Cüneyt Ülsever

Stratejisi olmayan başarı olur mu?

24 Haziran 2008
TÜRK Milli Takımı hiç şüphesiz turnuvanın en flaş ekibi. Son 3 maçta aldığı neticeler, dünyada herkesin aklına takılmış vaziyette. Gençlerimiz her maçta olağanüstü gayret gösteriyorlar ve ben onlarla gurur duyuyorum.

Artık biz de finale kalmayı, hatta şampiyon olmayı hayal ederken uçmuş olmuyoruz.

Ancak benim her olgunun ama her olgunun nedenini/gerekçesini aramak için eğitilmiş beynim günlerdir arıyor ama bu başarının nedenini/gerekçesini "mucize" kelimesi dışında bulamıyor. Halbuki, her başarının ardında bir makro-plan vardır. Makro-plan, ortaya bir strateji koyar ve taktiklerle beslenen strateji, galibiyeti/zaferi/başarıyı getirir.

Bazı insanlar bazı olguların gerekçesi/nedeni/açıklaması olmadığını düşünürler ama ben hayatı tesadüflerle/olağanüstü güçlerle izah etmeyi reddeden bir gelenekten geliyorum. Birçok insan da benim gibi düşündükleri için yerli ve yabancı basında Türkiye’nin üst üste yarattığı mucizeye günlerdir gerekçe/neden arıyorlar.

Muazzam başarıyı yorumlamaya çalışıyorlar.

Hadi ben futboldan anlamıyorum ama uzmanların da bu olağanüstü başarıya bir açıklama getiremediklerini kendi itirafları içinde okuyorum. Uzmanların da kafası karışık.

* * *

Yabancılar
hesap etmişler. Türkiye şu ana dek toplam 409 dakika oyun oynamış ve sadece 8 dakikasını galip sürdürmüş. Demek ki, oynadığı 4 maçtan 3’ünü kazanan Türkiye, sahada sarf ettiği zamanın sadece % 2’sini galip sürdürmüş. % 98’lik bir zaman diliminde ise maçı ya mağlup, ya da berabere götürmüş.

Ben de geçenlerde bir hesap yapmıştım. Çek maçı ile ilgili şöyle yazmıştım(19.06.08).

"İlk gollerini 34. dakikada atan Çekler de 87. dakikada Türkiye beraberlik golünü atana dek 90 dakikalık maçın 53 dakikasını galip oynayıp, 4 dakikalık uzatmada Türkiye 92. dakikada galibiyet golünü attığı için sadece 2 dakika mağlup oynadıkları maç hakkında pekálá "Futbolun adaleti yok!" diyebilirler."

Çek Cumhuriyeti ile oynadığımız maçın süre açısından % 59’unu Çekler önde götürmüş, % 38.8’i berabere sürmüş, biz ise sadece maçın % 2.2’sini galip oynamışsız ama zafer bizim oldu!

Bu arada Türkiye verdiği sakatlarla da galiba ayrı bir rekor kırdı. Halen 23 oyuncumuzun 9’u sakat veya cezalı.

* * *

Türkiye 3 maçta birden üst üste önce yenik duruma düştükten sonra galibiyeti yakaladı, Çek maçında uzatmada galibiyeti yakaladı, Hırvatistan maçında ise işi penaltılara bırakan beraberlik uzatmanın uzatmasında geldi.

Üst üste gelen 3 benzer neticenin olasılık ihtimali nedir, her maçtan ders almak gerektiğine göre, hadi İsviçre’yi ilk maç olduğu için bir kenara koyalım, diğer rakip ekipler bu olanaksız olasılığı altüst etmek için hiç mi ders çıkaramamışlardır, Almanların bizi elemesi için ilk golü bizim mi atmamız gerekir?

Biliyorum, bu sorular saçma! Ama son üç maçın sonuçları ardından insanın kafasına takılıyorlar!

* * *

Amerikalılar, gençlerimize öyle bir kondisyon yüklemişler ki son ana dek mücadeleyi bırakmıyorlarmış. Aşırı kondisyon yüzünden de kolay sakatlanıyorlarmış. İyi de; bu sözler sadece gençlerin durumunu açıklıyor, hangi strateji veya taktikle oynadıkları hakkında hiçbir şey söylemiyor. Kondisyon hangi strateji ile bezeniyor? Soru bu!

İlahi güçler mucizeyi sadece Türkler için mi yarattı?

Almanya maçında yeni bir mucize mi bekleyeceğiz?

Fatih Terim dünyada kimsenin çözemediği dáhi bir stratejist mi?
Yazının Devamını Oku

’Laik yaşam tarzı’

22 Haziran 2008
HAFTA içinde arabamda radyodan bir haber kanalını dinliyordum. Kanal "laiklik" konusunda "halkın sesi"ne kulak veriyor, insanlarımızın seslerini kamuya duyurmalarına aracılık yapmak istiyordu. Benim dinlediğim program bölümünde amaç halka "laiklik"ten ne anladıklarını açıklatmaktı. Ben de merakla "görüşleri" dinlemeye başladım. Beklediğim gibi herkes meşrebine göre bir tarif verdi. Bunu bekliyordum.

Ancak, beklemediğim bir şey oldu. Telefona sarılan "görüş sahipleri" hiddet ve şiddet içinde kendilerine göre karşı tarafa düşenlere hakaret edici sözler sarf etmeye, beddua okumaya başladılar.

"Değil kapatmak, idam edilmelidirler!"

"Bu ülkeden kovulmaları gerekir."

"Din, laiklikten o kadar eskidir ki, laiklik öne geçemez, öne geçirmeye kalkanlar hak ettikleri dersi alacaklardır."

Mealen naklettiğim sözler karşısında aklım durdu, birbirimizden bu kadar kopmuş olmamız beni korkuttu!

* * *

Gazeteciler
küfür yemeye alışıktırlar. Ancak, gazetecilere e-posta vasıtasıyla sövenler genellikle ödlek ve şahsiyetsiz insanlardır. Uyduruk bir e-posta adresiyle herhangi bir internet kafeden hakaret ederek hem hiçbir riske girmezler, hem de karınlarının şişini indirirler.

Halbuki radyodaki programa katılanlar pervasızdılar, kullandıkları telefonun numarası kolaylıkla tespit edilebilirdi. Ancak, onların gözleri iyice dönmüştü. Üstelik, kullandıkları dile ve şiveye dikkat ettiğinizde eğitimli olduklarını da tahmin edebiliyordunuz.

* * *

Elimize geçen her fırsatta "bölünmez bütünlüğümüz"den bahsederiz ama açık ve seçik her geçen gün beter bölünüyoruz.

Bölenler de "ayrılıkçılar", "bölücüler" veya "PKK" değil!

Bölenler kendilerini bölünmeye engel olmaya adadıkları iddiasıyla ortaya çıkan siyasiler ve bürokratlar!

* * *

Cumhuriyet Başsavcılığı iddianamesinde "laik yaşam tarzı, uygar yaşam tarzıdır" mealli bir söz kullanıyor. AKP de savunmasında "uygar olmayan yaşam tarzı hangi yaşam tarzıdır?" mealli bir soru soruyor.

Esasında iki taraf da yarattıkları palyatif kavramlarla şunu söylemeye çalışıyor:

Başsavcılık: Üniversitede türbanı savunanlar uygar değildirler.

AKP: Sen türbanlı kızlarımıza uygar değil diyorsun.

İnanın, tartışma bu kadar basit. İçinde sosyolojinin zerresi yok.

İki taraf da alabildiğine siyasi mücadele veriyor. Taraftar kızıştırıyor.

* * *

Halbuki:

i) Türban takıp devletin laiklik ilkesine saygılı olanlar da var, olmayanlar da var.

ii) Türban takmadığı halde Kürtlere, Alevilere özgürlüğü esirgeyenler de var, bu kesimlerin özgürlüğü yanında üniversiteye kızların başı örtülü gelmesini savunanlar da var.

Uygarlığın gerekli niteliklerinden birisi muhakkak ki laiklik ilkesi. Ancak, uygarlığı tarif etmek için bu ilke tek başına yeterli değil.

