29 Nisan 2008
DAVA açılalı beri hemen herkes, AKP’liler de dahil, partinin kapatılacağı varsayımı ile hareket ediyorlar.<br><br>Zira, bugüne dek hakkında kapatma davası açılmış bütün partiler kapatılmış. Ayrıca, insanlar, ben de dahil, inanıyorlar ki dava açılmadan önce çok ince hesaplar yapılmıştır. İçeride ve dışarıda türlü oyunlar kurulmuştur.
Ancak, hepimiz şu anda sadece senaryo yazıyoruz.
Senaryoları da işimize geldiği gibi şekillendiriyoruz.
Gelin bugün daha fazla olasılık tanıdığımız bir şıkkın dışında başka bir olasılığı irdeleyelim.
Üstelik, soruyu daha samimi soralım:
Ya Recep Tayyip Erdoğan’a siyasi yasak getirilmezse ne olur?
* * *
Hepimiz, açıkça konuşmasak da, biliyoruz ki; esas hedef Recep Tayyip Erdoğan’dır!
Herkes biliyor ki, AKP’nin dinamosu Erdoğan’dır, otoriter bir lider olarak AKP’nin hemen hemen tüm politikalarını o yönlendirmektedir.
Ayrıca, hepimiz Erdoğan’ın diplomasi zaaflarının ve strateji kurmadan aklına gelen düşüncelerle politika ürettiğinin farkındayız.
En büyük eksiğini ise, karar alırken zihninde detaylı bir fayda-zarar analizi yapmadan "topa girdiği" için tahmin edilemezliği oluşturuyor.
22 Temmuz’daki keskin seçim zaferini Erdoğan’ın taşıyamadığını da artık Batı’daki "dostları" dahi kabul ediyorlar.
* * *
Hedef Erdoğan!
Ama ya menzile ulaşılmazsa ne olur?
Eğer Recep Tayyip Erdoğan’a siyasi yasak getirilmezse Erdoğan ne yapar, nasıl davranır, bunu şu anda kendisinin de bilmediğini düşünüyorum.
Bir başkasının ilerideki olası tavrı hakkında ahkám kesmenin risklerini ve yanılgı payını da peşinen kabul ediyorum.
Ama, kamuoyunda doğru dürüst tartışılmayan bir konunun da gündeme gelmesi gerektiğini kanısındayım.
* * *
Sorduğum soruya iki şekilde cevap verebilirim:
1) İnsanın, hatta canlıların fıtratı açısından.
2) Geçmiş tavırlarına bakarak Erdoğan hakkında eğilim analizi yaparak.
* * *
1) Bir insanın üzerine çok giderseniz o, badireyi atlattıktan sonra, beter bir öç alma duygusu içine girecektir. Bu durum sadece insanlar için değil, can taşıyan tüm varlıklar için geçerlidir. Ormanda kurşun sıktığınız aslan "düşmezse" artık o sizi "düşürmek" için bütün gayretini sarf edecektir. Tabii hukuk açısından da artık aslanı kınama hakkınız yoktur. "Can derdi" tüm dertlerin üzerindedir. O halde aslana karşı tek bir kurşun sıkma hakkınız olduğunu unutmamanız gerekir. Stratejinizi ona göre yapmanız şarttır.
2) Erdoğan o kadar büyük bir "dışlanmışlık" duygusu altındadır ki, zaten ona göre "cemaatten" olmayanlar onun her an canını istemektedirler. Tersine, onu dışlayanlar önünde attığı her adım onu çok büyük bir zafere taşımakta, tek ve vazgeçilmezliğini pekiştirmektedir.
Erdoğan hakkında, "Eğer yasaklanmazsa nasıl davranır?" sorusunun en büyük ipucunu 22 Temmuz zaferi sonrası tavırları vermektedir.
* * *
Bilmiyorum, ormanın kralına silah çekenler tek kurşun hakları olduğunu hesap ettiler mi?
