ruhsat vermiş.

2004 yılında piyasaya çıkmadan önce beher ilaç ABD’ye ortalama 1 milyar dolar yük getirmiş! Ancak, kansere son noktayı koyan bir ilaç hálá ortada yok.

* * *

Ne kadar az sigara, o kadar az kanserli hasta!

Dilerim tiryakilerimiz bu yasağın kendi sağlıkları için de konulduğunun bilincine varırlar!
Yazının Devamını Oku

Karıştırılan iki kavram: Hukuk ve kanun

20 Mayıs 2008
18.05.2008 Pazar günü Erkan Mumcu’nun Cumhurbaşkanı’na yolladığı mektubun içinde yer alan ülkenin meseleleri ile ilgili bazı teşhislerini yayınladım. Neden böyle yaptım? Türkiye, AKP’nin "liberal soslu-Milli Görüş egemen" düşünce sistematiği ile CHP’nin "cumhuriyetçi soslu-elitist dayatmacılık egemen" düşünce sistematiği dışında başka bir düşünce sistematiği olmadığını zannetmeye başladı. Mumcu bize her iki tarafa da eşit mesafede duran bir "liberal-demokrat" düşünce sistematiği olduğunu hatırlatıyor.

* * *

Esasında AKP ve CHP’nin düşünce sistematiklerinin metodolojisi hiç de farklı değil.

İkisi de kanun normları ile hukuk normlarını karıştırıyor, hatta kanun normlarını hukuk normlarına üstün tutuyor!

Nedir bu normlar arasındaki fark?

Kanunlar TBMM’de yapılır. Hukuk, kanunlar üzerine inşa edilse de, toplumun tüm katmanlarının paylaştığı vicdanlarda oluşur.

Kanun normları, TBMM’de çoğunluk eliyle istendiği gibi değişir. Hukuk normları kolay değişmez, değişmesine sadece zamanla değişen şartlar önayak olur.

* * *

Bu açıdan bakınca:

AKP mutlak çoğunluğu ele geçirip tek başına kanun yapma yetkisini alınca hukuk normlarını da değiştirebileceği zehabına kapılmıştır.

Bu da Erkan Mumcu’nun deyimiyle AKP’yi "çoğunlukçu diktatörlük" anlayışına sürüklemiştir.

AKP, % 47’nin onayını almayı % 53’ün vicdanını es geçme hakkı olarak yorumlamıştır.

Örneğin, diğer özgürlükleri unutup sadece türbana özgürlük getirmeye kalkmanın toplumun bir bölümünün vicdanında kabul görmeyeceğini anlamamıştır.

Öte yanda CHP de kanun normlarının hukuk normlarına üstünlüğünü kabul ettiği için tek başına kanun yapamasa da, kanun yorumcusunu (yargı) etkileyerek AKP’yi durdurma yöntemini seçmiştir. O da istediğini elde etse dahi, kapatma kararının toplumun çok önemli bir bölümünün vicdanında kabul görmeyeceğinin adeta farkında değildir.

* * *

Hukuk ile kanunun birbirine karıştırılması, Anayasa Mahkemesi’ni de töhmet altında bırakmıştır. Mahkeme ne karar alırsa alsın bu karar toplumun bir bölümünün vicdanında kabul görmeyecek, buna göre de hukuk normlarına uygun bulunmayacaktır. Mahkeme ehven-i şer bir karar almak durumundadır.

* * *

Türkiye’nin ev ödevi, Anayasa’sını şu 2 prensibe uyum sağlayacak biçimde toptan ve son kez değiştirmektir:

1) Özgürlüklerden faydalanamayan tüm katmanlara kanunlarda sınırları çizilmiş hakları teslim edilmeli,

2) Çoğunlukçu diktatörlüğün önüne toplumun tüm katmanlarının vicdanlarında kabul görecek engeller konulmalıdır.

Erkan Mumcu’nun dediği gibi, sistem kendi kendini denetleyebilecek ve düzeltebilecek hale gelmelidir.

