16 Eylül 2008
RAHMETLİ dedemin "kedi" ve "ev" kavramları üzerine kurulmuş bir dörtlemesi vardı:<br><br>1) Tok evin tok kedisi, 2) Tok evin aç kedisi, 3) Aç evin tok kedisi, 4) Aç evin aç kedisi. Dedem varlıklı bir insan değildi. Rumeli göçmeni idi. Samsun’a geldikten sonra hayatını marangozluk yaparak kazanmaya çalışmıştı.
Ona göre en iyi kediler, "tok evin tok kedileri" idi. Onlar tok evlerde doğru ahlakla yetişirler ve hayatı tokgöz olarak yaşarlardı. Şükretmeyi, paylaşmayı ve bağışlamayı bilirlerdi.
"Tok evin aç kedileri" bir türlü doymayı bilmeyen, ne verirsen fazlasını isteyen, yüzsüz ve bulaşık kedilerdi. Şımarık ve arsız olurlardı.
"Aç evin tok kedileri", aç evlerde yaşamalarına rağmen aldıkları doğru terbiye ile azla yetinmeyi, başkalarını kıskanmamayı, hazmetmeyi bilirlerdi. Doğruluk peşinde giderlerdi.
"Aç evin aç kedileri" ise dedeme göre kedi neslinin en kötü örnekleri idiler. Aç evden geldikleri için hep mağduriyet kisvesi taşırlar, geçmişte çektiklerini gözlere batırarak her şeyi kendilerinde hak bilirlerdi. Bir türlü doymazlar, her türlü desiseyi mubah görürler, her türlü saldırganlığı hak addederlerdi. Arsız ve yüzsüz olurlardı.
Dedem bize "aç ev" bıraktığını ama Allah’tan "tok kediler" olmamızı niyaz ettiğini söylerdi.
* * *
Üzülerek görüyorum ki bu ülkenin siyasileri hemen her dönem ya "tok evin aç kedileri" ya da "aç evin aç kedileri" taifesinden geliyorlar.
"Tok evin tok kedileri" ya siyasete girmiyorlar, ya da siyasette tutunamıyorlar. Zira, yalan söyleyemiyorlar, esip gürleyemiyorlar, yüzsüzlük edemiyorlar. "Aç evin tok kedileri" de zaten kendi dertlerine düştükleri için siyasetle pek ilgilenmiyorlar. "Tok evin aç kedileri" siyasete daha çok Anadolu’dan geliyorlar; onlar Ankara’da şan şöhret, itibar, çevre, saygı arıyor veya bunları satın alıyorlar. "Aç evin aç kedileri" İstanbullu veya Ankaralı olmasalar da büyük şehirlerin raconunu iyi biliyorlar, cazgır oluyorlar, esip gürlüyorlar ama esas dertleri deveyi havudu ile yutmak oluyor. Milleti soymaya bayılıyorlar!
* * *
Kendileri öyle olmasalar dahi Demirel’i, Özal’ı, Yılmaz’ı, Çiller’i ve hatta Ecevit’i, etrafına çöreklenen "aç evin aç kedileri" yaraladı, bereledi ve sonunda alaşağı ettiler.
Yine değişmez kuraldır ki, "aç evin aç kedileri" ortaya hemen çıkmıyorlar. Partileri büyük vaatlerle iktidara geliyor. İlk dönemlerde sessiz ve sakin hareket ediyorlar.
Millet onlara, onlar millete ısınıyor.
Şartları ve zamanı kıvamına getirdiklerinde ise hemen talana başlıyorlar.
Talan için kendilerine göre meşru bir neden var. Bahaneleri hazır.
Partinin bir sonraki seçim için paraya ihtiyacı oluyor!
Sonra ihtiyaç listesine yandaş medya giriyor.
Yandaş işadamlarına peşkeş çekilecek ihaleler, imar tadilatları karşılığı yandaş işadamları onlara maddi destek sağlıyor.
Kabul ediyorum ki bağışı söğüşlemek eskiden yoktu. Yeni çıktı!
Daha sonra işadamlarına, "Sana şu işi bağlarım ama sen de bana şu televizyonu, şu gazeteyi satın alacaksın, finansmanı ise merak etme" diyorlar.
Muteber işadamları bu dönemlerde "bizim oğlan" olarak anılıyorlar.
Bu arada en uyanık "aç evin aç kedileri", bal tutan parmak yalar şiarı ile doğrudan cebe çalışmaya başlıyorlar.