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2008
İLKOKULDA öğretmenimizin yaptırdığı münazara konularından birisi "tarih tekerrür (tekrar) eder mi?" sorusuna cevap aramaktı. Bir grup "tekerrür eder" görüşünü, diğer grup "tarihin tekerrür etmediği" tezini savunmuştu. Ben ikinci gruptaydım. Küçücük yaşın getirdiği ukala eda içinde "insanların tarihten ders aldığını, bu yüzden tarihin tekerrür etmeyeceğini" savunmuş ve ekibimin münazarayı kazanmasına katkıda bulunmuştum. Sonradan yaşadığım 50 yıllık "tarih" ise bana o münazarada savunduğum tezin yanlış, hem de çok yanlış olduğunu öğretti. Hem de kaç defa tekerrür ederek!
* * *
2002 seçimleri öncesi bugünkü bazı AKP’liler ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığımız sohbetlerde, AKP’nin "ayakları baş yapmak" amacıyla iktidara talip olduğu konuşulurdu.
Mesut Yılmaz’ın Korkmaz Yiğit’e gazete ve televizyon aldırmaya kalkması, bu amaçla bazı bakanları Korkmaz Yiğit’e kredi bulunması için "görevlendirmesi" ağır eleştiri konusu yapılır, AKP’lilerin yaptıkları konferansların adı "yolsuzluk ve yoksulluk" olurdu.
Nitekim, o dönemin iktidarı, yol açtığı yolsuzluklar nedeniyle milletten tokadı yedi ve ihaleyi yönlendirme iddiasıyla dönemin başbakanı ve bir bakan yargılandı.
Ne gazete, ne televizyon kanalı, ne de söz konusu banka (Türkbank) Korkmaz Yiğit’e devredilmişti; dolayısıyla kredi kullandırılmamış, dolayısıyla zarar da oluşmamıştı ama yine de hedefledikleri sonuç nedeniyle kişiler yargılandı.
Buna karşılık da "Müslüman adam yolsuzluk yapmaz" sloganıyla AKP, "ayakları baş yaparak" iktidar oldu!
* * *
Eskiden de siyasetçilere yakın duran işadamları, eşleri dışında metres tutarlar, üç ayrı evde oturttukları üç karılı işadamlarının "tekeşlilik olmasaydı kerhaneler olmazdı" minvalli modern zamanlı sözleri yüzünden yaptıkları "tesettür defileleri"ne, "Yani, ilk bakıştaki yanıltıcılığa rağmen defile aslında, iktisadi ve sosyal açıdan yeni oluşan bir sınıfın artık görsel açıdan da kendini ye-ni-le-mek iradesini ortaya koymuyor mu?
Ve, modern tarihe uygun biçimde, şimdi de İslami hassasiyetten bir burjuvazinin öncülük ettiği bu ih-ti-lal-ci irade, kabuk değiştiren bir din sosyolojisini haber vermiyor mu?" sözleriyle sahip çıkan çağdaş yazarlar bulunurdu!
* * *
Eskiden de, sırf gündeme düşme uğruna alay konusu olmayı iplemeyen şairler-yazarlar "Ateist Türk olmaz!" türü zırvalar ederlerdi.
Bir yandan Müslüman gençler "Allahsız komünistleri" tepelerken, bir uçtan öbür uca uçan ve "demek ki şair olmak cahil olmaya engel değilmiş" dedirten aklı evveller, "Zaten Müslümanlar komünisttir!" diyerek kendi zırva rekorlarını daha da densiz zırvalarla kırarlardı.
Eskiden de bakanların oğulları çok akıllı işadamları olurlar, cumhurbaşkanlarının oğulları kimselerin akıl edemediği iş alanlarına yatırım yaparlardı.
Eskiden de siyasiler unuttukları özgürlük yasalarını kendi başları belaya girince anında hatırlarlar, varsın olsun hiçbir hazırlık olmasın, gündeme taşırlardı.
Eskiden de güçlü iken siyasilerin önünde ceket tüm düğmeleri iliklenerek boyun bükülür, güçten düşmeye başlayınca da "Çok yanlış yaptı, çook!" diyenler aynı kişiler olurlardı!
* * *
Eskiden de anamuhalefet, genel başkan seçmek üzere kurultaylar yapar ama herkes kimin başkan seçileceğini bildiği için kurultaylar zerre kadar heyecan uyandırmazdı.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2008
ÜÇ gündür AKP’yi "kapatma davası" eşiğine getiren koşulları irdeliyorum. AKP’nin statükoya karşı 6 yıldır somut bir strateji geliştiremediğini, aldığı eğitim ve mizacı gereği AKP’nin genel başkanının somut projeler üretmek yerine, zikzaklar çizmek pahasına, üzerinde hiçbir ev ödevi yapılmamış pragmatik söylemler icat etmeyi tercih ettiğini dün ve evvelsi gün yazdım. Bugünkü son yazımda tutarsız, popülist politikaların AKP ve liderini nereye sürüklemekte olduğunu analiz etmeye çalışacağım.