* * *

Bunun yöntemi de bireyi, devlet erkini ele geçirenlerin olası dayatması karşısında koruyacak bir Anayasa inşa etmektir!
Yazının Devamını Oku

Erkan Mumcu’dan Cumhurbaşkanı’na mektup

18 Mayıs 2008
30 Nisan 2008 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün muhalefet liderlerini kabulünde, -basına da yansıdığı gibi- Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu ile aralarında geçen bir diyalog çerçevesinde bir mektup kaleme alınmış ve Cumhurbaşkanı’na ulaştırılmış. Mektup ülke meselelerine "teşhis" ve "tedavi" öneren bir bütünlük arz ediyor. Bugüne dek gördüğüm en geniş kapsamlı ve taraflara eşit mesafede duran bir ülke analizi.

Ben yerimin darlığı nedeniyle mektubun "teşhis" bölümünden bir özet yayınlıyorum. İnşallah, mektubun içindeki "öneriler" de kamuoyuna yansır.

* * *

Özetle mektup:

"Türkiye, bir ’siyasal sistem krizinin’ içinden geçmektedir. Bu krizin ideolojik göstergesi laikliktir. İktidar partisi hakkında açılan kapatma davası bu krizin yeni bir safhasıdır. Önümüzde belirsizlik ve kaos vardır ve krizin devlet krizi haline dönüşmesi ciddi bir olasılıktır. Teşhisler doğru konulmalı ve yanlış teşhisler üzerinden tartışmaya bir son verilmelidir. Sorun anayasanın öngördüğü siyasal düzenin kendisindedir.

Mevcut anayasal düzen, yasamada üstünlüğü ele geçiren siyasal odağın, icrada olduğu kadar, kademeli olarak yargıda ve tüm devlette hakimiyet tesisine elveren bozuk bir tasarıma dayanmaktadır.

Sistemin kendisini savunmak için neredeyse hiçbir imkan veya araca sahip olmadığı açıktır. Parti kapatma ya da demokrasi dışı müdahaleleri bir araç veya yöntem olarak kabul etmek de mümkün görülmemelidir.

* * *

İktidar partisi hakkında açılan kapatma davasının arka planında, laiklikle ilgili sorunlar ve siyasal iradenin bu konudaki üslubundan öte, esasen bu zaafla yüz yüze gelmenin yarattığı tedirginlik ve kaygı vardır.

Gelinen aşamada, Türkiye’nin siyasal sisteminin, bir kadro partisinin çoğunluğu elde etmesi durumunda, ’çoğunlukçu diktatörlük ya da parti devleti rejimine’ doğru bir sapmaya müsait olduğu açığa çıkmıştır.

Yaşadığımız sistem krizinin dışavurumu ise laiklikle ilgili anlayış farklılıkları üzerinden gerçekleşmektedir. Laiklik milli egemenlik ilkesinin diğer yüzüdür. Bu anlamda, devlet erklerinin yegane referans kaynağının beşeri irade olması demektir.

Bununla birlikte laikliğin, dinin toplumsal hayattan da tasfiyesini isteyen bir ideolojiye dönüştürülmesi kabul edilemez.

* * *

Laikliği ideoloji haline sokan anlayışın, dinin toplumsal hayattan tasfiyesi için devleti işlevlendirmeyi talep ettiği açıktır. Devlet, toplumsal hayatı ladinileştirme misyonu üstlenmeye zorlanmaktadır.

Bu yaklaşımın anayasa yargısıyla benimsenmesinin kaçınılmaz sonucu, devlet-toplum, resmi ideoloji-toplumsal hayat çatışmasıdır ki, en uzak durmamız gereken tehlike budur.

Unutulmamalıdır ki, üzerinde yaşadığımız coğrafyada ancak devlet varsa ve güçlüyse millet olarak var olunabilir. Aslında, örgütlü güç birliği anlamında devleti yetersiz toplumlar, millet kalamazlar, dinlerini dahi koruyamaz ve yaşayamazlar, vatanlarında güven içinde var olamazlar, hak ettikleri refahı başkalarına devretmeye mahkum kılınırlar.

Bekle-gör anlayışına teslim olunmamalıdır. Beklenirse görülecek olan da bellidir."

* * *

Türkiye’ye yakın dönemde ilk defa yaşananlara ne AKP, ne de CHP gözlüğüyle bakmayan, liberal-demokrat umdeleri ön plana çıkaran, özgün bir "teşhis" ile karşı karşıyayız. Dilerim, birileri "meselelere" bir de bu gözle bakar ve bu gözle "çareler" üretir.
Yazının Devamını Oku

Dünyadaki devinimler ve kapatma davası (III)

15 Mayıs 2008
YENİDEN paylaşım savaşının bütün hızı ile yaşanıldığı dünyamızda diğer paylaşım savaşları gibi yine kıyamet enerji kaynakları etrafında kopuyor. Yine Ortadoğu savaşın oynandığı saha. Türkiye de İran gibi sahanın baş oyuncularından.

Bunun içindir ki AKP’nin kapatılma davasının uluslararası boyutları var. Hem AB hem ABD kapatılma davasına demokratik mülahazalar dışında kendi çıkarları açısından bakmak zorundalar.

AB kapatma davasına karşı ve bunu açıkça beyan ediyor.

ABD ise değişik kesimlerden değişik görüntüler veriyor.

AKP son dönemde Kuzey Irak’ta ABD’nin istediği doğrultuda hareket ederek ABD’yi memnun ediyor ama AKP’nin henüz "İran politikası" açık değil.

ABD bu politikanın da açıklık kazanmasını bekliyor.

Hemen belirtelim, gelecek yıl ABD’de başkan değişince ABD’nin "İran’a bakışı"nın değişeceğini sananlar tekrar düşünsünler.

Belki "garson"un tarzı değişecek ama "mutfak" aynı mutfak kalacak.

* * *

AB, AKP’yi savunurken Türkiye’deki anti-AKP-pro-AB’li seçmen kitlesini yok sayıyor, bu kitlenin duyarlılıklarını önemsemiyor, "beni ilgilendirmez" psikolojisi içinde AKP’nin muhafazakarlaştırma projesini görmezden geliyor.

CHP’ye ve MHP’ye oy vermiş 12 milyon insanı tümden yok sayan bir demokratik talebin ülkede Venedik Kriterlerini koruyacağı muhakkak ama ülkeye istikrar getirip getirmeyeceği meçhul.

Öte yanda, acaba ABD’nin kapatma davasına yaklaşımında 12 milyon oyu da dikkate alan sosyolojik duyarlılık var mı?

Bence var!

Neden böyle söylüyorum?

Zira, AB’nin ne anlama geldiğini anlamadığım "demokratik laiklik" kavramı yerine kapatma davası hakkında görüş beyan eden ABD yetkilileri verilecek kararla ilgili olarak hem demokrasiye hem de laikliğe gözetilmesi açısından eşit seviyede vurgu yapıyorlar.

Batı’da bazıları Müslüman ülkelere gereğinde laik olmayan demokratlık gibi abuk bir don biçerken ABD’li yetkililer laik olmayan demokrasinin demokrasi olamayacağını, böyle bir abukluk dayatılsa da Türkiye’ye istikrar getirmeyeceğinin farkındalar.

* * *

Kapatılma davası ile ilgili bir bakış açısı da kişisel faktörlere dayanıyor.

Haliyle bir emperyal ülke olarak Ortadoğu’da aktif kararlar alan ABD açından Türkiye’deki liderlerin olgular karşısında ne kadar öngörülebilir olduğu, ne kadar sözünü tutabildiği, dolayısıyla kendilerine ne kadar güvenilebileceği de çok önemli.

Kişisel faktörler AB için o kadar önemli olmayabilir, zira onlar Ortadoğu’da Türkiye’nin taraf olmak zorunda kaldığı aktif kararlar almıyorlar.

* * *

3 gündür yazdıklarımı toparlarsak:

AB açısından AKP’nin kapatılmaması tek tercih yolu iken ABD açısından:

1) AKP’nin bir şekilde yoluna devam etmesi ama bazılarının otobüsten indirilmesi hem AKP’ye oy vermiş 16 milyon, hem de diğer 2 büyük partiye oy vermiş 12 milyon oy için ortalama (optimal) bir yol olabileceği gibi ABD’ye de yeni liderlik ile yeni pazarlıklar yapma şansı verebilir.

2) Ancak, eğer birilerinin ölümü gösterdiği AKP’yi sıtmaya razı etmek mümkün ise, kapatma kararının şu veya bu şekilde alınacağı tarihten önce demir tavında dövülür politikası çok rahat uygulanabilir.

Diplomasi, tavuğun hem etinden hem suyundan faydalanma sanatıdır!
Yazının Devamını Oku

Dünyadaki devinimler ve kapatma davası (II)

14 Mayıs 2008
YENİDEN paylaşım savaşının olanca gücüyle 3. kez yaşandığı bir dönemde, Ortadoğu’nun adeta dünyanın merkezi haline gelmesi ile birlikte, Türkiye ve İran dünyadaki başat ülkeler arasında tekrar sıyrıldılar. Son yıllarda petrol arzını dünyada en fazla arttıran ülke olarak Rusya, petrol talebini en fazla artıran ülke olarak Çin "enerji savaşlarında" yanlarına İran’ı çekmeye başlayınca Türkiye ve Türkiye’yi çok değişik bir modelle yöneten AKP Batı için çok daha önemli hale geldi.

AB ve ABD’nin kendi çıkarları açısından AKP’yi Ortadoğu’da bir model olarak gördükleri, AB’nin TBMM’de başka etkin AB’ci parti olmadığı için AKP’ye daha da hırsla sarıldığı, ABD’nin ise AKP ile TSK arasında gelgitleri oynadığı bir dönemde AKP’nin kapatılma davası dünyanın gündemine düştü.

Herkes Lenin’in ünlü sorusunu sormadan edemedi:

"Ne yapmalı?"

* * *

AKP’nin kapatılma davası hakkında Çin’in ne yaptığı veya bir şeyler yapıp yapmadığı meçhul. Rusya sanki seyir halinde.

AB açık ve seçik "AKP kapatılmasın!" oyunu oynuyor.

ABD ise Pentagon ile Dışişleri’nin farklı görüşleri arasında 2 soruna AKP’nin yaklaşımını sorguluyor:

1) Türkiye Kuzey Irak’ta Kürt oluşuma, Irak’ın bütünlüğünü de koruyarak, sahip çıkacak mı?

2) Türkiye ABD’nin İran politikalarına her şart altında yandaş olacak mı?

* * *

Sanırım AKP ile TSK arasında yaşanan uzun bir yaklaşım farklılığı döneminden sonra AKP, Kuzey Irak’ın hamisi rolüne soyunmaya artık hazır olduğuna ABD’yi ikna ediyor.

Başbakan Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu ve Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik’in, arkalarına MGK kararlarını da alarak, büyük bir başarı ile yürüttükleri "yeni Irak açılımı" sonucu Türk heyetinin Kuzey Irak Bölgesel Kürt yönetimi Başkanı Neçirvan Barzani başkanlığında bir heyetle Bağdat’ta buluşması bir dönüm noktasıdır.

Türkiye El Hekim, Sistani, Sadr vb. gibi Irak’ta değişik görüşte ve güçte liderlerin temsil ettiği gruplarla da başarılı ve uzlaştırıcı temaslar kurabilirse, ki bunu hedeflemektedir, Irak’ta ve Ortadoğu’da ABD’nin de beklentileri doğrultusunda başat ülke haline gelebilir.

Bu açıdan bakıldığında AKP’nin kapatılması/dağılması ABD çıkarlarına hiç uygun düşmez.

* * *

Ancak, ortada bir de İran meselesi var!

Bu konuda ziyareti sırasında ABD Başkan Yardımcısı ve hep perde arkasında dursa dahi ABD’nin uluslararası ilişkilerde en önemli politika yapıcısı Dick Cheney İran konusunda ne istedi, ne cevap aldı; bilmiyoruz.

37 yıl sonra bizi özleyen İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth ziyareti sırasında İran’la ilgili ne isteyecek, ne cevap alacak; bunu da bilmiyoruz.

Bu iki misafire verilen cevaplar İsrail’i ne kadar tatmin edecek, o da ortada.

Sanırım, "İran sorusu"na alınacak cevap ve bu cevabın güvenilirlik derecesi ABD’nin AKP’nin kapatılması konusunda gönlünde ne yatacağını tayin edecek faktörler arasında olacak.

* * *

Öte yanda AB temsilcileri göz ardı etse de, kapatma davasının yaratacağı olası sonuçları irdelerken ABD’nin ülke sosyolojisini de göz önüne alıp almayacağı da çok önemli.

Bunu da yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku