13 Mayıs 2008
TÜRKİYE’deki bir partinin kapatma davası ile günümüz dünyasında yaşanan bazı devinimler arasında birinin diğerine neden olduğu, yahut da birinin diğerini tetiklediği iddia edilirse bu iddia rasyonel analizler yapmak yerine akıllı sorular sorarak sonuca varan bir komplo teorisi yaratmak olur. Dünyadaki devinimlerin kapatma davasının açılmasına neden olduğunu söylemek uçuk ve şirin bir palavra olacağı gibi kapatma davasının dünyadaki devinimi tetikleme iddiası daha da ileri giderek bir zırvaya dönüşür.
Ancak, dünyada yaşananlar içinde Ortadoğu’nun rolü irdelendiğinde AKP’nin kapatma davasının çeşitli denklemlerde çeşitli aktörler tarafından didiklendiğini söylemek hiç de yanlış olmaz. Dünyadaki aktif aktörler kapatma davasını etkilemeye çalışmaktadır, kapatma davasının sonucu da dünyadaki devinimde bir rol oynayacaktır.
* * *
Dünyadaki oyunun adı hálá Doğu-Batı oyunudur. Oyunu kimin kazanacağını ise kimin enerji yollarına hakim olacağı çözecektir.
Oyunun bir yanında, zaman zaman menfaatleri çatışsa da, ABD-AB vardır.
Diğer yanda ise Çin-Rusya-Hindistan rol almaktadır.
Ancak, bu 5 oyuncunun sadece Doğu-Batı ittifakları doğuracağını düşünmek akla ilk gelen ama tek oyun değildir. Hindistan’ın kimi seçeceği, Rusya ile Çin’in ne seviyede müttefik olacağı henüz tam belli değildir.
Birisi (Doğu) yeni dengeler ararken yeni dünya düzenini körüklemektedir. Diğeri (Batı) ise buna direnerek statükoyu korumaya çalışmaktadır. Ancak, yanlış anlaşılmasın, statüko defansta değildir, tam tersine saldırgan olan statükodur.
Enerji yollarına hakimiyet iddiası ise Kafkasları ve Ortadoğu’yu dünyanın merkezine yerleştirmiştir.
Dünya petrol rezervlerinin %65’ine sahip Ortadoğu’da da çeşitli aktörler ama sadece 2 adet başaktör vardır: Türkiye ve İran!
* * *
ABD Ortadoğu’yu kaptırmama mücadelesi verirken karşısında en güçlü aktör olarak İran’ı bulmaktadır. Yanındaki en güçlü aktör olarak ise ne kadar güveneceği konusunda zihnini oldukça karıştıran bir ülke vardır: Türkiye!
ABD Türkiye’ye ne kadar güveneceğini ve daha beteri Türkiye içinde kime güveneceğini kestirememektedir.
Herkese çok garip gelecek ama bana göre siyasi arenada ABD en çok MHP’ye güvenmektedir.
Zira, MHP 2002’den beri her seferinde verdiği sözü tutan ve birlikte akıllı oyunlar kurulabilen bir görünüm vermektedir.
ABD açısından güvenilmezlik bağlamında en tutarlı parti ise CHP’dir. ABD hem Türkiye’de hem de bölgede hiçbir oyunu CHP ile kuramayacağını bilme rahatlığı içindedir! Ancak, diğer 2 aktöre sıra gelince ABD’de zihinler karışmaktadır: AKP ve TSK.
Hatta bu 2 aktör söz konusu olduğunda Pentagon ağırlıklı Neo-Conlar ve Dışişleri de kendi aralarında ayrışmaktadırlar.
1 Mart Tezkeresi sırasında hem AKP hem de TSK ABD’de topyekûn sınıfta kalmıştır ama sonradan yaşananlar Dışişleri’ni ağırlıklı olarak AKP’ye, Neo-Con güdümlü Pentagon’u ise eski dost TSK’ya yaklaştırmıştır.
* * *
AKP’nin kapatma davasında ABD’nin hangi kanadının ağırlık kazanacağını, AB’nin rolünün nereye kadar etkin olacağını yarın ve öbürgün analiz etmeye çalışacağım.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
ULUSLARARASI ilişkiler alanında etkin bir dergi olan Foreign Policy (www.foreignpolicy.com) yaşayan en büyük 100 entelektüeli İngiltere’de çıkan Prospect Dergisi ile ortaklaşa belirledi. Ortaya çıkan isimler arasında Fethullah Gülen ve Orhan Pamuk da var. Muhakkak ki derginin bu kişileri seçerken kullandığı kriterler eleştirilebilir, bazı isimlerin çıkarılması, bazı isimlerin ilave edilmesi önerilebilir ama dergi ciddi bir dergidir, kimse isimlerin tespitinde siyasi mülahazaların kullanıldığını, şu veya bu ülkenin uluslararası arenada geliştirdiği politikaların etkisi altında bazı isimlerin dayatıldığını iddia edemez.
* * *
Listenin 2/3’ünü Avrupalı ve Amerikalı entelektüelin oluşturması ya entelektüelliğin hálá Batı merkezli olduğu savını güçlendirecek, ya da seçiciler ne kadar "objektif" davranmaya çalışırsa çalışsınlar entelektüelliği Batı merkezli tarif ettikleri savına güç katacaktır. Hangi görüşün ağır basacağını zaman içinde göreceğiz.
Yaşayan 100 entelektüel arasında sadece 2 Türk’ün bulunması sevinilmesi mi, yoksa üzülünmesi mi gereken bir durumdur, bunu da tartışmaya açmakta fayda var.
Ancak, 100 entelektüel arasında yer alan 2 Türk’e bazı kesimlerce duyulan husumetin bu seçimi neredeyse görmeme çabası yaratması alaturka düşünce sistematiğinin tipik bir örneğidir.
Bir kişi veya kuruluşu sevmek veya sevmemek hakkı vardır, ama yiğide hakkını teslim etmek de bu ülkenin gelenekleri arasında yaşamaya devam etmelidir.
* * *
Listede İtalyan yazar Umberto Eco, Amerikalı aydın Noam Chomsky, Alman filozof Jürgen Habermas, gazeteci Fareed Zakaria, tarihçi Bernard Lewis, Nobel Barış ödüllü eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore, tarihçi Bernard Lewis, Çek devlet adamı Vaclav Havel, New York Times yazarı Thomas Friedman, siyasal bilimci Francis Fukuyama, Irak’taki Amerikan güçlerinin komutanı General David Petraeus ve Rus satranççı Garry Kasparov gibi Türkiye’de de çok iyi tanınan isimler yer alıyor.
Entelektüeller listesinin dini liderler kategorisinde ise Fethullah Gülen’in yanı sıra Papa 16. Benedikt, İslam alimi Tarık Ramazan ve Yusuf el-Kardavi bulunuyor. Batı kaynaklı bir derginin seçtiği 4 din adamının 3’ü Müslüman!
* * *
Dergi(ler) yaşayan 100 entelektüeli seçerken ne gibi kriterler kullanılmış?
Editörler listeyi ortaya çıkarırken kullandıkları kriterleri şöyle açıklıyorlar:
"Bu listedeki bay ve bayanlar dünyadaki en girift düşünürlerden bazıları olmakla beraber, listeyi hazırlarken kullandığımız kriterler bundan daha basit olmazdı: Adaylar yaşıyor ve halen kamusal hayatta faaliyet gösteriyor olmalı. Alanlarında müstesna konuma sahip olup, aynı zamanda kendi ülkelerinin de sınırlarını sıkça aşarak daha geniş alanda tartışmayı etkileme kabiliyeti göstermeli."
Demek ki Foreign Policy Dergisi’ne göre hem Fethullah Gülen, hem de Orhan Pamuk dünyadaki i) en girift düşünürlerden sayılıyorlar, ii) alanlarında müstesna konuma sahipler, iii) Ayrıca, kendi ülkelerinin de sınırlarını sıkça aşarak daha geniş alanda tartışmayı etkileme kabiliyeti göstermişler.
* * *
Fethullah Gülen ve Orhan Pamuk’u sevmeyenlere/beğenmeyenlere/ağır eleştirenlere seslenmek istiyorum. Onları sevmemek doğal hakkınız. Ancak:
i) Bu iki kişinin yukarıda sayılan kriterlere uymadığını iddia edebilir misiniz?
ii) Siz olsaydınız, yukarıdaki kriterlere sahip başka hangi Türkleri listeye ilave etmek isterdiniz?
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2008
BAŞBAKAN bazı gazetecilerle bir yemek yedi, ortaya "yol haritası" lafı çıktı. Kaç gündür bu haritanın olası varlığını tartışıyoruz. Ben yemekte yoktum, yemekte bulunan kişilerle de görüşmedim. Bu anlamda o gece, bir yol haritası sunulup sunulmadığını bilemem.
Ama kaç yıldır Recep Tayyip Erdoğan’ı izleyip analiz etmeye çalışan bir kişi olarak söyleyebilirim ki Erdoğan’ın hemen hiçbir konuda kafasında yol haritası yoktur.
Yol haritası yapmak, strateji üreten insanların işidir, halbuki Erdoğan muhteşem bir taktisyendir. Erdoğan uzun vadeli analize dayanan planlar yapmaz, ama güdüleri çok güçlü bir pragmatist olarak son anda çok akıllı taktikler üretir.
Erdoğan’ın bir stratejist olmadığı, Başbakan olduğu günden beri bellidir.
* * *
Eski bir örneğe bakalım: Birileri Batı’da zina suç sayılıyor demiş, bunun üzerine Erdoğan zinayı suç saymak için hemen harekete geçmiştir. Zira, Batı’nın itiraz etmeyeceğini zannettiği bir konuda kendi Milli Görüşçü tabanını hoşnut etmek istemiştir. Ama işin aslı belli olunca, AB’nin hışmını üzerine çekmemek için, işin içinden son anda sıyrılmıştır.
Emin olunuz ki:
1) "Velev ki başörtüsü siyasal simge olsa dahi, üniversitede takılması suç olamaz" mealli sözleri bir strateji ürünü değildir. Hele hele yol haritasının bir adımı hiç değildir. Öyle olsaydı, Anayasa’nın Başlangıç bölümünün 5. paragrafının son cümlesini ve 24. maddesinin yine 5. paragrafını ezbere bilmesi gereken bir Başbakan böyle bir cümleyi katiyen kurmaz, meramını çok daha değişik şekilde ifade ederdi.
2) Erdoğan, "Türbanı diğer özgürlüklerden ayırt edelim" mealli konuşurken de MHP’nin topa girebileceğini hiç hesap etmemişti. Beteri, MHP topa girdiğinde de türban için Anayasa’da ve YÖK’te yapılması gereken değişiklikler konusunda ne kendisinin, ne de kurmaylarının en ufak yol haritaları yoktu. Bunun içindir ki, günlerce ne yapılacağı arandı, YÖK Ek-17. madde 40 kere şekil değiştirdikten sonra "bırak dağınık kalsın" mantığıyla kılık kıyafeti düzenleyen bu maddeye dokunulmadı. Bu kez de Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan değişiklikler sınırları tarif edilmemiş özgürlüklere dönüştü, bu sınırsız değişiklikler laikliğe dokunuyor mu, dokunmuyor mu tartışmaları işi mahkemeye götürdü.
* * *
Kanımca, kapatma davasında laikliğe karşı tek somut "fiil", bu Anayasa değişikliğidir ve eğer bu madde iptal edilirse, AKP’nin kapatılması için en somut delili oluşturacaktır.
Ardı arkası hesap edilmeden yapılan bu değişikliğin ise tek mimarı vardır, o da AKP’nin bizzat kendisidir.
Ortada ne bir strateji vardır, ne bir yol haritası!
Hatta, toplu bir Anayasa değişikliği Ergun Budun Hoca ve ekibine hazırlatılırken bir yol haritası muhakkak ki vardı, ama bu haritayı aniden yırtıp atan bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisi olmuştur.
Erdoğan’ın şimdi de yol haritası olduğunu düşünmüyorum.
O yine pragmatist güdülerle geliştireceği taktiklere başvuracaktır.
Zannederim, şimdi kafasında tek bir adım vardır. O da Anayasa değişiklikleri ile ilgili mahkeme kararını beklemektir. Bu karara göre bir sonraki adımını tespit edecektir.
Sonra yine adım adım ilerleyecektir.
Örneğin, kapatma kararı verilirse, 10 adım sonra konuşulacak olan "bağımsız adaylık" konusunda şimdiden dedikodular vardır, ama ben bir "B planı" olduğunu zannetmiyorum.
* * *
Stratejilere göre düşünmeye alışmış insanlar, Erdoğan’ın bu yaklaşımını yadırgıyorlar, ama Erdoğan bunca başarılı yolu bir taktisyen olarak kat etti!
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2008
AB ve ABD’de Müslüman ülkelerde laikliği dayatmayan demokrasinin bu ülkelerdeki Batı muhalifi siyasi unsurları kendi taraflarına çekebileceğine inanan siyasetçi ve akademisyenlerin sesi daha fazla çıkmaya başladı. Geçenlerde (13.04.208) bir makaleyi özetlemiştim.
(Thomas F.Farr: "Diplomacy in an Age of Faith" - "İnanç Çağında Diplomasi", Foreign Affairs Dergisi, Mart-Nisan sayısı, s. 110-124.)
Prof. Farr özetle ve mealen "AKP de, dinci partilerin fanatizmine kaymadan, iyi yönetişim, iyi ekonomik politikalar uygulanabileceğini gösteriyor. AKP liberal öğeler taşıyan İslamcı bir yönetim felsefesi geliştiriyor" diyordu.
Farr’a göre ABD laiklik tarafından kör edilen bir diplomasi anlayışını terk etmeliymiş. Bu da diplomasinin laik anlayıştan kurtarılması ("desecularization") ile mümkünmüş.
Bu makaleden çıkan tarif şudur:
AKP, içinde liberal unsurların da olabileceği İslamcı yönetim (siyaset) felsefesini geliştirebilecek öncü bir partidir.
Bu anlayışa göre AKP aslen İslamcı bir partidir, ama içinde (Batı’nın işine gelen) liberal unsurlar da taşır!
* * *
Hadi, diyelim ki Thomas F. Farr bir akademisyendir ve istediği görüşleri kimseyi bağlamadan savunur.
Ama gelin görün ki AB adına ahkam kesen Olli Rehn, Jose Manuel Barroso, Joost Lagendijk de benzer kelamlar ediyorlar ve yardım etmeye kalktıkları AKP’ye büyük zarar veriyorlar.
Zira, kendini "sevenlerin" de "İslamcı" gördükleri bir partinin Anayasa Mahkemesi önünde işi çok daha da zorlaşacaktır!
* * *
Batı’da, özellikle AB içinde şöyle bir anlayışın yeşermekte olduğu kapatma davasından sonra iyice su yüzüne çıktı:
AB’ye onu Ortadoğu’da temsil edecek bir parti lazımdır. Bu parti hem AB’ye hoş bakacak, hem de Ortadoğu’da garipsenmeyecek bir parti olmalıdır.
Bunun dışında böyle bu partinin kendi ülkesi için tasavvurları, projeleri AB’yi ilgilendirmez.
Bu parti Türkiye’de AKP’dir!
AKP’nin Türkiye’yi muhafazakárlaştırma projesi, bırakın kötü bir şey olmayı, bu partiyi Arap dünyasında başat parti yapmak için gereklidir.
Öte yanda, CHP ve MHP gibi laik(ci) partiler ülkeyi hem Ortadoğu’dan, hem de AB’den uzak tutmaya çalıştıkları için AB’nin işine gelmezler!
* * *
Koyu bir AB taraftarı olarak söylüyorum:
Bu analiz ikiyüzlü bir analiz olma dışında, demokrasi inancı zayıf bir analizdir ve Batılı dostların Türkiye’yi anlamadan ahkám kestiklerinin özetidir.
Onlar "işlerine gelen Türkiye" tasavvuru ile hareket etmektedirler. Bunun içindir ki Sabah-atv’nin devrindeki abuk kredilendirmeyi, daha da beteri 1 Mayıs’ta Başbakan’ın aldığı faşizan tavrı görmezden gelmişlerdir.
22 Temmuz’da AKP kabaca 16 milyon oy aldı ama CHP 7 milyon, MHP 5 milyon civarında oy aldılar.
Eğer liberal demokrat umdelere bağlı iseler; Batılı dostlar, Türkiye için, 16 milyon insan kadar 12 milyon insanın temsil ettiği talepleri de gözeten politikalar önerirler!
Hatta, AKP’ye yardımcı olmanın yöntemi de budur!
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2008
BENCE AKP’nin temel sorunu, başta lideri olmak üzere, bazı üyelerinin ve liberal gelenekten geldiklerini iddia etseler de yalakalığı kendilerine şiar edinmiş yazarlarının büyük çapta tek doğrulu bir dünya algılamasına sahip olmalarıdır. Bu algılama metodu, bir yere kadar AKP için şanstır. Zira, normal yurdum insanının düşünce metodolojisi de büyük çapta tek doğrulu dünya algılaması ile şekillenir.
Bunun içindir ki, tek doğruya inanan (tapan) insanların ters görüşler karşısında öfke seline kapılması çağdaş bir Başbakan’a yakışmaz ama trafikte de öfke içinde ısrarla korna çalınca yolun açılacağını zannedenlerin onu kendi kahramanları addetmesine vesile olur.
* * *
Tek doğrulu insanlar, olguları işlerine geldiği gibi yorumlarlar.
Örneğin, Ergenekoncuların 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nı basacağı "iddiası", 1 Mayıs’ta Taksim’de miting olursa bunun kendi aleyhine bir gösteriye dönüşeceğinden korkan Başbakan’ın işine geldiği için "bilgi" haline dönüşmüştür.
Başbakan’ın bir iddiayı bilgiye çevirince "tek doğrulu yazarlar" bunu anında tebellüğ etmişler ve onlar da; bırakın ispatı, herhangi bir delili, emaresi, ipucu olmayan bir hurafeyi "tek doğru" olarak insanlara kakalamaya kalkmışlardır.
Bu arada Başbakan’ın tek doğru anlayışını reddeden fayda-maliyet analizine başvurmaması, 1 Mayıs’ın hükümet açısından maliyetini elde edilen sanal faydanın çok üstüne çıkarmıştır ama ne gam!
* * *
Tek doğru anlayışı, insan fıtratında olumsuz bir huy olarak kabul gören inatlaşmayı da ön plana çıkarır.
Başbakan, büyük medya karşısında kendi medyasını kurmayı ısrarla istemektedir, o halde Sabah-atv satışında kamu bankalarının abuk krediler vermeye zorlanması haktır!
Eminim, bu abuk kredi söz konusu olduğunda rahatsız olan birçok AKP’li olmuştur ama Başbakan’ın inadının kendilerine karşı hiddete dönüşme ihtimalini yüksek gören bu insanlar fazla ses çıkarmamışlardır.
Buna karşılık, "Başbakan, bizzat sen aynı işi Mesut Yılmaz yapmaya kalkınca buna yolsuzluk demiştin!" diye yazınca sadece oyunu değil düşünce sistematiğini de Başbakan’la paylaşan okurlar utanmadan, "Ama bu sefer iyi niyet var!" diye mektup yazabilmektedirler.
Tek doğrulu dünya algılaması, aynı yanlışı "kendilerinden birisi" yapınca durumu bütün vahametine rağmen içselleştirebilmektedir. Başbakan da bu toplumsal zaafı istediği gibi kullanabileceğini düşünmektedir.
* * *
AKP liderliği, tek doğrulu dünya algılamasından kurtulamayacağını AB’den meşruiyet izni aldıktan sonra 2005 yılının başlarında bana gösterdi.
Ancak, bazı "liberaller" AKP’nin liderliğinin zihniyet haritasının demokrasiye cevaz vermediğini büyük çapta yakın zamana dek göremediler.
22 Temmuz bir dönüm noktası oldu!
22 Temmuz’da kazanılan yüksek oy oranı, tek doğrulu dünya algılamasına sahip her insana yaptığını Başbakan’a da yaptı.
Ebedi ve ezeli bir soru olan "Eğer tek doğru varsa, dünyevi meselelerde tek doğruyu kim tayin eder?" sorusuna Recep Tayyip Erdoğan 22 Temmuz’da cevabı buldu:
- Ben!
O gün bugündür AKP fren tutturamıyor!
* * *
Başbakan’ın çevresinde rahatsızlık duyan taraftarların sayısı her geçen gün büyüyor ama kalan yalakalar Başbakan’a yine de şimdilik yetiyorlar!
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2008
ZAMANINDA; başkasına sattığı gazetenin ismini büyük bir pişkinlikle yeni çıkardığı gazetede de kullanan, ancak mahkeme kararı ile sattığı ismi yeni gazetede kullanmaktan men edilen, bu sefer de Başbakan Erdoğan’ı gazeteyi sattığı patronu ismi iade etmesi için "ikna etmeye" zorlayan gazeteci, gazeteleri Sabah’ın satışı konusunda yazdıkları için "Maksadımız kimseyi suçlamak değil. Sadece suret-i haktan görünenlerin, aslında böyle bir niyetleri olmadığını anlatmak" cümleleri ile uyarınca insan "Vah vah, Ahmet Çalık’ı savunmak kimlere kalmış!" demeden edemiyor.
* * *
Dünyanın en abuk kredilendirme yöntemiyle gazete-TV sahibi olunan ülkemizde Erdoğan’ın 1 Mayıs’taki tutumunu sözüm ona eleştirmek uğruna, "Üç beş sendikacı ve sivil toplum önderi dahi Ergenekon provokasyonu konusunda ikna edilemedi" diyebilen gazeteciler de olacaktır.
Her yerde her daim hazır bulunan Ergenekoncular, DİSK ve ÖDP binalarına kaçtıkları için 1 Mayıs günü bu kuruluşların binalarına gaz bombası atıldı!
* * *
İktidar yalakaları arasında kendi cehaletinin farkına dahi varamayacak kadar cahil olanları geçen aralık ayında yayınlanan Tarhan Erdem’in türbanlıların sayısı arttığına dair araştırması hakkında da, kendileri sadece rivayetlere dayanan yazılar yazabildikleri için, "Bir rivayete göre (’araştırma’ demek istemiyorum), son birkaç yıl içinde örtünenlerin sayısı dörde katlanmış" diyebilecek kadar saçmalayabilmişlerdi.
Şimdi de Taksim’de Ergenekon aramaları, beyin kapasiteleri için doğal bir işlem!
* * *
"Ayakları baş yapmak üzere" iktidara talip olan, kendilerini "ayak" hissedenler tarafından "zenci" addedilerek iktidara getirilen Başbakan, şimdilerde kamu bankalarının yöneticilerini ileride hesap verebilecekleri abuk kredileri vermeye zorluyor ama zamanında kendisi "Yoksulluğu, yolsuzluk yaratır" sloganıyla, benzer işlemlere yeltenen eski bir başbakanı Yüce Divan’a yollamıştı.
"Batı’dan ahlaksızlığı değil bilimi alın!" diyen aynı Başbakan şimdilerde partisinin kurtarılması için Batı’nın ahlak değerlerine sığınmaktan hiç sıkıntı duymuyor.
Batı’da en güvendiği dostlarından biri, "22 Temmuz seçimlerindeki parlak zaferi nedeniyle kendisine olması gerekenden fazla güvenmeye başlamıştı" deyince de herhalde "Ahlaksızların dostluğu bu kadar olur" diyecektir.
* * *
Başta AKP’nin lideri olmak üzere bazı AKP’lilerde ve AKP yalakası bazı medya mensuplarında "akıl tutulması" yaşanıyor.
22 Temmuz sonrası yakalanan muhteşem seçim zaferini bir halk hareketi olarak görenler, tüm liberallerin AKP’ye oy verdiğini söyleyecek kadar saçmalama özgürlüğü kullananlar, AKP liderlerini abukluk yarışına tahrik ettiklerinin belki de farkında değildiler.
Önce türbanın diğer özgürlüklerden ayırt edilmesiyle, şimdi de 1 Mayıs’ta işçilerin bizzat AKP tarafından satılması ve dahi Sabah-atv devrinde yaşanan garabet nedeniyle az sayıda da olsa, medya mensupları nihayet "uyanıyor"!
Ama gelin görün ki abukluk yarışı yine de bütün hızıyla hálá devam ediyor!
Not: Vahit Erdem geçen hafta AKP’yi eleştirmişti. Ben de 30.04.08 günü yazdığım "Lakin Vakit Geç Değil mi?" başlıklı yazımda kendisini "batan gemiden" inmeye kalkma niyeti içinde olmakla eleştirmiştim. Telefonla aradı ve daha önceleri de benzer eleştiriler yaptığını söyledi. Ayrıca söz konusu söyleşisinde sadece AKP’ye değil, siyasi arenadaki herkese uyarı yaptığını belirtti.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2008
SENDİKALARIN neden "1 Mayıs İşçi Bayramı"nı illa ki Taksim Meydanı’nda kutlamak istediğini anlamak için 1977 kutlamasının önemini anlamak gerekir. 31 yıl evvel ben de o meydanda idim ve o gün yaşadığım dehşeti bugün hálá unutmuş değilim.
Önce Vikipedi, özel ansiklopedinin günle ilgili yazdıkları üzerinden o günü hatırlayalım.
"1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı, 34 kişinin hayatını kaybettiği, yaklaşık 130 kişinin yaralandığı gün, tarihe Kanlı 1 Mayıs adıyla geçmiştir.
1 Mayıs 1977 günü çeşitli illerden İstanbul’a gelen yaklaşık 500 bin kişi, DİSK’in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanı’nı doldurdu... Saat 19.00 sularında dönemin DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli’nin de üst katlarından ateş açıldı.
İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşu’na itmeye başladı... Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.
* * *
28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. 470 kişi gözaltına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı. Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay halen aydınlatılamamıştır. Sular İdaresi’nin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır."
Ben şahsen Sular İdaresi Binası’nın üzerinden ateş açanları gözlerimle gördüm. Onlar yok oldular, zira o gün orada bulunan herkes inanır ki binanın arkasında bekleyen resmi araçlar katilleri kaçırdılar. Birçok insanın birbirini ezerek öldürdüğü Kazancı Yokuşu’nun boydan boya bir kamyon tarafından kesildiğini, panzerlerin insanları o tarafa sürüklediğini de bizzat biliyorum.
Ben o sürüklenme sırasında kendimi zorla güruhun dışına atmış ve ara sokaklardan aşağıya doğru koşa koşa Beşiktaş’a ulaşmıştım. Ara sokaklarda sivil giyimli provokatörlerin "Gün bugündür, savaşa geri dönün!" minvalli sözleri hálá aklımdadır.
* * *
O gün Taksim Meydanı’nda bulunanlar, başka hiçbir açıklamayı kabul etmezler:
Kanlı 1 Mayıs’ı devlet organları tertip etmiştir!
34 kişinin katili bizzat devlet aygıtıdır!
O gün ben derin devleti gözlerimle gördüm. Milletin parasıyla satın alınan panzerlerin üzerinde yine milletin verdiği maaşla geçinen ve bizzat milletin bağrından çıkmış polislerin işçilere nasıl saldırdığının şahitlerinden birisiyim.
Bugün Ergenekon’un üzerine gidilmesini haklı olarak talep edenler arasında Kanlı 1 Mayıs’ı yaşamış olanlar, "derin devlet"in öyle 3-5 kişinin "çetecilik" oynamaya kalkmaları kadar basit bir oyun olmadığını çok iyi bilirler.
Veli Küçük’lerin, Doğu Perinçek’lerin suyunun suyu olduğunu da bilirler.
"Ergenekon ne oldu?", diye bağıran kişilerin 1 Mayıs’ın bayram olması konusunda yan çizen hükümete de çok kızmaları gerekir.
* * *
1 Mayıs’ın tekrar bayram olması ve Taksim Meydanı’nda kutlanması devletin borcudur, zira o gün meydanda ölenlerin devletten alacağı hálá ödenmemiştir.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
BU satırların yazıldığı saatlerde TBMM, AKP’nin girişimi ile TCK 301’i görüşecek. AKP milletvekili Vahit Eldem partisine ağır eleştiriler getirmiş.
Adını açıklamayan kıdemli siyasetçi bir AKP’li "Gerekirse bakanların bazıları değişir" demiş.
AKP geniş kapsamlı bir Anayasa değişikliği paketi üzerinde çalışıyormuş.
Parti kapatma Venedik kriterleri seviyesine çıkarılmalıymış.
Başbakan Ermenistan’ın yeni seçilen başbakanını kutlamış.
Kuzey Irak’a yeni açılım yapılacakmış, Barzani ile irtibat kurulacakmış.
Kıbrıs’ta barış için yeni bir açılım Ankara tarafından desteklenecekmiş.
* * *
Normal zamanda gazetelere bu haberler düşse çağdaş Türkiye yaratma çabasında hükümeti önce alkışlamak, sonra da desteklemek gerekir.
Ancak, yukarıda sıraladığım son dakika gelişmeleri bana sadece bir şarkının sözlerini hatırlatıyor:
"Daha önceleri nerelerdeydiniz?"
* * *
3 yıldır 301’in üzerine yatan AKP iktidarı olmasa.
Vahit Eldem son anda "batan gemiden" inmeye kalkmasa, bu sözleri partinin kapatılma davası açılmadan önce söylemiş olsa.
Bazı bakanları (herhalde esasen Hüseyin Çelik’i kastediyor) değiştirmekten bahseden siyasetçi/bakan adını verecek yüreğe sahip olsa.
Geniş kapsamlı Anayasa değişikliğini rafa kaldırıp, daha 2 ay evvel sadece türban için Anayasal özgürlük aranmış olunmasa.
Partiler Kanunu hakkında AKP iktidarı 2003’ten beri sadece Anavatan’a hazine yardımını kesmek için değişiklik yapmış olmasa.
Başbakan bugüne dek Ermenistan’a sadece sırtını dönümüş olmasa.
3 Kasım’da Oval Ofis’te anında istihbarat karşılığı Kuzey Irak için verilen sözler daha önce hayata geçirilmeye başlamış olsa.
Annan Planı’nın hayata geçmeyeceği belli olduktan sonra yıllardır Ankara, Mehmet Ali Talat’ı yalnız bırakmış olmasa...
Belki ben de hayatın ders almak üzere var edildiğine inanır ve "Bir şans daha!" şarkısını çalmaya başlardım.
Ancak, hayatın son dakika manevralarını yemeye müsait olmadığını öğrenecek kadar yaş yaşadım!
* * *
Bütün bunların dışında...
Eğer, son dakikada "Sabah-atv" dünyanın en abuk yöntemi ile devredilmeseydi, belki yine de safça "Hayattan ders alınıyor" diyebilirdim.
Başbakan’ın "banka hortumlama" konusunda görüşlerini bizzat kendisinden defalarca dinlemiş bir kişi olarak hayattan hiç ders alınmadığını bir kez daha yaşıyorum.
"Banka hortumlanması" olaylarını zamanında fena etüt etmemiş bir kişi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu kadar amatörce bir kredilendirme rezaleti daha önce yaşanmamıştı.
Sabah-atv’nin Vakıfbank-Halk Bankası kredileri ile devrinin hemen ardından banka müfettişleri, murakıplar, Devlet Denetleme Kurumu üyelerinin hemen bu iki bankayı denetim altına alması gerekir, RTÜK’ün sonda çıkan ve adını dahi "büyük ortağın" doğru dürüst bilmediği küçük "Arap ortağı"nı hemen sorgulaması gerekirdi.
* * *
Ama heyhat! Para bulma konusunda bizzat Başbakan ve Cumhurbaşkanı devrede!
Yazının Devamını Oku