Laiklik uygarlığın gerekli ama yeterli olmayan ilkesi!

* * *

Ben muhafazakár yaşam tarzını benimsemiş nice uygar insanlar gördüğüm gibi uygar yaşam tarzını benimsediğini söyleyen nice bağnazlara da çok rast geldim!
Yazının Devamını Oku

Çek maçı örnek olabilir mi?

19 Haziran 2008
75. dakikada 2-0 mağlup durumda iken maçı 3-2 galip bitiren Türk Milli Takımı birçok kişi tarafından "İşte biz Türkler böyleyiz!" sözleriyle alkışlandı. Türkiye’nin 2-0 mağlup iken mücadeleyi sürdürmesine atıfta bulunan Başbakan ise siyasi mücadeleyi son dakikaya kadar sürdürecekleri mesajını vererek taraftarlarına moral takviyesi yaptı.

Evet, Türk Milli Takımı olağanüstü bir zafer kazandı, futbolcularımız alkışlanacak bir mücadele verdiler ama eninde sonunda aldığımız galibiyet herhangi bir metodolojik taktiğin sonucu olmadığı için pekálá mucize kelimesiyle de izah edilebilir.

İlk gollerini 34. dakikada atan Çekler de 87. dakikada Türkiye beraberlik golünü atana dek 90 dakikalık maçın 53 dakikasını galip oynayıp, 4 dakikalık uzatmada Türkiye 92. dakikada galibiyet golünü attığı için sadece 2 dakika mağlup oynadıkları maç hakkında pekálá "Futbolun adaleti yok!" diyebilirler.

Öte yanda Milli Takım son 25 dakika çok daha iyi de oynayabilir ama 3 gol atamayabilirdi! Futbol bu!

Buna göre de "İşte biz Türkler böyleyiz!" sözü pekálá, "Biz işimizi hep Allaha’a bırakırız!" sözüyle de değiş tokuş edilebilir. Başbakan’ın sözleri de "Çıkmadık candan umut kesilmez" sözleriyle yer değiştirebilir.

* * *

Tabii ki sevinelim, tabii ki birbirimizi muştulayıp futbolcularımızı kutlayalım. Ama bu maçtan genel sonuçlar çıkarmayalım.

Zira, bu galibiyet sürdürülebilir olmadığı gibi herhangi bir taktiğin sonucu da değildir.

Herhalde Fatih Terim, "Önce birkaç gol yiyin, adamlar gevşesinler, sonra saldırın!" diye bir taktik vermemiştir. Kutlanması gereken, takımına teslim olmamayı öğretmesidir.

"İşte biz böyleyiz" diyen Türkler maazallah Türkiye’nin 75. dakikada 2-0 mağlup duruma düştüğü bir başka maçta "Kesin kazanacağız" diye rahatlamayacaklardır.

Veya 2 kez mağlubiyeti galibiyete çevirdiği için, bir diğer maçta da galibiyeti garantilemek için Türkiye’nin önce mağlup duruma düşmesini istemeyeceklerdir.

Ben de ifrit olduğum turkuvaz renginden vazgeçip al-beyaza büründükleri için maçı kazandıklarını, buna göre artık hiç turkuvaz giymemeleri gerektiğini, içimden öyle geldiği halde, iddia etmeyeceğim.

* * *

Bu bir futbol yazısı değil. Benim alınan olağanüstü galibiyete şapka çıkarmaktan başka bir derdim yok. Ama maçın neticesi gerdirilerek siyaset ve diğer alanlar için yapılan alaturka genellemeler beni rahatsız ettiğinden bu yazıyı yazıyorum.

"Durumdan vazife çıkaranları" uyarmak için yazıyorum.

Hiçbir katkıları olmadığı halde alınan neticeyi kendilerine yontanlar için yazıyorum.

Kabul ediyorum, Türkiye şu anda 75. dakikaya dek 2-0 mağlup oynayan Milli Takım gibi şaşkın. Yine kabul ediyorum, her şeye rağmen enseyi karartmamak lazım.

Ama kimse tarihin tekerrür ederek yaşandığı varsayımı ile geleceğini ayarlamaya kalkmasın.

