30 Nisan 2008 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün muhalefet liderlerini kabulünde, -basına da yansıdığı gibi- Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu ile aralarında geçen bir diyalog çerçevesinde bir mektup kaleme alınmış ve Cumhurbaşkanı’na ulaştırılmış.
Mektup ülke meselelerine "teşhis" ve "tedavi" öneren bir bütünlük arz ediyor. Bugüne dek gördüğüm en geniş kapsamlı ve taraflara eşit mesafede duran bir ülke analizi.
Ben yerimin darlığı nedeniyle mektubun "teşhis" bölümünden bir özet yayınlıyorum. İnşallah, mektubun içindeki "öneriler" de kamuoyuna yansır.
* * *
Özetle mektup:
"Türkiye, bir ’siyasal sistem krizinin’ içinden geçmektedir. Bu krizin ideolojik göstergesi laikliktir.İktidar partisi hakkında açılan kapatma davası bu krizin yeni bir safhasıdır. Önümüzde belirsizlik ve kaos vardır ve krizin devlet krizi haline dönüşmesi ciddi bir olasılıktır. Teşhisler doğru konulmalı ve yanlış teşhisler üzerinden tartışmaya bir son verilmelidir. Sorun anayasanın öngördüğü siyasal düzenin kendisindedir.
Mevcut anayasal düzen, yasamada üstünlüğü ele geçiren siyasal odağın, icrada olduğu kadar, kademeli olarak yargıda ve tüm devlette hakimiyet tesisine elveren bozuk bir tasarıma dayanmaktadır.
Sistemin kendisini savunmak için neredeyse hiçbir imkan veya araca sahip olmadığı açıktır. Parti kapatma ya da demokrasi dışı müdahaleleri bir araç veya yöntem olarak kabul etmek de mümkün görülmemelidir.
* * *
İktidar partisi hakkında açılan kapatma davasının arka planında, laiklikle ilgili sorunlar ve siyasal iradenin bu konudaki üslubundan öte, esasen bu zaafla yüz yüze gelmenin yarattığı tedirginlik ve kaygı vardır.
Gelinen aşamada, Türkiye’nin siyasal sisteminin, bir kadro partisinin çoğunluğu elde etmesi durumunda, ’çoğunlukçu diktatörlük ya da parti devleti rejimine’ doğru bir sapmaya müsait olduğu açığa çıkmıştır.
Yaşadığımız sistem krizinin dışavurumu ise laiklikle ilgili anlayış farklılıkları üzerinden gerçekleşmektedir. Laiklik milli egemenlik ilkesinin diğer yüzüdür. Bu anlamda, devlet erklerinin yegane referans kaynağının beşeri irade olması demektir.
Bununla birlikte laikliğin, dinin toplumsal hayattan da tasfiyesini isteyen bir ideolojiye dönüştürülmesi kabul edilemez.
* * *
Laikliği ideoloji haline sokan anlayışın, dinin toplumsal hayattan tasfiyesi için devleti işlevlendirmeyi talep ettiği açıktır. Devlet, toplumsal hayatı ladinileştirme misyonu üstlenmeye zorlanmaktadır.
Bu yaklaşımın anayasa yargısıyla benimsenmesinin kaçınılmaz sonucu, devlet-toplum, resmi ideoloji-toplumsal hayat çatışmasıdır ki, en uzak durmamız gereken tehlike budur.
Unutulmamalıdır ki, üzerinde yaşadığımız coğrafyada ancak devlet varsa ve güçlüyse millet olarak var olunabilir. Aslında, örgütlü güç birliği anlamında devleti yetersiz toplumlar, millet kalamazlar, dinlerini dahi koruyamaz ve yaşayamazlar, vatanlarında güven içinde var olamazlar, hak ettikleri refahı başkalarına devretmeye mahkum kılınırlar.
Bekle-gör anlayışına teslim olunmamalıdır. Beklenirse görülecek olan da bellidir."
* * *
Türkiye’ye yakın dönemde ilk defa yaşananlara ne AKP, ne de CHP gözlüğüyle bakmayan, liberal-demokrat umdeleri ön plana çıkaran, özgün bir "teşhis" ile karşı karşıyayız. Dilerim, birileri "meselelere" bir de bu gözle bakar ve bu gözle "çareler" üretir.