* * *
Değişen hiçbir şey yok. Maalesef, görünen o ki Erdoğan’ın ekibi de aynı yolun yolcusu!
"Aç evin aç kedileri" iş üzerinde yakalandıklarında da hep aynı şeyi yaparlar:
Avazları çıktığı kadar bağırırlar! Zira çok telaşlanmışlardır!
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2008
PARADİGMA, insanın dünyayı algılamak için kabul ettiği "doğrular sistematiği"dir. Ancak, insanların paradigmaları farklı olabilir. Öte yanda insanlar, olguları/kurumları/insanları in-group (iç-grup) ve out-group (dış-grup) olarak ikiye ayırırlar. İç-grupta gördükleri olguları/kurumları/insanları benimser, dış-grupta gördükleri olguları/kurumları/insanları hep şüphe ile karşılarlar.
* * *
Türkiye’deki bazı insanların paradigmalarında Cumhuriyet kurumlarının, tamamı ile olmasa da, büyük çapta onları "dışladığı" düşüncesi vardır.
Bu insanların ve Cumhuriyet ile sıkıntısı olmayan diğer bazı insanların ortak paradigmalarında ise siyasetçilerin büyük çapta yolsuzluğa açık insanlar olduğu inancı hákimdir.
"Siyasetçiler yolsuzluk yaparlar" paradigması, 1980’lerin başından itibaren büyük çapta kabul görmeye başlamıştır.
* * *
Milli Görüş ve bazı cemaatler ise yıllardır kendi paradigmalarını insanlara sabırla kabul ettirme mücadelesi vermişlerdir. Onların 3’lü paradigmasına göre:
1) "Dindar insan iç-gruptur."
Dindar insan, dışlanan insanın bir parçasıdır. Örneğin; Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında imar izni olmayan bir evde oturduğu için merkez medya tarafından eleştirilirken, İstanbul’da imar izni olmayan evlerde oturan milyonlarca insan onu kendinden bilmiştir.
2) "Dindar insanda Allah korkusu vardır."
Dindar insan namusludur, çalmaz, yolsuzluk yapmaz, daima ezilenin yanındadır.
3) "Dindar insan iktidar olduğunda her şey düzelir."
Zira o hem dışlanan muhafazakár hayatı merkeze taşıyacak, hem de devlet-vatandaş ilişkisini tersyüz edecektir.
Türkiye insanı sosyalizmi ve diğer sol önerileri dış-grubun önerisi addederek dışlarken, muhafazakár tatlar taşıyan Menderes’leri, Demirel’leri, Özal’ları bağrına basmıştır.
Ancak, Özal ve Demirel dönemlerinin 2. paradigmayı, "Dindar insanda Allah korkusu vardır" paradigmasını doğrulamadığı ortaya çıkmaya başlayınca şüpheler ağır basmaya başlamıştır. Bu şüphe giderek 3. paradigmanın da sorgulanmasına yol açınca bu dönemler sona ermiştir: "Dindar insan iktidar olduğunda her şey düzelir."
* * *
Recep Tayyip Erdoğan, "3 paradigma"ya birden sahip insan algılaması yarattığı için iktidar oldu. Erdoğan’ı laiklik ekseninde dövmeye kalkanlar onun her geçen gün daha fazla iç-grup olarak algılanmasını sağladılar.
Ancak, Deniz Feneri 2. paradigmanın sorgulamasına yol açacak yolu hemen Şaban Dişli’nin ardından aydınlatmaya başlayınca Erdoğan çileden çıktı. Zira, içgüdüleri ile biliyor ki en büyük zaafları 2. paradigmanın sorgulanmasıdır.
Bu arada biz de öğreniyoruz ki Milli Görüş’ün yeni adı Deniz Feneri’dir.
Muhalefet sabırla ve ısrarla hem Deniz Feneri, hem de belediyelerdeki imar tadilatları olgularının üzerine gider ve laiklik tartışmalarına yerel seçimlere kadar ara verirse "Dindar insanda Allah korkusu vardır" paradigmasının AKP için de geçerli olmadığını bizzat AKP’ye destek veren kitleye gösterecek ve kabul ettirecektir.
Bu paradigma yıkıldığı anda da "Dindar insan iktidar olduğunda her şey düzelir" paradigması kendiliğinden sorgulanmaya başlanacaktır.
Yazının Devamını Oku 11 Eylül 2008
ÖNCE bir not: Sağlık Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada 19 yaşındaki Dila Kurt’un öldüğü Muzaffer Kuşhan’ın zayıflama merkezinin sağlık tesisi olarak açılması ve işletilmesine ilişkin bakanlıkça verilmiş izin belgesinin bulunmadığı belirtilmiş. Merkezde diyetisyen de yokmuş. Bu merkez Türkiye’nin en ünlü, en sosyetik zayıflama merkezlerinden birisi. Habire gazetelerde reklamı çıkar. Hemen herkes merkezi bilir. İzin belgesinin olmaması bir rezalet. Ama Sağlık Bakanlığı’nın bu merkeze bugüne dek göz yummuş olması da ayrı bir rezalet değil mi? Sağlık Bakanı bunun hesabını soracak mı?
* * *
Gelelim benzer bir rezalete.
Dünyada hiçbir medeni ülkede Meclis akademik bir konuda karar alamaz.
Öğrencinin akademik başarısını değerlendirmek, onun okulla ilişkisini kesmek veya ona ilave bir şans tanıma hakkı sadece ve sadece bağlı olduğu okula aittir.
Akademik konularda sadece ve sadece akademisyenler karar alabilirler.
TBMM, fizik kanunlarının sonucunu değiştiremeyeceği gibi akademik hayatın akışını değiştirecek kanunlar da çıkaramaz. Kendisi de bir akademisyen olan Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik ile bu konuda hemfikir idik. Ama meğerse siyasetçi Hüseyin Çelik, seçim yılında fikrini değiştirmiş. Af 2005 sonrasını kapsayacakmış. Af bekleyen 600 bin öğrenci varmış ve bunların 440 bin kadarı Açık Öğretim Fakültesi (AÖF) ile ilişiği kesilen gençlermiş.
* * *
Bu öğrencilerin akademik açıdan başarısız olmalarının mücbir nedenleri olabileceği gibi sadece ve sadece tembel ve hayta oldukları için okuldan kovulanlar da var.
Hem neden 2005 ve sonrası? Bakanlık son aftan sonra kovulanları neden ayırt ediyor?
Onlar vatandaş değil mi? Yeni çıkacak bir aftan sonra onlar adına Anayasa Mahkemesi’nde ayrımcılık iddiası ile dava açılamaz mı?
TBMM’nin Ankara’dan bakıp, öğrenciler arasında ayrım yapması mümkün değil.
Tembel veya hayta öğrenciyi affetmek, dişini dişine takarak okulunu zamanında bitiren öğrenciye verilmiş bir cezadır.
Lütfen üniversitelerimiz daha önce çıkan aftan faydalanan öğrencilerin yüzde kaçının sonradan okulu bitirdiklerini açıklasınlar!
* * *
Af bekleyen öğrencilerin % 60’ının üzerinde bir rakam AÖF öğrencisi. Bu fakülte öğrencilerinin bir kısmının asli görevi öğrencilik değil. Bir işte çalışıyorlar. Bir kısmı askerden kaçmak için kayıt yaptırmış. Bir kısmı öğrencilik haklarından faydalanmak için bu okula gidiyor. Tabii ki aralarında ciddi öğrenciler de var.
* * *
Ben akademisyen olsaydım TBMM’nin öğrenciler için af kanunu çıkarmasına alınırdım.
Bunu mesleğime karşı bir saygısızlık olarak görürdüm.
Bana sorulacak doğru soru, "Haklı nedenlerle okulu bırakmak zorunda kalan öğrencilere bir fırsat daha verilmesinde ne sakınca var?"dır.
Ben, öğrencilere gereğinde ilave hak tanınmasına katiyen itiraz etmiyorum.
Ancak, bu hakkın bizzat üniversitelere, yüksekokullara, fakültelere verilmesini savunuyorum. Takdiri akademisyenler bireysel bazda kullansınlar.
TBMM, af yetkisini sahibine devreden bir kanun çıkarsın ve işin ucunu bıraksın!
* * *
İzinsiz çalışan sosyetik merkezle ilgilenme, seni ilgilendirmeyen meseleye sahip çık!
Neden? İkincisi oy getirir, birincisi avanta!
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2008
BAŞBAKAN Aydın Doğan ile kavgayı neden şimdi çıkardı? Aklıma üç türlü açıklama geliyor:
1) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan ziyareti tarihimizde bir dönüm noktasıdır. Gül bu ziyareti bütün risklerine rağmen göze alınca bütün dikkatler ona dönmüştür. Başbakan bundan çok rahatsız oldu ve rol çaldı.
2) Kapatma davası açıldığından beri süt dökmüş kedi edasında bir Başbakanımız vardı. Dava reddedilince Başbakan aslına döndü.
3) Son zamanlarda AKP ile ilgili yolsuzluk iddiaları o kadar ön plana geçti ki bu durum Başbakan’ın sinirlerini bozdu.
* * *
Bence bu üç açıklama birlikte geçerli. Üçü birbirinden bağımsız gibi duruyor ama bir sinsile oluşturursak esasında üçünün de Başbakan üzerinde etkili olduğunu görürüz.
1) Başbakan kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Olamadı. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istemiyordu. Engel olamadı. Hanımefendiler arasındaki rekabeti zaten biliyoruz. Bir düşünün, kapatma davası aleyhte sonuçlansa ve her ikisi birden yasaklansaydı dahi; Erdoğan bugün başbakan değildi ama Gül cumhurbaşkanı idi. Kapatma davası açıldığından beri dava sonuçlanıncaya kadar geçen sürede kim bilir bu ihtimali Başbakan kaç kez düşünmüş ve gerilmiştir.
Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında uluslararası ilişkileri götürme konusunda bir yarış olduğunun da farkındayız. Ali Babacan iki arada bir derede. Bu dönemde Türkiye’nin dünyada önemi çok arttı, herkes Türkiye ile ilgileniyor. Böyle bir ortamda "Türkiye’nin patronu" olarak gözükmek insana uluslararası arenada büyük prestij sağlar.
Erivan gezisi bütün dünyanın dikkatini çekmişti. Eğer, Başbakan’ın "Aydın Doğan çıkışları" olmasaydı, eğrisi ile doğrusu ile, bütün hafta bu geziyi tartışacaktık. Başbakan gündemi değiştirmeyi becerdi.
* * *
2) Kapatma davası 6/5 denklemi içinde sonuçlanınca bir sürü insan Başbakan’ın artık dengelere daha fazla dikkat eden bir kişi haline geleceğini, bu karardan ders alacağını yazdılar, AB’ye daha sıkı sarılacağını söylediler. Daha doğrusu temenni ettiler. Ben ise aksini iddia etmiştim. Başbakan’ın bu dönemde daha da sertleşeceğini, yerel seçim dönemi yaklaştıkça şiddetini beter arttıracağını yazmıştım. Evet, Başbakan kapatma davası açıldıktan sonra çok nazik bir görüntü vermeye başladı, AB ipine sarılırmış gibi yaptı. Ama Ulusal Program için sadece Baykal ve Bahçeli randevu vermeyerek mızıkçılık yapmıyorlar, zavallı Babacan paketi henüz Bakanlar Kurulu’ndan bile geçirebilmiş değil. Yerel seçimlere dek pek bir şey de yapamaz. Başbakan şimdi aslına dönerek tabanına oynuyor. "Bakın ben en büyük medya patronuna bile kafa tutabilirim", demeye getiriyor. "Eski Erdoğan geri geldi" diyor. Eminim, çıkışı prim de yapıyor. Saflarını pekiştiriyor.
* * *
3) Yolsuzluklar hükümetin en zayıf noktası. Esasında Atv-Sabah satışında 2 kamu bankasının verdiği garabet "rica kredisi" hükümetin Aşil topuğu ama Kapatma Davası sırasında güme gitti. Ancak, şimdi Dişli ile başlayan dönemde CHP gerçek bir muhalefet partisi gibi davranıyor. Eğer, CHP yerel seçimlere giden bu dönemde "laiklik tartışmaları"nı bir kenara koyar ve AKP’nin yolsuzluk zaafına atış yapmaya devam ederse AKP’yi çok yıpratacak. "Müslüman adam çalmaz!" inancını "Bunlar din taciri!" inancına çevirebilirse Erdoğan çok yıpranacak. Erdoğan yolsuzluk çemberinin daralarak kendisine yaklaştığının farkında olduğu için çileden çıkıyor. Deniz Feneri ile AKP ampulünün kader yoldaşlığını bildiği için büyük sıkıntıda.
Eğer CHP bu yolda devam ederse Erdoğan daha çok kişiye hakaret edecek!