Türkiye’de ülke için ne gibi tasavvurları olduğu bir türlü çözülemeyen, düşünce sistematiği ve dayandığı Milli Görüş geleneği gereği muhafazakárlaştırma projelerine her geçen gün daha fazla cevaz verdiğinden bazı kesimlerce şüphe edilen AKP ve onun lideri, yurtdışından bakınca da "tahmin edilebilirlik" açısından farklı bir resim çizmiyor.
22 Temmuz sonrası pervasızlığı ayyuka çıkardığı ise dışarıda da kabul görüyor.
Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye-AP Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı, AKP dostu Joost Lagendijk bile "AKP hükümeti, 22 Temmuz seçimlerindeki parlak zaferi nedeniyle kendisine olması gerekenden fazla güvenmeye başlamıştı" diyebiliyor.
* * *
Batıda "AKP projesi" enerjinin merkezinde oturan ve her geçen gün siyaseten beter kaybedilen Müslüman dünya için tek ulaşım fırsatı.
Batı’nın "demokrasi" anlayışı da şiddete başvurmamış/şiddeti övmemiş/şiddeti önermemiş bir partinin kapatılmasına karşı.
Bu gözlerle bakınca hem ABD hem AB, AKP türü bir partiye Batı dünyasının hem ihtiyacı olduğu hem de prensip açısından sahip çıkılması gerektiği konusunda birleşiyorlar.
Ancak, sadece pragmatik güdüleri ile hareket eden, herhangi bir prensip vazetmeyen, toplumun bir kısmını açıkça dışlayan lidere de ne kadar güvenebilecekleri konusunda kafalar karışık.
1 Mart’ın kızgınlığı çoktan aşıldı ama Beyaz Saray’da söz veren kişinin 1 Mart’ta sınıfta kaldığı gerçeği "güvenirlik" kriteri açısından hálá hafızalarda. Hamas liderini ülkesinde ağırlamaya kalkıp, gördüğü tepki karşısında ise arazi olan bir kişiyi ileriye dönük hesaplara ne kadar katmak gerektiği konusunda Amerikalılar muhakkak ki soru işaretleri taşıyorlar.
Örneğin, İran’ın vurulması durumunda AKP’ye değil ama AKP liderliğine ne kadar güvenebileceklerini ABD’li neo-conlar hesaplamıyorlar mıdır?
6 yıldır ülkesinde sivil-askeri bürokrasiyi, eliti, iş çevrelerini ikna edemeyen bir liderliğe AB kendini ne kadar yakın hisseder? Hele hele "Özal tecrübesi" yaşamış olanlar statüko ile aynı şekilde baş etmeyi Erdoğan’dan da beklemiyorlar mıydı?
Lagendijk’in de ifade ettiği gibi 22 Temmuz seçim zaferini kaldıramayan bir liderliğin, yeni bir zafer karşısında (yerel seçimler veya AKP’nin kapatılmaması) daha da fazla burnunun dikine gidebileceği Batı’nın hesapları arasına girmiyor mu?
* * *
Son günlerde kafamda oluşanları sizlerle paylaştım. Yaptığım, analizi göz önüne alan ama eninde sonunda spekülasyonlara dayanan tahlillerdir.
Ben; gerek Batı gözü ile, gerekse iç gözle bakıldığında; zaten herhangi bir alternatifi ufukta gözükmeyen AKP ile bir şekilde devam edilip, sadece liderliği tasfiye etme ihtimalini irdeliyorum.
Öte yanda "ölümü gösterip sıtmaya razı etmenin" dış mihrakların muazzam işine geleceğini de hesaba katıyorum.
Bu süreçten yara almadan çıkacak Recep Tayyip Erdoğan’ı ise bundan böyle kimsenin tutamayacağını da çok rahat tahmin edebiliyorum.
