10 Haziran 2008
ANAYASA Mahkemesi kararını herkes kendi meşrebine göre değerlendirecek. Ülkede kimse tutarlılık aramadığı için Anayasa Mahkemesi’ne şimdi sövenlerin, mahkeme referandumla ilgili karar alırken, CHP’nin başvurusunu reddettiğinde, aynı mahkemeyi övmüş olmalarının hiçbir önemi yok. Aynı köşe yazarları, Tarhan Erdem’i seçim anketi nedeniyle kutsarken ardından gelen dindarlık anketi işlerine gelmeyince onu yerden yere vurmamışlar mıydı, bazıları hızını alamamış, bilimi aşağılamamış mıydı?
Ne olacak; bu ülkede tutarlılık için maaş almıyorsun, tuttuğun tarafı hoş tutmak için maaş alıyorsun!
* * *
Ancak, ben yine de bugün sağduyu sahibi AKP’lileri düşünmeye davet eden bir yazı yazmak istiyorum.
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar, türbanla üniversiteye gitmek isteyen kızlarımıza çok büyük darbe vurdu ama bu durumdan sadece mahkeme mi sorumlu?
AKP’nin birçok konuda olduğu gibi strateji eksikliği, tek adam cuntası, tek adamın hesapsız çıkışları, herkes tek adamdan korktuğu için milletvekillerinin sessiz biatı, bu tatsız sona erişte rol oynamadı mı?
Gelin bugün biraz psikoloji kokan bir analiz yapalım!
* * *
Bana göre bu hale gelinmesinde, 22 Temmuz seçimlerinin ardından Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında yaşanan Cumhurbaşkanlığı kavgasının dengeleri altüst etmesi büyük rol oynamıştır.
İkisi de aynı hırs ve ihtiras ile aynı makamı istiyorlardı ama sonunda Abdullah Gül’ün, Recep Tayyip Erdoğan’ın kolunu bükerek makamı ele geçirmesi Erdoğan’ın zaten kolay bozulan sinirlerini tamamen altüst etti.
Unutmayın, seçim öncesi bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, meydanlarda "367" ile cumhurbaşkanlığını elinden aldığına inandığı Anayasa Mahkemesi’ni protesto ettiriyordu.
"Dindar cumhurbaşkanı" sloganı yine Gül’ü mutlu eden bir slogandı.
Sonunda Gül daha akıllı oynayarak, daha iyi manipülasyon yaptı ve Cumhurbaşkanı oldu.
İlk hak kendinde olduğu halde bu hakkı kullanamayan Recep Tayyip Erdoğan "kardeşi"ni makama oturttu ama o günden sonra çok daha az hesap yapan bir Erdoğan çıktı ortaya!
O günden sonra 22 Temmuz akşamı verdiği herkesi eşit kucaklama sözünü boşladı ve baş aşağı gidişin startını istemeden de olsa, farkına varmadan da olsa kendi elleriyle verdi.
* * *
Şimdi soruyorum AKP’lilere:
Başbakan’ın İspanya’da "velev ki" ile başlayan ve Anayasa’nın 24. maddesini açık iğfal eden sözleri sarf edeceğini önceden kaçınız biliyordunuz?
Başbakan bu sözleri söylemeden evvel kimlere danışmıştı?
MHP’nin topuna girme kararını ilk önce ve tek başına kim aldı?
"Türban" her seçimde malzeme yapılmıştı ama türbanla ilgili herhangi bir hukuksal hazırlığınız var mıydı? Vardıysa neden YÖK EK-17. madde değiştirilmeden sadece Anayasa, o da bir sürü pazarlıktan sonra değiştirilerek bir garabet yaratıldı?
Anayasa’yı toptan değiştirme vaadinize rağmen türbanın diğer özgürlüklerden ayırt edilerek tek başına ele alınmasına "ama sözümüz böyle değildi" diye kaçınız itiraz ettiniz?
AİHM’nin türbanın yasaklanmasını AİHS’ye aykırı bulmamasının ardından sarf edilen "Bu işe ulema bakar" sözüne kaçınız zamanında itiraz ettiniz?
Kaçınız türbana özgürlük getirilirken dengeleri gözetmek adına aynı anda kamuda yasaklanmasının da Anayasa maddesi olması için ısrarda bulundunuz?
* * *
Otoriteye tam biat, otorite zıvanadan çıktığında ne işe yarıyor?
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2008
05.06.2008 günü Anayasa Mahkemesi tarihi bir karar aldı. Kararın olası siyasi sonuçlarını hafta içinde elimden geldiğince derinine inceleyeceğim. Ancak, bugün kararla ilgili bazılarının savunduğu ve çok tartışılacak "Anayasa Mahkemesi Anayasa’yı ihlal etti" yargısına bir zihin egzersizi ile katkıda bulunmak istiyorum. Mahkemenin Anayasa’yı ihlal ettiğini söyleyenler, haklı olarak Anayasa’nın 148. maddesine atıfta bulunuyorlar. Anayasa Mahkemesi’nin "görev ve yetkilerini" düzenleyen bölümünde yer alan madde, açık bir şekilde Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi, "Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır" diyor.
* * *
Mahkeme ise kararında 2., 4. ve 148. maddelere atıfta bulunarak "şekilden esasa" geçiyor!
Halbuki Anayasa’nın 4. maddesi, "Anayasa’nın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri (demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti-CÜ). ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez" diyor.
"Anayasa Mahkemesi, Anayasa’yı ihlal etti" diyenler haklı olarak;
1) TBMM sadece 1., 2., 3. maddeleri değiştiremez.
2) Anayasa Mahkemesi diğer madde değişikliklerini sadece şekil açısından değerlendirir, esasa giremez, girerse TBMM’nin yetkilerini elinden almış olur, diyorlar.
* * *
Şimdi mesele şu: Eğer TBMM, diğer Anayasa maddelerinde, 1., 2., 3. maddeleri dolaylı yönden değiştiren/zedeleyen yeni yorum getiren değişiklikler yaparsa Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi ne olacaktır?
Sanırım, böyle bir olasılığa karşı Anayasa’da yol gösteren bir madde yok!
Gelin bir egzersiz yapalım:
TBMM’ye bir parti % 60 çoğunlukla girse, 400 milletvekili ile iktidar olsa ve 1., 2., 3. maddelere hiç dokunmadan Anayasa’nın "din ve vicdan hürriyeti" bölümünde yer alan 24. maddesinin son paragrafındaki;
"Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz" cümlesini, Anayasa’da benzer başka maddeler varsa onları da kapsayan şekilde kaldırarak Anayasa’da değişiklik yaparsa ne olur?
* * *
Haliyle; artık seçimlerde promosyon olarak çakmak, kalem dağıtmak yerine Kuran cüzü, zemzem suyu dağıtmak, dini sembolleri parti amblemi yapmak -örnekler: Kuran, türban resmi, Hz. Ali’nin kılıcı- siyasi mitinglerde mevlit okutmak vb. serbest kalacaktır.
Daha da ötesi, her ne kadar 2. madde "laiklik"ten bahsetse de artık "devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma" yasak olmayacağına göre örneğin faizi yasaklayacak, vergi yerine fitre ve zekát almayı teşvik edecek, sosyal adaletin dağıtımını camilere verecek, mahkemelerde hákimler yanında ulemaya da söz hakkı verecek kanunlar çıkarmak da serbest kalmaz mı?
* * *
Şimdi esas sorum şu:
TBMM’de muazzam çoğunluk Anayasa’nın 24. maddesinin son paragrafını kaldırarak bir değişiklik yapsa ve bu karar mahkemeye taşınsa, mahkeme bu karara sadece şekil açısından mı bakmalıdır, yoksa esasa da girmeli midir?
Yazının Devamını Oku 5 Haziran 2008
SANIRIM; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başını, Vakıfbank ve Halkbank’ın Sabah-ATV satışıyla ilgili Çalık Grubu’na açtığı 750 milyon dolarlık kredi, en az kapatma davası kadar ağrıtacak. Nitekim krediyle ilgili olarak BDDK her 2 bankada da inceleme başlatmış. Krediyle ilgili tartışmalar sürerken CHP Milletvekili Atilla Kart, BDDK’ya başvurarak bir ihbar dilekçesi vermiş.
Dilekçesinde Kart, banka kredilerinin izlenmesi, karşılıklar ve teminatlara dair çerçeveyi çizen Bankalar Kanunu’nun 52. ve 53. maddelerine göre incelenme yapılmasını istemiş.
Bu kapsamda kamu zararı riski doğduğunun altını çizen Kart, kredi verilen Çalık Grubu şirketlerinin ve özellikle Turkuvaz A.Ş.’nin sermayesinin 50 milyar Türk Lirası (50 bin YTL) olduğunun Ticaret Sicili kayıtlarından anlaşıldığını vurgulamış.
Bu kapsamda BDDK’nın, Bankalar Kanunu’nun 51, 52, 53 ve müteakip maddelerindeki açık hükümlerin ihlali nedeniyle inceleme başlatması gerektiğini belirtmiş.
Kart, kanunun 93/c maddesinde BDDK’ya verilen sorumlulukları hatırlatarak, yine aynı yasanın 95. maddesine göre "yerinde denetim ve gözetim" yetkisini kullanmasını istemiş. (Vatan-03.06.08)
* * *
Öte yandan Koç Holding CEO’su Bülent Bulgurlu, "Koç Holding’e de teminatsız kredi verdik" diyen Halk Bankası Genel Müdürü Hüseyin Aydın’a bir açıklamayla yanıt verdi.
Bulgurlu’nun açıklaması şöyle:
"Halk Bankası Genel Müdürü Sayın Hüseyin Aydın’ın beyanatlarında bahsi geçen kredi Tüpraş tarafından değil, Koç Topluluğu şirketlerinden Enerji Yatırımları A.Ş. tarafından Tüpraş özelleştirmesi çerçevesinde, yerli ve yabancı bankalardan oluşan bir konsorsiyumdan temin edilen finansman paketi kapsamında kullanılmıştır.
Söz konu kredinin teminatı olarak başta Tüpraş hisseleri bankalara rehnedilmiş olup, kredi çerçevesinde imzalanan sözleşmeler uyarınca birçok teminat ve ödeme mekanizması tesis edilerek konsorsiyum tarafından güvence altına alınmıştır."
Bulgurlu’nun açıklamasında, Aydın’ın Tüpraş kredisi ile ilgili olarak verdiği bilginin, ticari sır niteliğindeki bilgilerin ifşa edilmesi olduğuna dikkat çekildi.
Halkbank Genel Müdürü Hüseyin Aydın, 30 Mayıs’ta Çalık Grubu’ndan teminat alınmadığına dair iddialara karşılık, "Tüpraş için 200 milyon dolar verdik. Artık söylemek durumundayım. Koç’tan hiçbir teminat almadık; ne Migros ne de Arçelik" demişti.
* * *
Bankalar Kanunu’nun 73. maddesi aynen şöyle diyor "...(Banka) müşterilerine ait sırları bu kanuna ve özel kanunlara göre yetkili olanlardan başkasına açıklayamaz ve kendilerinin veya başkalarının yararlarına kullanamazlar."
Sabah-ATV kredisi ilk açıklandığında ve kredi hakkında detaylar sorulduğunda, aynı Genel Müdür ilgili kanun maddesine atıfta bulunarak açıklama yapamayacağını söylemişti!
* * *
Şu sorular Başbakan’ın başını epey ağrıtacağa benzer:
1) Sabah-ATV ihalesini Çalık Grubu tek başına katılarak kazandı.
Öte yandan Mecidiyeköy’deki Likör Fabrikası’nın ihalesi, ihaleye sadece 1 şirket katıldığı için iptal edildi (Kiler Grubu-25 Nisan 2008).
Farklı muamelenin mantığı ne?
2) Halk Bankası Genel Müdürü, teminat alınmadığını TBMM’de kabul etti.
"Bu projenin kendisi teminat. Kendisi fon yaratıyorsa, banka başka teminat almaz."
Bankalar Kanunu’na göre teminat nasıl alınmaz?
Proje Kredisi çalışan bir işletmeye verilir mi?
Madem veriliyordu, neden zamanında aynı kredi Dinç Bilgin’e açılmadı da işletme elinden alındı?
3) Neden Halkbank Genel Müdür’ü Yüce Meclis’e kasten yanlış bilgi verdi, neden Koç Holding’e ilişkin bir ticari sırrı ihlal etti?
4) Çalık Grubu’nun sermaye yapısı, bu miktarda kredi almak için yeterli mi?
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2008
2009 yılı, Irak için kader yılı olacak. Ancak, kaderi büyük çapta kasım ayında ABD’de yapılacak başkanlık seçimleri belirleyecek. Gözüken odur ki, başkanlık seçimi Cumhuriyetçi McCain ile Demokrat Obama arasında geçecek.
Görüşlerine büyük değer verdiğim Ömer Taşpınar, Washington’dan yazdığı yazısında ("Obamania ve Ankara"-Sabah-02.06.08) seçimlerde Obama’ya daha fazla şans tanıyor ve her iki adayın Irak’a bakışlarını şöyle özetliyor:
"...McCain, Irak konusunda Bush yönetimiyle bütünüyle aynı çizgide.
Amerika’nın gerekirse daha onyıllarca Irak’ta kalmasını savun(uyor)...(Ancak) AK Parti (...) McCain’i tercih ediyor gibi gözüküyor.
Bu durum herhalde McCain’in Irak politikası ile ilgili. Türkiye, ABD’nin Irak’tan apar topar çekilmesini istemiyor.
Ankara, Amerika’nın Irak’tan çekilmesi durumunda olası bir Şii-Sünni iç savaşından veya Kürtlerin kendi bölgelerinde bağımsızlık yönünde adım atmasından çekiniyor.
Öte yandan Ankara’nın farkında olmadığı konu şu:
Obama kesinlikle Irak’tan hemen çekilme taraftarı değil.
Tam tersine Obama, Amerikan halkına sürekli olarak şu güvenceyi veriyor:
'Irak’tan çıkarken, oraya girerken yapılan hatayı tekrarlayıp aceleci davranmayacağız’..."
* * *
Ben uzaktan bakınca hem Obama’nın, hem de Clinton’ın, daha doğrusu Demokratların somut bir "Irak politikaları" olduğu kanısına ulaşamıyorum.
Tabii ki, Irak’ta Amerikalıları batağa saplayan Cumhuriyetçiler karşısında Demokratlar, "Irak’tan çekilmeyi" savunacaklar.
Irak Savaşı’ndan gına getiren ABD halkının oyunu alabilmek için böyle konuşmak şart.
Eğer Obama, Irak’tan çekilirken "aceleci davranmayacak" ise zaten Cumhuriyetçiler de aynı şeyi söylüyorlar.
Onlara sorarsanız ilelebet Irak’ta kalmayacaklar, tedricen yönetimi Iraklılara devredecekler.
Bana öyle geliyor ki, hem Demokratlar, hem Cumhuriyetçiler aynı şeyi söylüyorlar.
Zira, ABD Irak’tan yanlış zaman ve hiçbir altyapı kurmadan çekilirse Irak’ta öyle bir yangın çıkabilir ki tüm Ortadoğu ateş altında kalabilir.
Foreign Affairs Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2008 sayısında Irak konusunda ilginç bir analiz var.
Steven Simon, "Büyük Hamlenin Bedeli: ABD Stratejileri Irak’ın Ölümünü Nasıl Hızlandırıyor" (The Price of Surge: How U.S.Strategy is Hastening Iraq’s Demise) başlıklı makalesinde ABD’nin çeşitli Sünni ve Şii aşiretleri/kabileleri kullanarak El Kaide’ye darbe vurmasının sanki Irak’ta denetimi ele geçiriyormuş gibi pazarlandığını, ama tam tersine her an birbirinin gırtlağına sarılmaya hazır aşiretlerin güçlenmesinin esasında Irak’ın bölünmesini hızlandırmak için yapılabilecek en iyi iş olduğunu yazıyor.
* * *
ABD, yılbaşında yayınlanan "Irak Raporu"nun ardından Irak’tan asker çekme veya Irak’a daha fazla asker yollama seçenekleri karşısında bir süre bocalamış, sonunda daha fazla asker göndermeye karar vermişti.
Ayrıca, Sünni aşiretlerin El Kaide ile işbirliği yapmaktan vazgeçmeleri ve tersine ABD ile işbirliği yaparak El Kaide’ye karşı savaş vermeleri sağlanmıştı.
Büyük Hamle adı verilen bu girişimle 5 yıllık Irak Savaşı’nda kayıplar en aza indirilmiş, hatta bazıları iç savaşın bittiğini ilan etmişti.
Büyük hamle sırasında aşiretlere büyük paralar ve çok sayıda modern silahlar verildi.
Steven Simon, aşiretleri güçlendiren politikaları zamanında İngilizlerin de uyguladığını, ama bu politikaların hiçbir zaman bölgeye düzen getirmediğini vurguluyor.
ABD şimdi aynı hatayı yeniden yapıyor.
Steven Simon’a göre, ABD kısa sürede komşuları ve Avrupalıları devreye sokmalı ve yeni dalga aşiretler sorunu çözülmeden bölge terk edilmemeli!
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2008
CHP’nin, Genel Sekreter Önder Sav’ın bizzat CHP Genel Merkezi’nde dinlendiğine dair iddiası çok büyük bir iddia idi ve Türkiye’de yer yerinden oynadı. Deniz Baykal’ın hemen hükümeti suçlaması, insanlara "herhalde hemen ortaya belgeler koyacaklar" dedirtti. Ortaya hemen bir belge çıktı ama belge değil CHP’yi doğrulamak, düpedüz yalanladı.
Ben belgenin sahte olabileceğini düşünemediğim için Önder Sav’ın içine düştüğü duruma güleyim mi, ağlayayım mı bilemiyorum.
İzinsiz elde edilen bir konuşmanın yayınlanmasının hukuki boyutları nedir bilemem ama böyle bir dinleme benim de elime böyle trajikomik bir olayla geçseydi, ben de yayınlardım.
CHP belgenin sahte olabileceğini söylüyor, hálá Önder Sav’a sahip çıkmaya çalışıyor.
Ancak, bilsinler ki artık kimse onlara inanmıyor.
* * *
Önder Sav’ın oldukça yaşlanmış akıl merkezinin peşinden mal bulmuş mağribi gibi koşan CHP’liler komik duruma düştüler.
Dilerim; CHP’liler başka bir noktanın da farkına varmışlardır.
İçine düştükleri çıkmaz, çok daha vahim bir yara açmıştır.
CHP inanırlığını yitirmiştir!
* * *
CHP’nin muhalefet etme sorunu var, ideolojik sorunları var, CHP 21. yüzyılı doğru okuyamıyor.
CHP’nin bir sosyal demokrat partiye yakışan gelir dağılımı politikası yok, kurucusunun muasır (Batı) medeniyeti hedef gösterdiği partinin AB politikası belirsiz.
CHP Kürt sorunuyla, Ortadoğu meselesiyle hiç ilgilenmiyor ama CHP’nin bugüne dek inanırlık sorunu yoktu.
Ben CHP’yi yöneten insanları saygın, ciddi, devlet terbiyesi almış insanlar olarak görüyordum.
Bir iddia ortaya attıklarında önünü ardını iyi hesap edeceklerini zannederdim.
Hele hele anamuhalefetin, iktidar tarafından dinlendiğini iddia etmesi, milyonlarca seveni, sempatizanı olan bir cemaati hedef göstermesi, yenir yutulur şey değildi.
İlla ki çok ciddi çalışılmış, her türlü belge ve ispat önceden hazırlanmış olmalıydı.
Bu kadar vahim bir iddianın bu kadar basit bir belgeyle çürütülmesi, akıllara durgunluk verdi.
Anamuhalefetin bu kadar gayri ciddi duruş sergilemesi insan aklını aşıyor.
* * *
Bir kişinin, bir kurumun başına gelebilecek en kötü şeylerden birisi inanırlığını yitirmesi, güven erozyonuna uğramasıdır.
Siyasi partiler siyaset üretirler ancak onları iktidara, hatta muhalefete inanırlık dereceleri taşır.
İnsanlar iyi ve akıllı bir parti programı gördüklerinde bile söz konusu parti hakkında "İyi, hoş da uygulayabilecekler mı?" diye sorar.
Vatandaş-siyasi parti ilişkisi inanırlık ve güvenirlik üzerine inşa edilir.
Zira, "oy" verilerek bir siyasi partiyle yapılan sözleşme, hiçbir hukuki yaptırım taşımayan sadece gönüldaşlığa dayanan bir ilişkidir.
Gönüldaşlığın tek olmasa bile olmazsa olmaz şartı ise inanırlıktır.
İşte bu son "dinleme hikáyesi" ile CHP, bir parti için bu kadar önemli bir silahını yitirmiştir.
* * *
Şimdi CHP ne yapmalı?
Türkiye Cumhuriyeti’nin en eski ve tüm partilerin anası durumundaki partisi, tekrar inanırlığını kazanmak zorundadır.
Bunun için CHP önce milletten, sonra da AKP’den özür dilemek zorundadır.
Ayrıca CHP, samimi ve inanılır bir özeleştiri yapmak durumundadır.
Genel Sekreter Önder Sav ise gereğini muhakkak yapacaktır, zira artık o görevde kalamaz, kaldığı her gün CHP beter yıpranır!
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2008
VAKİT Gazetesi’nin ortaya çıkardığı belgeye göre Önder Sav’ın beyni de fazla yaşlanmış. CHP’ye ve Deniz Baykal’a daha fazla zarar vermek istemiyorsa artık çekip gitmeli. Ancak, bu ülkede dinlendiği ortaya çıkan birçok insan var.
Bu kişilerin dinlenmesiyle ilgili 2 saptamam var:
1) Bugüne dek çeşitli kurumlardan birçok kişi dinlenmiştir ama aralarında ilaç niyetine 1 tane AKP bakanı, milletvekili, bürokratı, delegesi, üyesi, hatta yalakası yoktur.
2) Ne Türkiye’de, ne de dünyada devletten tamamen bağımsız özel bir örgüt, cemaat, çete, grup dinleme yapma cesareti bulamaz. Düşünün, özel bir örgütsünüz; bir kamyonete bir sürü alet edevat yüklüyorsunuz, karpuz satar gibi sokak sokak dolaşıyor, kamyoneti canınızın dinlemek istediği kişinin yakınına çekerek dinliyorsunuz! Hiç korkunuz yok!
Buna Süleyman Demirel’in Fırat’taki sağır çobanı bile inanmaz.
* * *
Peki, tüm bu kişileri kim dinliyor olabilir? 3 şık var:
1) Hükümet korku cumhuriyeti kurmak için hasmı addettiği herkesi dinlemektedir.
2) Seçimlerde AKP’ye destek vermiş, bunun karşılığında devlete sızmış örgüt, cemaat, çete, grup, devletin alet ve edevatı ile hasmı kabul ettiği herkesi dinlemektedir.
3) Tersine AKP’nin hasmı bir örgüt, cemaat, çete, grup AKP’yi güç duruma düşürmek, belki de bir darbe ortamı yaratmak için, yine devletin bir bölümünden destek alarak dinleme yapmaktadır.
* * *
Ben 1. şıkka hiçbir ihtimal vermiyorum. Hükümetin bu kadar şaşkın olabileceğini düşünemiyorum. Ancak, 2. ve 3. şık ihtimal dahilinde.
Üstelik, 2. ve 3. şık, AKP’yi en az 1. şık kadar yaralayabileceği gibi bir de çaresiz bırakır. Zira, 1. şıkta yine de ipin ucu hükümetin elindedir ama 2. ve 3. şık, hükümetin denetiminin tamamen dışındadır.
2. şıkkı ele alalım. Eğer, bu şık doğru ise, bu durum insana akıllı düşmanından ziyade aptal dostunun zarar verdiğinin en güzel göstergesidir.
AKP bürokrasiye denetleyemediği unsurları sokmuş ise, insanın kendisine vereceği zarar kadar zararı başka kimsenin veremeyeceği sözü de ayrıca anlam kazanır.
Bu durumda AKP Hükümeti, tıpkı Dr. Frankeştayn gibi kendi canavarını yaratmıştır ki artık AKP’ye sadece "Allah yardımcın olsun!" demek gerekir.
* * *
3. şıkkı ele alalım. Kanımca, bu şık da ihtimal dahilinde.
En korkunç durum da bu!
Ben, son CHP dinlemesi hariç, dinlemelerde hükümeti kapatma davası sırasında daha da zor duruma düşürebilecek unsurların rol oynayabileceğini tahmin edebiliyorum.
Nasıl ki Danıştay Cinayeti’nde hálá karanlık noktalar vardır, pekálá dinlemelerde sağ gösterip sol vurmak isteyenler olabilir.
Ancak, bu ihtimalde hükümet açısından durum daha da vahim hál alabilir.
Düşünün, iktidar olmuşsunuz ama muktedir olamamışsınız ki, her ne kadar bürokrasiyi ele geçirmek için amansız mücadele veriyor olsanız da emriniz altındaki bazı insanlara söz geçiremediğiniz gibi, onlar harıl harıl ve pervasızca altınızı oymaya devam ediyorlar.
Üstelik, devleti kullanıyorlar.
Tekrar ediyorum, devlet aygıtının bir bölümünden destek almadan herhangi bir ülkede kimse kimseyi sistematik dinleyemez.
* * *
Telekulak, AKP’nin kulağında ağır enfeksiyon oluşturabilir!
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2008
ÖNCE tarihe bir not. Şerif Mardin’in ortaya attığı tez uzun yıllardır tartışılmakta imiş. Boğaziçi Üniversitesi’nde kendisinden feyz aldığımız Prof. Dr. Mustafa Dilber Şerif Mardin’in Kemalizmin "iyi, doğru, güzel" (felsefe) boşluğunu doldurmadığı eleştirisinin 50 küsur yıldır akademik dünyada tartışılmakta olduğuna dikkat çekiyor.
O da 1967 yılında verdiği doktora tezinde aynı konuya atıfta bulunmuş.
Adnan Adıvar zamanında Batılılaşma ve İslam’dan uzaklaşma gayretlerinin bir "positivistic mausoleum"a (positivist lahit-anıtmezar) dönüşme tehlikesine dikkat çekmiş.
Bernard Lewis de bir makalesinde ("Islamic Revival in Turkey" - "Türkiye’de İslami Uyanış" - International Affairs. Fall 1952, s. 38-48), bundan tam 56 yıl önce, eğer Türkiye, tıpkı İngiltere’deki Anglikan Kilisesi’nin yaptığı gibi, kendisine has bir din yorumu getirip kendi İslam-Türk modelini yaratmaz ise "positivistic mausoleum"un gelişmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemiş.
* * *
Ben iki gündür sadece Kemalizmin değil, İslami düşünce tarzının da Osmanlı’nın son 200 yılında felsefesizleştiğini, zaten felsefenin bu toprakları uzun süre önce terk ettiğini söylemeye çalışıyorum. Bana göre:
Cumhur, İslami felsefesizliği Cumhuriyet felsefesizliğine tercih etmiştir, zira Osmanlı eliti yerel olan değerleri yerli aktörler (imam, dini kıdemliler) ile tebliğ ederken, Cumhuriyet eliti yeni değerleri yeni aktörler (öğretmen, parti komiseri) ile tebliğ etmeye çalışmıştır.
Sonuçta da yerli felsefesizlik mahallede yeni felsefesizliğe galebe çalmıştır.
Yeni felsefesizlik ise bürokrasi üzerinden şehre yerleşmiştir.
Ancak, alan paylaşımı son yıllarda yerli felsefesizliğin önce bürokrasiyi, sonra da şehri ele geçirmeye başlaması ile dengesini yeniden kaybetmiş durumdadır.
Bu durum da haliyle yeni felsefesizlikte (bürokrasi, şehirli elit) büyük korkular yaratmaktadır.
Şerif Mardin belki vurgulamak istemiyor ama bu güç kavgası artık imam ile öğretmen arasında yaşanmıyor.
Onları çoktan aştı.
Adı üzerinde bu bir paylaşım kavgası ve kavga siyaset alanında veriliyor.
* * *
Şerif Hoca’nın "mahalle baskısı" kavramı medyaya girmeden önce (2005) ben "mahalle politikası" kavramını kullanarak AKP örgütlerinde Milli Görüş’ün egemen olduğunu, tabanı onların ele geçirdiğini söylemeye başladım.
Milli Görüş daha 50’li yıllarda başlayan sosyal eylemleri ile mahalleye kendini devletin alternatifi olarak takdim etti ve uzun yıllar bıkmadan usanmadan sosyal alanda "mahalleliye" hizmet verdi.
Bu hizmeti sırasında da mahallelinin yerel bulduğu, yüzyıllardır kendinden saydığı ama artık tüm felsefi öğelerini yitirmiş İslami düşünce tarzından da alabildiğine faydalandı, yerel unsurlar olarak camiyi, imamı, dini kıdemlileri kullandı.
Felsefesizlik büyük çapta kendi boyunu da aştığı için bu durum işine de geldi, mesajını en kolay metot olan tebliğ-tebellüğ metodu üzerinden verdi.
Ancak, artık yaşanan Şerif Hoca’nın söylemeye çalıştığı gibi sosyolojik, doğal, kendiliğinden gelişen bir işlevin gerçekleşmesi değil açık ve seçik siyasettir.
Mahalle baskısı sosyolojik bir kavramdır, mahallede "değerlerin" nasıl yerleştirildiğini anlatır.
Bu sözden siyasi söylem çıkarmak yanlış ve Hoca’ya haksızlıktır.
Ancak, adına taban politikası dediğimiz bir politika yapma usulü vardır.
Bu tür politikayı AKP’ye hayatiyet veren Milli Görüş mahallenin İslam’ı referans alan değerler sistemine sahip çıkarak yapmaktadır.
Kemalist görüş ise mahalleyi çoktan terk etmişti.
* * *
Milli Görüş doğal bir süreç olan ve adeta sade bir bakışla (gözle) yaşayan mahalle baskısını kendi lehine bir mahalle politikasına çevirmekte çok başarılı olmuştur.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2008
DÜN yazdım: Şerif Mardin’in şu iki saptamasına, anladığım kadarıyla tamamen katılıyorum: 1) Kemalizm’in, hatta daha ileri gidelim cumhuriyetin umdeleri vardır ama kendi ülkesi için geliştirdiği düşünce tarzı (felsefi derinliği) büyük çapta yoktur.
2) İslam’ın ise, katılın katılmayın, bir düşünce tarzı (felsefesi) vardır ve yüzyıllar içinde bu düşünce tarzı yerelleşmiştir (Osmanlılaşmıştır).
Ancak, Mardin Hoca’ya bir itirazım var:
Kabaca, 16. yüzyıldan itibaren bu topraklar felsefeyi terk etmiştir.
İslam, adeta imamın sadece tebliğ ettiği, cemaatin ise sadece tebellüğ ettiği şekilde yaşanmaya başlamıştır.
Cumhuriyet yeniyi inşa etmeye çalışırken felsefesizliği bizzat İslam düşünce tarzının son yüzyılda Osmanlı’da yaşadığı felsefesizlikten almıştır.
* * *
İslami düşünce tarzı felsefeyi terk ettiği içindir ki, Osmanlı yükselen milliyetçiliği okuyamamış, Osmanlı’da yaşandığı şekliyle İslam 19. yüzyılın değişen koşulları karşısında "iyi, güzel ve doğru"ya cevap üretememiştir.
Laik Cumhuriyet yeni dünyada en doğru felsefi çözümdür ve bu çözümü öneren insanlar kendileri Osmanlı paşaları olmalarına rağmen hayata geçirdikleri projelerini İslami düşünce tarzına dayandırmamışlardır.
Zira İslami düşünce tarzı cumhura dayanan, dine mesafe koyan bir rejim hayal edemezdi.
Bugün "laikçi" kampta yer alan cumhuriyetçi insanlar, inançlarından kopmasalar da, İslami düşünce tarzından bizzat bu felsefesizlik nedeniyle ayrılmışlardır.
* * *
Ancak Şerif Mardin Hoca haklıdır. Cumhuriyet rejimini 19. yüzyılın gelişen koşullarında doğru bir rejim olarak seçen elitler, umdeleri doğru tarif etseler dahi, bu umdelerin derinliğini yaratacak felsefi derinliği onlar da sağlayamamışlardır.
Belki de bu elitler, yine de İslami düşünce tarzı ile yetiştikleri için felsefesiz idiler.
Onlar da aynı nedenle cumhuriyeti elitin cumhura tebliğ ettiği, cumhurun da tebellüğ ettiği bir gelenek içinde kurmaya çalıştılar.
Ancak, cumhur İslami düşünce tarzının umdelerini tebellüğ etmiş ama cumhuriyetçi düşünce tarzının umdelerini tebellüğ etmek istememiştir.
Neden?
Hoca’nın yarattığı metaforla söyleyelim, bana göre cumhur sarıklı imamı kendisinden (in-group) saymış ama kravatlı ve fötr şapkalı öğretmeni kendisinden saymamıştır (out-group).
Bunun içindir ki imamın ve dini kıdemlilerin sadece bir bakışı (gözü) mahalle baskısı yaratırken, öğretmen ve yandaşı elitler "baskıyı" ancak "devlet otoritesi" (zor) kullanarak tesis edebilmişlerdir.
Mahalle baskısında "göz" olsa da "zor"dan daha çok "gönüldaşlık" vardır.
* * *
Cumhuriyetci düşünce tarzını gönülden benimseyen kitleler ise cumhuriyetin ülkeyi yönetmek için ihtiyaç duyduğu bürokrasiye insan kaynağı oluşturabilen eğitim almış kişiler olmuştur.
Bunlar felsefi derinliği olmayan bir ülkede cumhuriyetin umdelerini yine tebellüğ yolu ile edinmelerine rağmen gördükleri işlev açısından elit sınıfı oluşturmuşlardır.
Cumhur, Osmanlı’nın elitine tepki duymazken bu elite tepki duymuştur, zira Osmanlı eliti yerel olan değerleri yerli aktörler (imam, dini kıdemliler) ile tebliğ ederken, Cumhuriyet eliti yeni değerleri yeni aktörler (öğretmen, parti komiseri) ile tebliğ etmeye çalışmıştır.
Sonuçta da yerli felsefesizlik mahallede yeni felsefesizliğe galebe çalmıştır.
(Yarın son)
Yazının Devamını Oku