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2008
DENİZ Baykal, Başbakan’ın adının Almanya’daki "Deniz Feneri Davası"nda geçtiğini belgelerle NTV’ye anlatınca Başbakan çileden çıktı ve bu haberden alıntı yapan gazetelerin sahibi Aydın Doğan’a saldırdı. Aydın Doğan da ona cevap verdi. Bu tartışmada gördük ki Aydın Doğan Hilton’u, Recep Tayyip Erdoğan ise Deniz Feneri’ni sahipleniyor. Aydın Doğan’ın Hilton’un sahibi olduğunu zaten biliyorduk. Deniz Feneri ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki bağlantıdan ise şüphe ediyorduk. Erdoğan iki gün üst üste bütün hiddet ve şiddeti ile Deniz Feneri’ne sahip çıkınca şüphemizde haklı olduğumuzu öğrendik.
Aydın Doğan, Hilton’a imar tadilatı istediğini kabul etti. CNN Türk hakkındaki iddiaların Yeni Şafak Gazetesi’nin yalanları olduğunu Taha Akyol (Milliyet-08.09.08) net bir şekilde yazdı. Öte yanda, Başbakan, Aydın Doğan’ın istedikleri yerine getirilmediği için gazetelerini aleyhinde kullandığını iddia edince bu gazetelerde çalışan bir kişi olarak iddiayı "üfürük" olarak gördüm.
* * *
Başbakan hızını alamadı ve "Senin maaşlı köşe yazarların, silahşorların var... Benim yok" dedi. Bu söze çok ama çok kızdım.
Recep Tayyip Erdoğan!
Değil Başbakan, padişah olsan dahi Aydın Doğan’ın gazetelerinde çalışan köşe yazarlarına hakaret edemezsin. Evet, biz Aydın Doğan’ın gazetelerinin maaşlı köşe yazarlarıyız ama asla silahşorları değiliz. Bildiğin somut bir olay varsa, isim ver.
Üstelik, yukarıda alıntı yaptığım cümlede hem hakaret ediyor, hem de yalan söylüyorsun. Senin tam tamına 6 gazetede hem silahşorların, hem de benim ortaya attığım terimle yalakaların var.
* * *
Şahsım adına söylüyorum. Yalaka olmaya karar verseydim Aydın Doğan’ın değil, senin yalakan olmayı tercih ederdim. Aydın Doğan köşe yazarlarına, senin de söylediğin gibi, alt tarafı maaş veriyor.
Sen yalakalarına ihalelerden, imar tadilatlarından, bağışlardan pay veriyor, büyük meblağlarda ulufe dağıtıyorsun.
Senin yalakan olmayı tercih ederdim, zira İstanbul Belediyesi’nin yaptığı 4300 imar tadilatından muhakkak bana da pay düşerdi. Ben de 1 milyon dolara "hayır!" demezdim.
* * *
Aydın Doğan, Kanal D’de (07.08.2008) yaptığı açıklamada Başbakan’la görüştüğünü ve görüşme sırasında Ceyhan’a rafineri kurmak için ruhsat istediğini, Başbakan’ın ise "Orayı bizim Çalık istiyor, ona söz verdik" diye cevap verdiğini söyledi.
Ben de Başbakan’a soruyorum:
Ülke babanın malı mıdır ki, ona buna rafineri yapması için söz veriyorsun?
Eğer Aydın Doğan sana çamur atıyorsa, hukuki açıdan gereğini yap.
Ben, Aydın Doğan’ın verdiği bilgiye inandım. Sen bana yanıldığımı göster.
* * *
"Bizim Çalık" kim? Bir işadamı! Enerji alanı dışında da yatırımları var. Örneğin, ATV-Sabah’ın da yeni sahibi. Bunda bir acayiplik yok. Ama ATV-Sabah’ı almak için 2 kamu bankasından aldığı 750 milyon dolarlık rekor kredinin veriliş şekli bir garabet. Bu krediyi almak için gerekli 1.5-2 milyar dolar değerinde taşınmazı teminat olarak gösterecek babayiğit Türkiye’de pek yok. Bu bir proje kredisi!
Çalışmakta olan bir işletmeye sanki işe yeni başlıyormuş gibi proje kredisi verildi!
Böyle yamuk bir kredi ancak güçlü bir "rica" ile verilir.
Başbakan, bu abuk kredinin alınması sırasında tavassutta bulundun mu?