Meseleye AKP ile liderliğini ayırt ederek yaklaşmak da bir model olarak ele alınmalıdır.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2008
28 Şubat sürecinden beri en önemli dönemeç olarak gördüğüm AKP’nin "kapatılma davası" ile ilgili yazmaya bugün ve yarın devam edeceğim. Dün dünyanın hiçbir ülkesinde statükonun kendi çizdiği çizgi dışına çıkılmasına kolay kolay müsaade etmediğini, Türkiye’de ise statükonun beter tutucu olduğunu vurguladım.
Buna karşılık statükoya karşı politika yapanların muhakkak bir "stratejisi" olması gerektiğini söyledim.
"Anti-statüko iddiası" ile iktidara gelen AKP’nin ise bugüne dek statükoya karşı tutarlı bir politika izle(ye)mediğini dile getirdim. AKP geçen 6 yılda:
1) Káh kendini statükoya kabul ettirme (301’i savsaklama) süreci yaşadı, 2) káh kendi değiştirici programını (AB üyeliği) uygularmış gibi yaptı, 3) káh statükoya (Şemdinli süreci) tamamen teslim oldu, 4) káh halk hareketi yapıyormuş gibi (muhafazakárlaştırma projesi) havalara girdi.
* * *
Kapatma davasına ön ayak olan bir başka hususu bugün irdeleyeceğim.
O da AKP’ye bizzat hayatiyet veren Recep Tayyip Erdoğan’ın lider olarak benimsediği tutumdur.
Liderlik dehasından, hatip olarak üstünlüğünden, halk indinde müthiş karizmasından zerre kadar şüphe duyamayacağımız Recep Tayyip Erdoğan, öte yanda, sanırım aldığı imam-hatip eğitiminin şekillendirdiği düşünce haritası ile dünyayı ak-kara ikileminde görmekten kendini alamıyor.
Tebliğ üzerine kurulu bilgilendirme metodolojisinde "şüphe etmeye" olanak olmadığı için o da kendi bilgilerini katiyen sorgulamıyor.
Karşı tarafın da bir "doğrusu" olabileceği ise hemen hiç aklına gelmiyor. Zira karşı tarafın doğrusunun kendi doğrusunu yıkacağından korkuyor. Aldığı eğitim birden fazla "doğru" olabileceğini kabul etmiyor.
Bunun içindir ki kendi düşünce haritaları hor görülmüş ama kendileri de sahip oldukları düşünce haritalarını sorgulamayan insanların hoşgörüden uzak, sert mizacı ile ortaya çıkıyor.
* * *
Öte yanda her ne kadar belediye başkanlığı sırasında sayısız "somut projeye" imza atsa da Erdoğan’ın zihin haritası "soyut projeler" inşa etmiyor.
Örneğin, partisinin muhafazakár demokrat olduğunu iddia etse dahi, muhafazakár demokratlığın tarifi için hemen hiç zihin yormadı. Bugün zihinlerde böyle bir tarif yoktur.
Ben Erdoğan’ın şeriatçı olduğunu katiyen düşünmüyorum. O bir pragmatist. Kullandığı düşünce metodolojisi din kurallarının dünyevi olanı da izah ettiği prensibine dayanıyor ama şeriatın pratikte uygulanabilir olmadığının o da farkında.
Sadece bir pragmatist olduğu ve proje üretemediği için de devamlı zikzaklar çiziyor.
Sanırım, AKP’nin en büyük sıkıntısı da burada.
Liderlik yeteneği sorgulanamaz genel başkanın başbakan sıfatı ile ne gün ne fikir ileri süreceğini kimse tahmin edemiyor.
Proje geleneğinden gelmediği için Erdoğan, üzerinde çalışılmış fikirler beyan etmek yerine aklına/işine geleni söylemeyi tercih ediyor. Pragmatik zekásının onu hep son anda kurtaracağını düşünüyor.
Türbanın siyasi simge olabileceğine dair söylemi, MHP’nin topa girişi ile üzerinde hiç çalışmadan ortaya attığı "türbana özgürlük" çalışması, hatta 3 yıl rafa kaldırdıktan sonra şimdi işine öyle geldiği için değiştireceğini ilan ettiği 301 meselesi ne kendisinin ne de partisinin üzerinde zerre kadar ev ödevi yapmadığı projeler/tasavvurlardır.