Planı, stratejisi ve taktikleri olmayan kimse geleceğini denetim altına alamaz!

Tamam; azim ve mücadele ruhu da geleceğin denetlenebilmesi için çok önemli.

Ancak, azim ve mücadele ruhu; plan, strateji ve taktikler üzerine oturtulursa gelecek sürdürülebilir bir denetim altına alınabilir.

Yoksa bu duygular çoğu kez şansa, tesadüflere, hatta mucizelere muhtaçtırlar.

* * *

Planları, stratejileri ve taktikleri olan Türkiye büyük ülke olur!
Yazının Devamını Oku

Çelişkiler yumağıdır ülkemiz!

18 Haziran 2008
BİR arkadaşım söylemişti. Bu ülkede siyaset, gazetecilik veya işadamlığı yapmak için kendinle çelişmekten, hatta gereğinde kendini inkár etmekten hiç çekinmeyeceksin. Genellemesi yanlıştı ama bazı gazetecilerin, bazı siyasilerin, bazı işadamlarının bu kategoriye girdiğini görmezden gelmek mümkün değildir.

Hemen medyadan bir örnekle başlayalım.

Hükümetin "hınk" dedicisi bir gazeteci neden gözü kapalı "tarafgirlik" yaptığını dün aynen şu cümlelerle açıklamaya çalışıyor.

"Tarafsızlık ne demek? Bir tarafta halkın iktidara getirdiği bir parti, diğer tarafta her türlü yöntemi kullanarak, rejim bunalımını derinleştirerek, iktidarı devirmeye çalışan sivil-asker bürokrasi ve vesayet rejiminin sürmesini isteyenler var. Bu mücadelede tarafsız kalmak mümkün mü? Bir kere şu vesayet rejimi tasfiye edilsin, o zaman halkın iktidarından hesap sormak kolaylaşacaktır. İktidarı eleştirdiğimiz her noktada, vesayetçilerle aynı safa düşmenin endişesini yaşamaktan kurtulamıyoruz. Hele de bu kritik günlerde." (Sabah)

Zamanında bir ABD Başkanı için aynı anda hem yürüyüp, hem de sakız çiğneyemez denerek alay edilirdi. Bu gazeteciye göre aynı anda hem iktidarı, hem de "vesayet rejiminin sürmesini isteyenleri" eleştirmek mümkün değil!

Gazeteci "mecburen" mi hükümeti eleştiremiyor, yoksa tarafgirliğine kulp mu takıyor, yazısında pek anlaşılmıyor.

Bir süre önce başka bir gazeteci de ülkede sadece AKP ve CHP’nin olduğunu iddia ederek, liberallerin "mecburen" AKP’yi tuttuğunu açıklamıştı! (Milliyet)

* * *

Peki siyasiler farklı mı?

AKP’liler Anayasa Mahkemesi "türbana özgürlük getiren anayasa değişikliklerini" iptal ettiğinde ne demişlerdi?

"Bu işin türbanla ilgisi yok, değişiklik metninde başörtüsü ve türban yazmıyor."

Aynı AKP’liler kapatma davası ile ilgili savunmasında "Yükseköğretimde türban serbestisini hedefleyen anayasa değişikliğinin iptaliyle de kapatma davasının temelinin çöktüğünü" iddia ediyorlar.

"...Başsavcı’nın kapatma davasında en önemli delil olarak sunduğu ve temel sebebi olarak gösterdiği bu anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, davanın en önemli dayanağını ortadan kaldırdı. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından sonra partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası çöktü."

* * *

Hadi diyelim ki bazı AKP’liler için kendi söylemleri ile çelişmek umurlarında değil.

Başbakan’a ne demeli?

Aynı savunmada deniyor ki:

"Başbakan da konuşmasında, başörtüsünün siyasi bir simge olduğunu kesinlikle söylememiştir. Başbakan’ın soru biçimindeki değerlendirmesi başörtüsünü siyasi simge olarak takmanın suç kabul edilemeyeceği, simgelere ve sembollere yasak getirilemeyeceği, özgürlükler noktasında dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yasağın olmadığıdır."

Eğer, alıntıda bir hata yoksa, aynı paragrafta Başbakan hem türbanın (başörtüsü) siyasi simge olmadığını, hem de türbanı siyasi simge olarak takmanın suç kabul edilemeyeceğini söylüyor! Hangisi doğru?

Üstelik Başbakan bilmez mi ki, Anayasa’nın "Başlangıç" bölümü:

"Laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duyguları devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırıl(amaz)" der!

* * *

Bu ülkede kimse kendisi ile çelişmekten çekinmiyor!
Yazının Devamını Oku

Sadece laf üreterek yaşıyoruz

17 Haziran 2008
DÜNYADA devlet ve siyaset tek amaç için vardır:Sorun çözmek!<br><br>Devlet toplumsal sorunları çözen aygıttır, siyaset de sorunların nasıl çözüleceğini arayan mekanizma! Bizde ise devlet ve siyaset kendini tam tersini yapmakla görevlendirmiş.

Devlet habire milletin başına bela olmaya çalışıyor, siyasetçi ise habire sorun çıkarmakla meşgul.

Neden? Zira, biz iş üretmeyi değil, laf üretmeyi seviyoruz.

Susması gerekenlerin bu kadar çok konuştuğu ülke sayısı dünyada çok azdır. Devlet de siyasetçi de bir türlü ağzını tutamıyor.

* * *

Hadi Başbakan habire konuşuyor, muhalefet habire ona laf yetiştiriyor.

Ancak, ülkemizde Genelkurmay, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Merkez Bankası vb. gibi işini sessiz sedasız yapması "görev şartı" olan kurumlar da habire laf üretiyorlar.

Şimdi bir de yeni moda çıktı, devleti oluşturan kurumlar birbirlerini takip ediyor ve basını kullanarak gammazlıyorlar.

Ben son zamanlarda Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt’ü çok yadırgıyorum.

İki günde bir alıyor hanımefendisini yanına, gidiyor hep aynı lokantaya ve basına demeç veriyor. Tamam, eğer takip ediliyorsa bunu ilgili makamlara bildirsin, eğer özel görüşmeleri basına servis ediliyorsa konuyla ilgili iki satırlık yazılı açıklama yapsın.

Ama özel görüşmeleri önce reddedip sonra kabul etmesin.

Hele hele basın toplantısı kıvamında açıklamalardan hepten kaçınsın.

Zira, dünyada en ketum kurum Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere hukuk kurumu olmak zorundadır.

Ben bir zamanlar dava ettiği kişilerle karşılaşır da laf olur diye bulunduğu kentte şehir kulübüne, hatta lokantalara dahi gitmeyen savcılar olduğunu da biliyorum.

"Bu ülkede hayásızca Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay’a hakaret ediliyor, yine de sussunlar mı?" diye soracaksınız. Evet, sussunlar!

Onlara hak ettikleri cevabı muhalefet versin!

Gerektiğinde, kolluk güçleri veya savcılar, hakaret edenlere müdahale etsin!

* * *

Herkesin herkesi itham ettiği, milletin yarısını diğer yarısından ayırt eden bir hükümetin var olduğu, iktidarın bir yandan yönetirken öte yanda davalı olduğu, affetmesi istenen suçlunun zamanında yargılandığı davada Cumhurbaşkanı’nın da esasında sanık olduğu, herkesin herkesi dinlediği, her türlü cemaat, örgüt ve çetenin devlet aygıtında mevzi kapmak için kavga verdiği bir ülkede yaşamaktan bıktım.

* * *

Asli görevi hepimizi bir arada tutmak olan Cumhurbaşkanı önceden ismen ilan ettiği şehit ailelerine takı paralarını verip vermediğini neden gizler ki? Aldığı resmi hediyeleri ne yaptığını, nereye verdiğini neden açıklamaz ki?

"6 kilo ağırlığındaki kayıp trilyon davası" dosyaları neden önce kaybolur, neden sonradan ortaya çıkar ki?

* * *

85 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşuz. Çok da iyi etmişiz.

Ama 85 yıldır devlet kuramıyoruz.

Tersine, devlet aygıtını ucundan kenarından kendimize benzetmeye çalışıyoruz!
Yazının Devamını Oku

Bilderberg geyiği bitti!

15 Haziran 2008
BILDERBERG Toplantıları’nın 54’üncüsü geçen hafta 5-8 Haziran tarihleri arasında ABD’de, Washington D.C. yakınlarında, Virginia eyaletine bağlı Chantilly kentinde yapıldı. Bilderberg Toplantıları her yıl Türkiye’de büyük ilgi görürdü. Toplantılar hakkında büyük spekülasyon yapılırdı. Bu yıl kimsenin umurunda değil.

Neden?

Dünyada ne olursa anında farkına varan/kül yutmayan gazeteci Fehmi Koru bu yıl konuyla ilgilenmedi de ondan! Haliyle komplo teorilerinin en senyör teorisyeni meseleyle ilgilenmeyince jünyor teorisyenler "abimizin yazmadığını yazmak bize düşmez!" dediler ve topa hiç girmediler.

Peki Bilderberg dizileri yazarı Fehmi Koru artık neden "Bilderberg" yazmıyor?

Fehmi Koru, Bilderberg’i görmeden yazıyordu, gidip görünce artık yazmıyor.

Fehmi Koru’yu susturarak Bilderberg’in gündemden düşmesini kim temin etti?

Tabii ki her şeye kadir Bilderberg’in bizzat kendisi!

Nasıl yaptılar?

Daha 1954’teki ilk toplantıda Bilderberg, "Bizi bekleyen tehlikeler" başlıklı oturumda, o zamanlar henüz 4 yaşında olan Fehmi Koru’nun 90’lı yıllarda başlarına bela olmaya başlayacağını saptar ve onu 2006 yılında toplantıya davet etmeyi "Uzun vadeli işler" başlığı altındaki hedefler arasına alır. Amaç onu bu şekilde pasifize etmektir. Ben kararı duyduğumda; o tarihlerde aşırı anti-Bilderbergci olan Fehmi Koru’nun bu daveti insanın fıtratında olan iç tutarlılık prensibi açısından katiyen kabul etmeyeceğini iddia etmiştim ama haliyle koca Bilderberg’den daha iyi bilecek halim yok, çeşitli insanlarla girdiğim iddiaları, dolayısıyla bir sürü parayı kaybettim.

* * *

Artık o yazmadığına göre bu yıl Bilderberg’i ben yazayım.

Bilderbergciler yemediler, içmediler 5-8 Haziran arasında sadece ve sadece "AKP’nin kapatılma davası"nı nasıl yönlendireceklerini konuştular. Bu yılki toplantıya katılan gazeteci Zeynep Göğüş, bu gerçeği inkár edecektir ama siz bana inanın. Neden mi? O oradaydı, ben değildim! Komplo teorisinin değiştirilmesi teklif dahi edilemez 2. kuralına göre "gören/kendi kulağı ile duyan bilemez, görmeyen/duymayan bilir"!

Esasında Bilderberg’de AKP’yi kapatma kararı daha parti kurulmadan önce, 1999 yılında Sedat Ergin’in katıldığı toplantıda alınmıştı.

Anlayın artık; Bilderbergciler o kadar öngörüşlü!

* * *

Bilderbergciler 1999 yılından itibaren ve sonraki her yıllık toplantıda Ahmet Necdet Sezer’in Anayasa Mahkemesi’ne atayacağı 9 yargıcı kılı kırk yararak saptadılar. Her yıl ancak 1 kişi saptanabildi. Bu kadar dikkatli davrandılar.

Onun için kapatma davası 2008’in 2. yarısına sarktı.

Ben bizzat duymadım ama güçlü rivayete göre Başbakan’a "velev ki" dedirtenler de İspanyol Bilderbergcilermiş!

Ayrıca, MHP’ye önce "367"yi tamamlatıp, Meclis’e sokarak Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirten, sonra da "türbana özgürlük" havasına sokarak AKP’yle birlikte Anayasa değiştirtenler de Bilderbergcilerin milliyetçi kanadıdır.

* * *

Sonra mı ne olacak?

Kusura bakmayın ama yazamam.

Bilderbergciler izin vermezler!

İzni koparırsam 2008’in 2. yarısında neler olacağını 2009’da yazarım!

Her yıl ancak 1 adet Bilderberg yazısı yazabiliyorsun. Racon böyle!
Yazının Devamını Oku

Ne olacak?

12 Haziran 2008
SOSYAL olguları araştıran bilim dalları, müspet bilim dallarının tersine, olguları tamamen denetim altına aldığı "laboratuvar ortamında" inceleyemediği için ortaya herkes tarafından kabul gören "somut bulgular" koymakta çoğu kez zorlanır. Kaldı ki, sosyal olguların ancak belirli alanlarda "ölçülme" imkánı vardır.

Bunun içindir ki, insanoğlu sosyal olguları çoğu kez akıl yürütme yöntemiyle analiz eder.

Ancak, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, işin içine duygularını katar.

Bizim gibi sosyal değerleri akıl (felsefe) yerine duygu üzerine inşa edilmiş toplumlarda ise en babayiğit düşünürler bile içine zerre kadar akıl kullanımı katılmamış saf duygu patlamalarını analiz diye yuttururlar.

Zaten okur da duymak istediğini söyleyen yazarı sever!

* * *

Yine de insanoğlu, sosyal olgular karşısında 2 sorunun cevabını aramakla yükümlüdür:

1) Neden oldu?

2) Ne olacak?

Mahkemenin türban kararıyla ilgili "Neden oldu?" sorusuna salı ve çarşamba günleri cevap aradım.

Bugün ise "Ne olacak?" sorusunu irdeleyeceğim.

Ancak, küçük bir oyun yapacağım.

Türk milletinin çok sevdiği bir şekilde, analiz yapmak yerine, sorduğum soruya yeni sorular ile cevap arayacağım.

* * *

Her ne kadar 2 dava arasında formal bir bağlantı kurmak mümkün değilse de, her ne kadar çıkmadık candan ümit kesilmez ise de normal yurdum insanı olarak AKP’nin kapatılacağını ve birkaç kişiyle birlikte Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül’e siyasi yasak geleceğini tahmin etmeden edemiyorum.

Bu durumda kafama 3 yeni soru takılıyor:

1) Her ne kadar Erdoğan bağımsız olarak tekrar seçilebiliyorsa da, yıllardır sığındığı dokunulmazlık zırhı kalktıktan sonra önüne konacak "belediye davaları", kendi eliyle karşıtlarına hediye ettiği Sabah-atv ile ilgili "abuk krediler" önüne konduğunda Erdoğan erken veya normal genel seçimlere hálá yarasız beresiz katılabilir mi?

2) Siyasi yasaklama Gül’ün cumhurbaşkanlığına engel değil. Ama; acaba onun da önüne birtakım davalar konulabilir mi? Örneğin, Bekir Coşkun’un değindiği (Hürriyet-06.06) ve kaybolduğunu iddia ettiği Erbakan’ın mahkûm olduğu "6 kilo ağırlığındaki kayıp trilyon davası" dosyası aniden ortaya çıkabilir mi? Malum, aynı davada Gül de sanıktı ama dokunulmazlığı olduğu için yargılanmadı. Artık dokunulmazlığı yok ve yargılanabilir.

3) Partiyi bölme gayreti artabilir mi? Melih Gökçek, Abdüllatif Şener bir kenarda bekliyor olabilirler mi?

* * *

Recep Tayyip Erdoğan şu anda tartışılmaz lider.

Ancak, kapatılmış ve tüm mal varlıkları elinden alınmış bir partiyi uzaktan komuta ne kadar yönlendirebilir?

Erbakan’ın partisi bilmem kaçıncı kez kapatıldığında milletin kapatmalardan çok bıktığını, kendisinin Erbakan’ın yaptığı hataları yapmayacağını söylüyordu.

Şimdi de birileri çıkıp "Erdoğan’ın yaptığı hataları ben yapmayacağım" derse ciddiye alınır mı?

AKP tabanı büyük ama artık manevi olan liderin mi, yoksa kurulacak yeni hükümette cukkaların dağıtımında başat rol oynayacak daha küçük liderlerin mi peşinden gider?

Yoksa yekvücut Erdoğan’ın arkasında mı dururlar?

Öyle ise neden Erbakan yaralandığında yekvücut onun arkasında durmadılar?

* * *

1) Acaba tarih gerçekten tekerrür eder mi?

2) Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste sözü ne kadar doğrudur?
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ı dinlerken

11 Haziran 2008
ANAYASA Mahkemesi’nin "türban kararı"ndan sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ilk kez dün konuştu. Bu önemli konuşmayı ben de birçoğunuz gibi can kulağıyla dinledim. Başbakan’ın mealen nakledeceğim şu sözlerini candan destekliyorum:

1) "İstisnasız herkesi kucaklıyoruz."

2) "TBMM dahil kimse denetim dışı değildir."

3) "Anayasa Mahkemesi’nin neden esasa girerek karar verdiğini anlamak için gerekçeli kararını bekleyelim, sonra konuşalım."

Ancak, Başbakan’ı dinlerken bazı anlarda "Daha önceleri nerelerdeydiniz?" demekten de kendimi alamadım.

Bakın, aklıma neler geldi:

* * *

1) İstisnasız herkesi kucaklıyoruz:

a) Neden türban düzenlemesi karşısında "tehdit algılaması" içine giren milletin bir kesiminin bu korkusunu gidermeye zerre kadar yeltenmediniz? Örneğin, neden tüm özgürlükleri birlikte ele almadınız? Neden Anayasa’da türbana özgürlük sağlarken, aynı anda türbanın kamu kuruluşlarında kullanılmasını engelleyerek, 18 yaş öncesi yasak olmasını sağlayıp sınırlarını da belirlemediniz?

b) Neden Aleviler ile iftar yaptıktan sonra, "Bana şikáyetlerini bildirmediler" diyerek Alevilerin haklı taleplerine sırtınızı döndünüz? Neden Diyanet İşleri Başkanı’nız hálá Alevileri görmezden gelir?

c) Neden DTP için kapatma davası açıldığında bu partiye sırtınızı döndünüz? Neden milyonlarca insanı temsil eden bu partiyle görüşmezsiniz?

d) Neden daha fazla insanın Meclis’te temsilini temin etmek için seçim barajını indirmediniz?

2) TBMM dahil kimse denetim dışı değildir.

a) Neden 5.5 yıldır milletvekili dokunulmazlığını kaldırmadınız?

3) Anayasa Mahkemesi’nin neden esasa girerek karar verdiğini anlamak için gerekçeli kararını bekleyelim, sonra konuşalım.

Çok haklı ama:

a) Neden gerekçeli kararı beklemeden partisinden Çiçek gibi, Fırat gibi, İyimaya gibi üyelerin karar hakkında sert açıklamalar yapmasına göz yumdu? Hadi onlar kendiliğinden konuştu ise neden onları açıkça uyarmadı?

b) Neden Meclis Başkanı’nı mahkeme aleyhine açıklama yapmaya zorlayarak prestij kaybetmesine sebep oldu?

c) İktidar yalakası gazete ve gazeteciler, mahkemeye adeta söverken bu gazete ve gazetecilere neden sert uyarılarda bulunmadı?

* * *

Pazar günü bir örnekle (Madde 24: "Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandır(a)ma(z)." sözleri ile başlayan paragrafın TBMM’de iptali) anlatmaya çalıştığım gibi Anayasa’da değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez olarak tarif edilen (4. madde) 1., 2., 3. maddeler, diğer maddeler değiştirilerek dolaylı yönden değiştirilir/zedelenir/yeni yoruma tabi tutulursa Anayasa Mahkemesi’nin esasa girip giremeyeceği Anayasa’da açık değil.

* * *

Bence de artık hepimiz susalım ve Anayasa Mahkemesi’nin neden şekil (Madde 148) dışına çıkıp esasa girdiğini ve neden iptali açıklamak için gerekçenin yazılmasını (Madde 153) beklemediğini "gerekçeli karar"ın içinde açıklamasını bekleyelim.
Yazının Devamını Oku