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2008
ANLAŞILAN odur ki bu dönem "malı götürme" alanı olarak belediyeler seçilmiş. Sağ olsun, bu konuda gözümüzü CHP milletvekili Kemal Kılıçdaroğlu açtı. Hepimize "İşte muhalefet budur!" dedirterek "rüşvetin belgesi" olduğunu da gösterdi. Ardından Gaziantep Belediyesi’nden gelen kokular da rahatsızlık vermeye başladı. Ben de bir okurun mektubuna dayanarak şu satırları yazdım:
"23 Temmuz 2004 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe (giren) kanunla; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile İzmit-Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin sınırları, il sınırlarına kadar genişletilirken, İstanbul’daki 32 ilçe belediyesi ile 40 civarındaki belde belediyesinin tamamı Büyükşehir Belediyesi sınırları içine dahil olmuş oldu.
Buna göre; İstanbul’un Asya Yakası’nda Sultanbeyli ile Şile ilçeleri, Avrupa Yakası’nda ise Büyükçekmece, Silivri ve Çatalca ilçeleri Büyükşehir Belediyesi sınırlarına dahil oldu.
...Mega Köy İstanbul’un belediye sınırlarını il sınırları boyutuna genişletmenin amacı neydi? Bu yasanın gerçekçi hiçbir açıklaması yok. Bir ihtiyaçtan da kaynaklanmıyor.
...(Yeni) talanlar için kent belediyesi sınırları dışında kalan bu 5 ilçeye ihtiyaç vardı.
...2004’te seçildiğinden bu yana İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde 4300 imar değişikliği yapılmış. Yasa çıktığından bugüne kadar (ise) İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yapılan imar değişiklikleri sayısı 3600 civarındadır." (31.08.08)
* * *
Türkiye’nin en büyük belediyesi 4 yılda tam 4300 imar değişikliği yapmış.
Bu rakam tek başına "talan"ın adresini göstermiyor mu?
Bu yazım yayınlandıktan sonra 2004’te Büyükşehir’e bağlanan Büyükçekmece Belediyesi Başkanı Dr. Hasan Akgün’den bir mektup aldım. İbret dolu bu mektubu, belki ilgili müfettişlerin dikkatini çeker umuduyla yayınlıyorum:
* * *
"31 Ağustos 2008 tarihli köşe yazınızı dikkatle okudum. Son zamanlarda basına intikal eden ve imarla ilgili çeşitli usulsüzlükleri içeren haberler de yazınızı doğrular niteliktedir. Büyükşehir Meclisi’nden bugüne kadar, binlerce plan tadilatı geçmiştir ve bunların Meclis tarafından incelenmesi söz konusu değildir. Komisyonlardan gelen raporlar 30 saniyede onaylanarak Meclis’ten geçmektedir. Bu nedenle Meclis üyelerinin nasıl bir plan tadilatı olduğunu veya neye oy verdiğini bilmesi çok zordur. Büyükşehir Meclisi’nin gündemine bakıldığında gündemdeki konuların % 80’inin imar konuları olduğunu görürsünüz.
Yazınızda en çok plan tadilatı yapan belediyelerden birisinin de Büyükçekmece Belediyesi olduğu kastedilmiştir. Halbuki Büyükçekmece İlçesi 10 ayrı belediyeden oluşmaktadır.
Bunlar: Büyükçekmece Belediyesi (ANAP), Belde Belediyeleri: Beylikdüzü Belediyesi (AKP), Esenyurt Belediyesi (AKP), Kıraç Belediyesi (AKP), Gürpınar Belediyesi (MHP), Bahçeşehir Belediyesi (CHP), Yakuplu Belediyesi (AKP), Mimarsinan Belediyesi (Bağımsız), Kumburgaz Belediyesi (CHP), Tepecik Belediyesi (AKP).
Ben 1994 yılından beri aralıksız Büyükçekmece İlçe Belediyesi’nin başkanlığını yapmaktayım ve bugüne kadar planlarımız üzerinde bir defa geniş bir plan tadilatı yaptık. O da 1999 depreminden hemen sonra oldu ve teknik çalışmalar sonucuna göre daha önce yüksek katlı olan birçok alanda kat alçaltılması yapıldı. Yani bazı 13 katlı yerler 4-8 kata, 5 katlı yerler 3 kata, 3 katlı yerler de 2 kata indirildi. Bunun dışında depremden sonra Büyükçekmece Belediyesi olarak artı rant sağlayan hiçbir plan değişikliği yapılmamıştır.