Başını belaya sokan da bizzat bu pervasızlıktır! Zira, pervasızlık Erdoğan’ın şahsen "tahmin edilebilirlik" katsayısını çok küçültmüştür. (Yarın son.)
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2008
BU hafta enine boyuna (salı, çarşamba, perşembe) Türkiye’nin 28 Şubat’tan (1997) beri yaşayacağı en önemli süreç olacağına inandığım AKP’yi "kapatma davası"nı irdeleyeceğim. 28 Şubat nasıl Türkiye’ye yeni bir yön verdiyse, hatta bu yön nasıl darbecilerin hedefinin tersine bir süreç yarattıysa, kapatma davasının her iki şıkta da, ister AKP kapatılsın ister kapatılmasın; ülke için yepyeni bir dönem başlatacağına inanıyorum. Hatta davanın her halükárda, Ortadoğu açısından uluslararası dengeleri de etkileyeceğini düşünüyorum.
* * *
Önce kapatma davasına nasıl gelindi, bunu irdeleyelim. Türkiye’de statükonun vazettiği dışında gelişimlere sıcak bakmadığı malumdur. Ancak, dünyada da devletlerin kendi denetimleri dışında gelişmelerden hep rahatsızlık duyduğu 20. yüzyılda inkár edilemez hale gelmiştir.
Örneğin, şu anda ABD’de bir yerlerde "acaba Barack Obama başkan olursa bunun rejim üzerinde etkileri ne olur?" tartışmaları muhakkak yapılmaktadır.
12 Eylül sonrası Türkiye’de de demokrasiye geçilirken cuntanın işaret ettiği emekli Orgeneral Turgut Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi değil de Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi iktidara gelince Kenan Evren, iktidarı Özal’a vermeden önce uzun süre bocalamıştır.
Öte yandan statükoya rağmen siyaset yapanların iktidarı ele geçirirken uyguladıkları strateji, kendileri kadar ülkelerinin geleceğini de belirlemektedir.
Eğer Obama’ya iktidar nasip olursa, statükoyu sakinleştirmek için nasıl bir strateji izleyeceğini şimdiden bilmek mümkün değildir.
Turgut Özal’ın ne kadar sabırlı bir politika izlediği, ancak 1983-89 arası önceden hazırladığı detaylı bir programı, statüko rencide olsa da, büyük ölçüde hayata geçirdiği tarihte kayıtlıdır.
Buna karşılık statükonun al aşağı edemeyince Bülent Ecevit’i nasıl denetimi altına aldığı, uzun süre itişip kakıştıktan sonra Süleyman Demirel’i ise nasıl baş tacı yaptığı yine tarihe kayıt düşülmüş vakıalardır.
* * *
Recep Tayyip Erdoğan’ın da statüko tarafından kolay hazmedilemeyeceği iktidara geldiği ilk günden beri malumdur. Erdoğan ve arkadaşları bunu bile bile iktidara talip olmuşlardı. İktidar olduktan sonra ise seçebilecekleri yollar belli idi:
1) Statükoya karşı sabırlı bir strateji uygulayıp yavaş yavaş kendi programlarını (Özal) ortaya koyabilirlerdi.
2) Statükoya kendilerini yine kabul ettirip statükonun bir parçası (Ecevit) ve hatta önde gelen unsuru (Demirel) haline gelebilirlerdi.
Silahlı halk darbesi yapacak güçleri olmadığına göre ellerinde bir 3. yol yoktu!
* * *
Sanırım, AKP’nin hiçbir stratejisi olmadığı için bugünlere gelindi. 1. veya 2. uygulanabilir stratejiler hakkında 2003’ten beri bir türlü karar veremediler. Silahlı halk darbesi denemesi ise zaten boylarını aşan bir tercihtir. AKP hiçbir stratejiye sıkı sıkı bağlanmadığı için, yukarıda sıraladığım üç stratejiyi birden yüzüne gözüne bulaştırdı ve bugünlere gelindi. AKP:
1) Káh kendini statükoya kabul ettirme (301’i savsaklama) süreci yaşadı, 2)Káh kendi değiştirici programını (AB üyeliği) uygularmış gibi yaptı, 3) Káh statükoya (Şemdinli süreci) tamamen teslim oldu, 4) Káh halk hareketi yapıyormuş gibi (muhafazakárlaştırma projesi) havalara girdi.
Ama hiçbirini beceremedi. Zira, hiçbirine gereği gibi, samimiyetle sahip çıkamadı.
Tepede statükoyu idare ederken tabanda milli görüşe göz kırpma gayretleri, partiyi kapanmanın eşiğine getirdi.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2008
UNICEF’i desteklemeyi kendim için görev biliyorum. Zira: Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu ya da UNICEF (İngilizce: United Nations Children’s Fund) 1954 yılında çocuk haklarının korunması adına tanıtım ve savunu çalışmaları yapmak, çocukların temel gereksinimlerinin karşılanmasına yardımcı olmak ve çocukların potansiyellerini eksiksiz biçimde gerçekleştirmek için fırsatlar yaratmak üzere kurulmuştur. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme (ÇHS) doğrultusunda faaliyet gösteren UNICEF, çocuk haklarına kalıcı etik ilkeler olarak yerleşiklik kazandırmak, çocuklara yönelik davranışları uluslararası standartlara kavuşturmak için çaba göstermektedir.
* * *
Ülke programları aracılığıyla kadınların ve kız çocuklarının eşit haklara kavuşması, topluluklarının siyasal, sosyal ve ekonomik kalkınmasına tam olarak katılabilmesi için çaba göstermektedir. İşbirliği yaptığı bütün kuruluşlarla birlikte dünya topluluğunun benimsediği sürdürülebilir insani kalkınma hedeflerine ulaşılması ve Birleşmiş Milletler kuruluş bildirgesinde yer alan barış ve sosyal ilerleme vizyonunun gerçekleşmesi için çalışmaktadır. (Vikipedi-Özgür Ansiklopedi)
* * *
UNICEF tarafından geçen yıl ilk adımı atılan "Okul Ekliyoruz" kampanyasına bu yıl yeni bir halka daha ekleniyor. NTV ve UNICEF Türkiye Milli Komitesi işbirliği ile 23 Nisan’da sürpriz konuklar ve programlarla gün boyu sürecek bir bağış maratonu-canlı yayın gerçekleştirilecek. UNICEF, SMS ve çağrı merkezi kanallarıyla toplanacak bağışlarla yurt genelinde 13 ile anaokulları eklemeyi hedefliyor.
Türkiye’nin en önemli sorunu eğitim. Batı’da 5 yaş nüfusunun hemen hemen tümü anaokuluna giderken, bizde bu oran maalesef çok düşük. UNICEF, anaokullarını "yaşama en iyi başlangıç" olarak görüyor.
Anaokuluna giden çocuklar, kendine güvenen, öğrenmeye hevesli, anlamadıkları şeyleri rahatça sorabilen, yeni bilgi ve becerileri çabuk kapabilen öğrenciler oluyorlar. Kız ya da erkek olsun bir kez okula gitmeye alışan çocuk, oradan ayrılmak istemiyor ve bu ilköğretime geçişlerini kolaylaştırıyor.
İşte bu amaçla yurdun doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine 13 ilde Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı anaokulları yapılması hedefleniyor.
* * *
UNICEF Türkiye Milli Komitesi Başkanı Prof. Talát Halman diyor ki:
"Değerli UNICEF dostu;
Sizden aldığımız güçle UNICEF olarak Türkiye’de eğitime önemli katkılar sağladığımıza inanıyorum. Çeşitli nedenlerle okula gitmeyen, gönderilmeyen yüz binlerce çocuğumuz, desteğimizle yürütülen "Haydi Kızlar Okula" kampanyasıyla artık okullu oldu. Diğer yandan, büyük bir darboğaz olan okul eksikliği için NTV ile başlattığımız kampanyada en çok ihtiyaç duyulan bölgelerimize 100 derslik sözü vermiştik. Şu anda, ilgili valiliklerle ortak çalışmalarımızla 150 dersliği aşmış durumdayız. Bütün bu çalışmaların güzel bir şekilde süreceğini biliyoruz."
* * *
Batı’da 5 yaş nüfusunun hemen hemen tümü anaokuluna giderken, bizde bu oran maalesef çok düşük. Gelişimin erken yaşlarda olduğunu biliyoruz. Çocuklar için yaşamsal önemde olan bu dönemeçte gelin hep birlikte onlara eşit haklar verelim!
Türkiye’de çocukları seven herkese sesleniyorum:
Pamuk eller cebe!
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2008
ZEYNEP Gürcanlı’nın bildirdiğine göre, Washington’da yapılan Türk-Amerikan Konseyi toplantısında konuşan Avrupa Parlamentosu üyesi ve Türkiye-AP Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Joost Lagendijk, Ankara’yı uyarmış: "AKP hakkında kapatma kararı verilirse, bunun sonucu Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerinin askıya alınması olabilir." (hurriyet.com.tr-16.04.08)
AKP hükümetinin "iki stratejik hata yaptığını" kaydeden Lagendijk, ikinci stratejik hatanın "üniversitelerde türbanı serbest bırakacak Anayasa değişikliği" olduğunu da kaydetmiş.
Lagendijk, "Bu değişikliğin içeriği değil, ancak kapsamı ve zamanlaması yanlıştı. AKP sadece türban için Anayasa değişikliği yapmak yerine, bunu kapsamlı bir Anayasa değişikliği ve reform paketinin içine yerleştirebilirdi" demiş.
Lagendijk, sadece türban konusunda Anayasa değişikliğine gidilmesiyle Türkiye’de bazı kesimlerde, "AKP, Avrupa yolu yerine İran yolunu seçti endişesi ortaya çıktı" da demiş. Avrupalı parlamenter, "AKP hükümeti, 22 Temmuz seçimlerindeki parlak zaferi nedeniyle kendisine olması gerekenden fazla güvenmeye başlamıştı" diye konuşmuş.
* * *
Yine Zeynep Gürcanlı’nın bildirdiğine göre, aynı Türk-Amerikan Konseyi toplantısında konuşan ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a da konuşmasının sonunda, AKP’ye karşı açılan kapatma davası konusunda Washington’un bakışı sorulmuş. Davayı yakından izlediklerini kaydeden Rice, "Bu konudaki kararı Türkler verecek. Ancak kararın demokratik ve laik prensipler çerçevesinde verileceğini umuyoruz. Bu karar, bu şekilde verilmeli" demiş.
Hem AB, hem de ABD adına ifade edilen görüşler 2 temel noktada birleşiyorlar:
1) AKP’nin kapatılma davası mercek altına alınmış durumda. Batı demokrasisi, iktidardaki bir partinin, hele hele şiddete hiç başvurmamış bir partinin kapatılmasını yadırgıyor.
2) Ancak, her iki görüş de "laikliğe" vurgu yapmadan edemiyor. Biri (ABD) demokrasi ve laikliği ayrılamaz 2 temel prensip olarak davanın özüne yerleştiriyor. Diğeri (AB), örnekler vererek Türkiye’deki AKP hakkında "endişelere" hak veren bir eda sergiliyor.
* * *
Dostum Memduh Bayraktar uyardı. Anayasa’nın Başlangıç Bölümü’nün 5. paragrafının son bölümünde aynen şöyle yazıyor:
"Hiçbir düşünce ve mülahazanın (...) laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı..."
1) Söyledim, Rice kapatma davasında "laiklik" ilkesinin de gözetilmesini talep ediyor.
2) Lagendijk daha da ileri giderek ikinci stratejik hatanın "üniversitelerde türbanı serbest bırakacak Anayasa değişikliği" olduğunu kaydediyor. Türbanın siyasi simge olarak kullanılma ihtimalinin olduğunu Başbakan ("velev ki") da kabul etmişti. Lagendijk buradan hareketle Türkiye’de bazı kesimlerde, "AKP, Avrupa yolu yerine İran yolunu seçti" endişesinin ortaya çıktığına da vurgu yapıyor. Hatırlatalım, AİHM’nin türbanın yasaklanmasını AİHS’ye aykırı bulmayan kararında (Leyla Şahin davası) "tehdit algılamasının" (endişelerin) özgürlüklere engel olabileceği vurgulanmaktaydı.
* * *
Memduh Bayraktar’ın uyarılarını dinlerken aklıma yukarıda alıntı yaptığım görüşler düştü. Tekrar toparlarsak, Batı’dan gelen iki görüşün ortak noktaları:
"Parti kapatılmasın ama laiklikle ilgili hassasiyet de korunsun" diye özetlenebilir.
Görüşmeden sonra Bayraktar beni düşündürdü:
Acaba AKP kapatılmaz ama bazı yöneticileri siyaseten yasaklanırsa ne olur?
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2008
3 yıl üzerine yatıldıktan sonra birdenbire TCK 301. madde değişikliği gündeme düşüyor. Ama değişikliğin alelacele ele alındığı o kadar belli ki "Ön izni cumhurbaşkanı mı versin, yoksa Adalet Bakanı mı?" sorusuna her bir yetkili farklı cevap veriyor. Belli ki, tıpkı "Velev ki..." sözleri ile başlayan dönemde türbana özgürlüğü diğer anayasal değişikliklerden ayırarak AKP’nin MHP’nin peşine takılıp sürüklendiği gibi, 301 konusunda da "kervan yolda düzülür" mantığı ile hareket ediliyor.
Şimdi "301 değişikliği" ile AB’ye şirin gözükülecek, ama 301’e dokundurtmamakta yeminli MHP’den de parti kapatmayı zorlaştırma konusunda destek istenecek!
* * *
Recep Tayyip Erdoğan bir şeyler söylüyor, söylenen sözleri en yakın mesai arkadaşları bile tıpkı bizler gibi TV’lerde duyuyorlar ve o andan itibaren söylenen sözlere mecburen sahip çıkıyorlar.
Bu garabet AKP’de devamlı yaşanıyor. Başbakan’ın "ben merkezli" ruh hali bütün partiyi teslim almış durumda. O ne buyurursa AKP’liler de öyle davranmaktan başka çare bulamıyorlar.
AKP’de son iki aydır herkes şaşkın.
Sıkı ise tepki ver.
"İşte kapı, işte sapı!"
* * *
TV’ye bakıyorum. AKP’nin bir ilde tertip ettiği gençlik kurultayında avaz avaz "10. Yıl Marşı" okunuyor. Stilize edilmiş şekli ile bu marş 28 Şubat döneminin simgesi olmuştur. Dönemin komutanlarının yarattıkları psikolojik harekát ile marş tıpkı İstiklal Marşı gibi ayakta söylenirdi. Haşa marşın kendisine değil ama 28 Şubat’ta kullanıldığı şekle gıcık olmamak mümkün değildir. Geçmişini inkár etmeyen hiçbir AKP’linin bu marşı içten söylemesi insan fıtratına uymaz.
Ama oluyor işte, AKP’liler avaz avaz söylüyorlar.
Salona bakıyorum, türbanlı kızlar, kadınlar adeta sırra kadem basmışlar.
* * *
Başbakan nereden bulmuşsa bulmuş, zamanında İnönü resimleri ile basılmış banknotları kürsüden sallıyor. "CHP Atatürkçü değil!" demeye getiriyor. Maşallah, ağzından laiklik kelimesi düşmüyor. AKP hem Atatürkçü hem de laikliğin bekçisi!
Parti kapatma davasından evvel gürül gürül esen, insanları incitmekten zerre kadar ürkmeyen, laiklik hassasiyeti yüksek kesimden intikam almayı kendine iş edinen, türbanın siyasal simge olma ihtimalini pervasızca haykırarak Anayasa’nın 24. maddesini açıkça ihlal eden başbakan gitmiş, yerine "Bal dök yala!" kıvamında bir başbakan gelmiş.
Neden?
a-) Başbakan yaptığı hataları anlamış, AB’ye inancı yeniden alevlenmiş, herkesi kucaklamadığı için medanet duymuş, hem özü hem sözü demokrat bir kişi de ondan.
b-) Partisinin kapatılmasının doğrudan kendisine zarar vereceğini çözdü, AKP’nin altından bir halı gibi çekileceğini biliyor, hazırlanan alternatif senaryoların farkında, inancı da zoru görünce takiye yapmaya cevaz verdiğine göre köprüyü geçinceye kadar uslu durmanın hiçbir zararı yok düşüncesinde.
Şıklar arasında seçim sizin!
* * *
Ben insanların iç-tutarlılığına büyük önem veriyorum. İnsanların benimle aynı görüşte olma mecburiyetleri yok. Ama neyi savunurlarsa savunsunlar tutarlı olmak zorundalar.
Aksi halde onlara saygı duyamıyorum.
Hangisi gerçek AKP, hangisi gerçek Erdoğan; benim aklım karıştı!
Yazının Devamını Oku