Basına intikal eden olaylardan dolayı son dönemde Büyükşehir Meclisi’nden geçen plan tadilatlarının detaylı ve ciddi bir denetimden geçmesi gerektiğini düşünmekteyim."
* * *
Dr. Hasan Akgün’e gösterdiği duyarlılık için teşekkür ederim.
Aynı duyarlılığı ilgili müfettişlerden de beklerim!
Yazının Devamını Oku 4 Eylül 2008
DÜN yazdım.Rusya’nın Gürcistan’a saldırısı ve ardından Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıması dünyada yeni bir dönemin başlangıcıdır. Rusya 2 mesajı aynı anda vermektedir:
1) Batı’nın Rusya’yı kuşatma harekátı son bulsun.
2) Rusya ABD’ye eşit ve başat ülke olarak dünyada kabul görsün.
Artık sorulması gereken soru şu:
Dünyanın etkin ülkeleri bu mesajları alıp kabul edecekler mi, yoksa tepki mi verecekler?
Rusya eski etki alanlarına yeniden nüfuz etmek için diğer eski SSCB üyesi ülkelere saldıracak mı, yoksa onlar zaten "mesajı" aldılar mı?
Başta ABD olmak üzere başat ülkeler olarak AB ve Çin "yeni statüko"ya nasıl tepki verecekler; yaşayıp göreceğiz.
* * *
Türkiye doğrudan kendisinin sorumlu olmadığı ateşlerin altında!
Rusya diğer eski SSCB ülkelerine de saldırırsa ne olur? ABD, AB veya NATO Rusya’ya sıcak tepki verir mi?
Bu soruları bir ay önce "absürd" bulabilirdik, şimdi ise sadece "İnşallah iş oraya varmaz!" diyoruz.
Maazallah, bölgede dengeler altüst olurken en fazla zararı biz görebiliriz.
Türkiye ne yapabilir?
Bence yapabileceği fazla bir şey yok.
Sadece, bölgedeki "meseleleri" bölgede "contain" (zapt) etmek için diyalogları açık tutabilir. Bu açıdan, dün de yazdığım gibi, Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ile olduğu kadar Ermenistan ile de diyoloğu açık tutmak şarttır. Bu dönemde Ermenistan’ı dışlayarak onu Rusya’nın kucağına itmek yapılabilecek en büyük hatadır.
ABD 11 Eylül sonrası Afganistan üzerinden Rusya ve Çin’i zapt altına almaya çalıştı. Hüsrana uğradı. Irak’ı yüzüne gözüne bulaştırdı. Pakistan’da Benazir Butto’ya sahip çıkamadığı gibi Müşerref Pervez’i kaybetti. Gürcistan’da başı belada, Saakaşvili’yi de yitirmek üzere. Ukrayna’da neler yapabilir, bilmiyoruz.
Sözün özü Bush dönemi ABD’nin emperyal ülke olarak dış politikalarını yüzüne gözüne bulaştırdığı bir dönem olmuştur.
Tek kutuplu dünya doğmadan ölmüştür. Tarih bir ara sona erer gibi yaparken yeniden yazılmaya başlamıştır.
* * *
Sanırım dünya tarihi ha bire yeni statükoların yaratılıp çöktüğü bir zikzaklar ile yazılmaktadır.
1980’lerin sonunda "bi-polar" (2 kutuplu) dünya yerini "uni-polar" (tek kutuplu) dünyaya terk etmişti.
Şimdi "bi-polar" dünya çatırdıyor.
Dünya bir süre çalkalanacak, yeniden yeni bir statükoya kavuşacak.
Yeni dünyanın 2 kutuplu döneme geri dönmesi mümkün değildir. Zira artık sahnede AB, Çin, Hindistan, hatta Brezilya var. O halde "multi-polar" (çok kutuplu) bir dünya beklemek daha makul.
Ancak benim fantastik bir tahminim var: Yeni Yalta!
* * *
Acaba yeni dengede ABD/AB Kafkaslar’ı tekrar Rusya’ya bırakıp, Ortadoğu’yu tamamen teslim alır mı? Yeni dengenin hassas pazarlığı bu olabilir mi?
Yazının Devamını Oku 3 Eylül 2008
ULUSLARARASI meselelerde makaleler yazmayı sevdiğimi bilen bazı okurlar bir süredir beni Rusya’nın Gürcistan’a saldırısı üzerine yazı yazmaya davet ediyorlardı. Bense, her yeni meselede olduğu gibi, önce kendi fikirlerimin belirli bir düzleme erişmesini bekliyordum. Bazı okumalar yaptıktan ve Başbakan Başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile Kafkas Masası Müsteşar Yardımcısı Ünal Çeviköz’ün gazetecilere verdikleri brifingi dinledikten sonra konu hakkında 2 günlük bir yazı yazmaya karar verdim. Bu yazılarda muhakkak ki bu iki uzmanın görüşlerinden yararlandım ancak ifade edilen görüşler şahsımın sorumluğundadır.
* * *
Kafkaslar’da böyle bir patlama olması uzun süredir bekleniyordu ama belki de kimse Gürcistan Cumhurbaşkanı Saakaşvili’nin Güney Osetya’ya saldırmasını beklemiyordu. Bu saldırının Gürcü liderin bağımsız bir kararı olup olmadığı daha uzun süre tartışılacaktır. Ancak, görünen odur ki Saakaşvili avantajlı durumda olduğuna bir şekilde karar vermişti.
İşte bu saldırı Rusya’nın beklediği fırsat oldu. Zira, Rusya artık dünya sahnesine yeniden ABD ile eşit ve başat ülke olarak çıkma zamanının geldiğini düşünüyordu.
Koskoca Rusya 1. Putin dönemini Batı’ya muhtaç bir ülke görünümünde tamamlamıştı. Fakirdi ve borç batağı içindeydi. Batı, Rusya’nın kapitalist rejimi benimsemesi kaydı ile Rusya’ya bu dönemde yardımcı oldu. Ancak, aksine söz verdiği halde, ABD ve AB Rusya’nın eski etki alanlarına teker teker bulaşmaya başladılar ve Rusya kendisini NATO tarafından tamamen sarılmış hissetmeye başladı. Ancak, 2. Putin döneminde Rusya kendisini toparladı, fukaralığı büyük ölçüde aştı, borçlarını kapadı. Petroldeki aşırı fiyat artışları maddi açıdan çok işine yaradı.
Kosova’nın bağımsızlığının tanınması bardağı taşıran son girişim oldu. Münih Konuşması’nda Putin artık tahammül sınırlarının sonuna gelindiğini açıkça ilan etti.
Davutoğlu’nun deyişi ile Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırması "donmuş krizlerin buzdolabından çıkmasına neden oldu".
Rusya Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyesi olmasına, bu durumda Karadeniz bir NATO denizi olacağı için, izin vermeyeceğini çok açık ifade etmişti. Şimdi gözü kara bir şekilde Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığını kabul ederek Batı’ya "Gel sıkı ise sıkıştırılmış Gürcistan’ı NATO üyesi yap!" diyor. Rusya için Abhazya Güney Osetya’dan çok daha stratejik, zira Karadeniz’e açılabileceği önemli limanlar burada. Nitekim Saakaşvili de "Rus saldırısını Gürcistan’a değil, Abhazya’ya bekliyordum" dedi.
* * *
Her şeyin her an olabileceği çok gergin bir ortamda Türkiye hem müttefiki ABD ile, hem de enerji ve ticaret açısından çıkarları olan Rusya ile dengeli bir siyaset götürmek zorunda.
Türkiye Gürcistan’ın toprak bütünlüğüne de her şeye rağmen sahip çıkma durumunda.
Türkiye için 2 hedef olmalı:
1) Kafkas meselesi Kafkasya içinde çözülmeli. ABD ve AB işin içine fazla girmemeli.
2) Bağımsızlık talepleri veya diğer eski SSCB ülkelerine olası Rus saldırıları durdurulmalı.
Türkiye açısından Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ile ortak bir Güney Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu kurmak, ne kadar hayali gözükse de, diyaloğu açık tutmak, dış müdahaleleri minimize etmek için çok önemli.
Güney Kafkasya Platformu’ndan Ermenistan dışlanamaz. Aksi halde Ermenistan’ın da toprak bütünlüğü tehlike altına girebilir. Ermenistan’ın da Rusya’nın doğrudan etki alanında kalmaması, bu kargaşada Karabağ’ın bağımsızlığının tanınma durumuna engel olmak için Türkiye’nin Ermenistan’a el vermesi gerekmektedir.
Bu açıdan bakınca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün milli maç için Ermenistan’a gitmesi büyük önem kazanmaktadır.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku