5 Ekim 2008
BU köşede zaman zaman ülkenin durumuyla ilgili olarak genel resim çekerim. Manzara-i umumiyeyi tasvir etmeye çalışırım. Bir yaz daha bitti. Bir ramazan, bir bayram daha idrak edildi. TBMM de bu süre içinde kapalı idi. Pazartesi gününden itibaren mesaiye başlayacak.
Yaz, ramazan, bayram, tatil gibi kavramların ortak paydası "rehavet"tir.
Ekim ayı ile rehavet dönemi bitiyor.
Türkiye sıkı bir çalışma dönemine girmek zorunda.
Yeni çalışma döneminde Türkiye’nin önündeki soruların bir kısmı şöyle:
* * *
ABD belki de en büyük krizini yaşıyor. Devlet piyasaya 1929’dan beri en büyük müdahaleyi yaptı. Global dünyada global mali sistemi de tetikleyen bu kriz Avrupa’yı, Rusya’yı, Hindistan’ı, Çin’i şimdiden etkiledi, mali yapıları altüst etti.
Bu krizin şu veya bu şekilde Türkiye’yi etkilememesi beklenemez. Ancak şu anda olası krizin şiddetini tahmin edemiyoruz.
Son yıllarda borsaya gelen, dolaşan yabancı sermaye ile ayakta duran Türkiye ekonomisi, eğer bu gezer tozar paralar çekilmeye başlarsa, ne yapar?
Türk bankaları ve bazı şirketler yabancı bankalardan büyük miktarlarda kredi (borç) kullanıyor. Bu paralar vaktinden önce geri çağrılırsa bu durum bankalarımızı, şirketlerimizi nasıl etkiler?
Batı ekonomisi durağan bir döneme giriyor. Bu durağan süreçte, Batı’da tüketim kısılacağı için, Türkiye’nin bu ülkelere yaptığı ihracat ne miktarda düşer? Talep kısılması üretimi, istihdamı ne miktarda sekteye uğratır?
Üretime ara verme, işçi çıkarma, iç talebin de düşmesi sarmalı içine girilir mi?
Bütün bunların toptan etkisi Türkiye ekonomisini hangi şiddette çarpar?
Bu soruların cevaplarını önümüzdeki dönemde öğreneceğiz.
Dün Türkiye-Irak-İran sınırındaki Aktütün Karakolu 5. kez basıldı. 15 fidanımızı kaybettik. Bu rakamla Aktütün’de verdiğimiz şehit sayısı 44’e ulaşmış.
Aynı karakolun 5 kez üst üste basılması, TSK açısından bir zaafı sergilemiyor mu?
Büyük miktarda teröristle saldırı yapanlar, istihbaratı nasıl atlattı?
ABD ile ortaklaşa paylaşılan istihbarata ne oldu? Yoksa, paylaşım dönemi bitti mi?
Geçen kış PKK’ya karşı büyük başarılar elde ettiğimiz söyleniyordu, yoksa PKK o kadar da büyük bir darbe yemedi mi?
Habire profesyonel ordudan bahsediliyor, ama ortada böyle bir ordu yok. Askerlik görevini ifa eden gencecik yavrularımıza nasıl bir eğitim veriliyor?
Sivil alanda ne yapılıyor? Yine geçen kış Kürtçe yayın yapacak bir TV kurulması karara bağlanmıştı, hálá bir netice yok. Bölge PKK’nın yayın organı ROJ TV’nin kuşatması altında.
Ne zaman Kürt vatandaşlarımıza biz ulaşacağız?
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, makama oturur oturmaz ilk gezisini Güneydoğu’ya yapmış, büyük vaatlerde bulunmuştu. Devlet adına verilen sözlerden hangileri tutuldu? Yoksa sivil irade sadece laf üretmeye mi yarar?
* * *
Adım adım (yerel) seçim dönemine giriyoruz. Anlaşılan bu dönem yolsuzluk ve yoksulluk, seçim propagandalarının ana teması olacak. Muhalefet yolsuzlukları ortaya çıkarmada ne kadar başarılı olacak? Propaganda savaşları seçimi nasıl etkileyecek? Başbakan’ın sinirleri propagandalara ne kadar dayanacak?
Soruların cevaplarını ben bilmiyorum.
Tek bildiğim, çok sıcak bir kış yaşayacak olduğumuzdur!
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2008
2002 öncesi hükümetler ülkeyi merkezden yönlendirilen ballı ihaleler ile soyarlardı. Ancak, 2000’li yılların başında ekonomiye IMF el koyunca merkezi idarenin keyfi ihale açma yetkisi büyük çapta sekteye uğradı. Zaten soyulacak fazla kurum da kalmamıştı.
2002 yılında AKP iktidara geldiğinde bir sürü insan "inanan insan çalmaz" mantığı ile yolsuzlukların sonuna gelindiğini düşünüyordu.
Doğru, merkezi yönetimin etrafa saçacağı fazla bir para kalmamıştı ama AKP’ye can veren Milli Görüş (yeni adı Deniz Feneri) yerel yönetimlerde ihtisas sahibi idi ve Milli Görüş’ün daha çok yerel yönetimlere talip olduğu belli idi.
2002 yılından beri Türkiye’de değişik bir soygun yöntemi gelişti.
Esasında bu yöntem yeni veya yaratıcı değildi.
Türkiye insanı üretim yapmadan toprak üzerinden para kazanmayı çok sever.
Toprağa tohumu atar, yan gelir yatar. Allah ister verir, ister vermez!
Hal böyle iken, köylülükten şehirli olmaya doğru adım atan Türk insanı "şehir" kavramı ile "toprak" kavramını birleştirmeyi de akıl etmiştir.
Şehirleşen Batılı toprak ile ekonomik irtibatını keser ama bizim insanımız kesmez. Çok katlı bina yapmak "şehirleşme" demek olduğuna göre aynı toprağa ne kadar çok kat çıkılabilirse toprağın değerinin o kadar çok artacağını Batılı, hatta herhangi bir ekonomist değil, Çarıklı Mehmet Ağa keşfetmiş ve dünya ekonomi literatürüne kazandırmıştır.
* * *
Köyden şehre inerken saf ve temiz İslam yerine Milli Görüşçü İslam’ı benimseyenler de Çarıklı Mehmet Ağa’yı adeta modern şeyhleri olarak kabul etmişlerdir.
Hal böyle olunca da Çarıklı neo-İslamcıların yeni ibadethanesi de belediyelerin İmar Komisyonları olmuştur.
Gerçekten de bu komisyonlarda Şeyh Çarıklı Mehmet Ağa’nın kerameti olağanüstü neticeler yaratmıştır.
Basit bir káğıda Çarıklı nefesi ile birkaç imza üflediğinizde 1 YTL’lik toprak, üzerinde hiçbir üretim yapmadan, parmak sadece imza için oynatılarak saniyeler içinde 100 YTL olur.
Böyle bir olağanüstü mucize, mucizeler peşinden koşan Katoliklerde bile yoktur.
Ancak, toprak da kıt kaynak olduğu için eninde sonunda tüm topraklar bir şekilde imar izni alır.
Burada durup Allah’a şükretmek mi gerekir?
Hayır, imanlı Türk insanı dur durak bilmez!
Devreye hemen Çarıklı Mehmet Ağa’nın 2. olağanüstü keşfi girer.
İmar izni olan toprak üzerinde 2. el imar işlemi yapılır:
İmar tadilatı!
* * *
Belediyelerin alanı da genişletilir. Örneğin, tüm İstanbul ili İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlanır, başına emir komuta zincirinden zerre kadar sapma göstermeyecek bir Yıldırım Akbulut tipolojisi getirilir, 4300 adet imar tadilatı 4 yıl gibi bir sürede yapılarak Çarıklı Mehmet Efendi’nin kerameti 4300 kere hayata geçirilir.
Tabii ki, imar tadilatları saf ve temiz İslam’a iman etmiş vatandaşlara yar edilmez. Onlar zaten saf ve temiz insanlar olarak paradan anlamazlar, maazallah ellerine para geçerse çar çur ederler, ülke ekonomisine zarar verirler.
Üzerinde imar tadilatı yapılacak toprak üç beş kuruşa, tadilat yapılacağı hissettirilmeden neo-İslamcılar tarafından kapatılır ve tadilattan sonra rantın hasını onlar ham yaparlar!
Maksat ise sadece vatanın kurtarılmasıdır!
Bu arada bal tutan parmak da yalamaktan geri kalmaz.
Yazının Devamını Oku 1 Ekim 2008
ABD’de büyüyen ekonomik krize karşı devlet müdahalesi oluşturmak için Başkan Bush’un Kongre’den istediğ 700 milyar $’lık bütçe Temsilciler Meclisi’nde takıldı. "Wall Street’i kurtarma planı olarak anılan tasarı, 205 evet oyuna karşılık 228 hayır oyu ile reddedildi. Çoğunluğa sahip olan Cumhuriyetçiler’den oylamada 66 evet, 133 hayır oyu çıktı. 141 Demokrat tasarıya evet derken, 94’ü hayır yanıtı verdi." (Hürriyet- 30.09.08)
Oylama gününü kapitalizmin en kara günü olarak görenler olduğu gibi krize müdahaleyi kapitalizmin sonu, Karl Marx’ın kehanetlerinin doğru çıkması şeklinde yorumlayanlar oldu.
Ben de "Bir Liberal Olarak Özeleştiri" başlıklı yazımda (25.09.08) kapitalist sistemin krizlerden muaf olmadığını ama bir liberal olarak serbest piyasa ekonomisinin kendiliğinden krizden çıkabileceğine dair düşüncemde yanıldığımı yazdım.
Piyasanın kendi kendini tedavi edebileceğini düşünen Friedman ekolünün öngörüsünün doğru çıkmadığını, piyasaya zaman zaman müdahale gerekebileceğini söyleyen Keynes ekolünün geri dönüş yaptığını vurguladım.
* * *
700 milyar dolarlık müdahalenin Temsilciler Meclisi’nde reddedildiği 29 Eylül günü kapitalizmin en kara günü mü olduğunu pek bilemem ama dünyanın en güçlü insanı George W.Bush’un en kara günlerinden birisi olduğu kesin.
Oylama tekrar yapılacak ama ABD’nin en önemli krizlerinden birisi yaşanırken Bush’un yardım isteği Temsilciler Meclisi’nde reddedildi!
* * *
Ancak, başka bir açıdan bakarsak kapitalizmin veya Bush’un en kara gününün aynı zamanda demokrasinin en ak günlerinden birisi olduğunu görüyoruz!
Tüm yürütme erkini elinde tutan ABD Başkanı adeta yalvararak Kongre’den bir yetki istiyor ama bu yetki kendi partisi tarafından verilmiyor.
Tasarıyı Cumhuriyetçiler 133’e karşı 66 oyla (oylamaya katılanların %67’si) reddediyorlar, tersine muhalefetteki Demokratlar 94’e karşı 141 oyla kabul ediyorlar!
İşte demokrasi bu!
Böyle bir ters oylamayı ülkemizde bekleyebilir miyiz? Haşa!
Düşünün, Başbakan benzer bir konuda Meclis’ten adeta yalvararak yardım istiyor ama isteği AKP oyları ile reddediliyor.
AKP’ye haksızlık etmeyelim; CHP, MHP, ANAP, DYP’de böyle bir gelişme tasavvur edilebilir mi?
Ama gerçek demokrasilerde başkanlar, yanlış doğru, reddedilebiliyorlar!
Edibe Sözen’in tebrik kartının lidere yalakalık numunesi olarak tarihe geçtiği bugünlerde 133 Cumhuriyetçi Parti üyesi Başkan Bush’a:
1) Biz senin ağzına bakan kapı kulları değiliz.
2) Zaten bu Meclis’e kendi bilek gücümüzle geldik.
3) Bizim seni aşan kendi prensiplerimiz var, diyebiliyor.
Kimse bana bizim ünlü 1 Mart tezkeresini örnek göstermesin. O tarihteki Başbakan Abdullah Gül AKP grubunda oylamayı "vicdanlara" teslim etmişti!
* * *
Kimimiz liberalizmi, kimimiz sosyal demokrasiyi, kimimiz sosyalizmi, kimimiz İslami düzeni savunabiliriz. Hepimiz bazen haklı, bezen haksız çıkarız. Ancak, demokrasiyi içlersek, yanlıştan dönme şansımız her zaman olduğu için, ülke adına en doğrusu hep bulunur.
* * *
Eminim, ABD demokrasisi de hem kendisi hem de dünya için en doğru çözümü eninde sonunda bulacaktır!
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2008
İLAHİYATÇI Prof. Dr. Hayrettin Karaman çok saygı duyduğum, çok sevdiğim bir ilahiyat uzmanıdır. Dini konularda zaman zaman görüşlerini almaktan, sohbetlerini dinlemekten büyük zevk alırım. Ancak, ben de Karaman Hoca’nın aşağıda alıntı yaptığım yazısını okuyunca çok şaşırdım. (Yeni Şafak-25.09.08)
"...bir Müslüman olarak en azından... ahlak, insaf, vicdan sınırlarını aşan, ideolojik veya ekonomik menfaati için her şeyi mubah sayan, sahip olduğu imkánları (gazete, dergi, televizyon, reklam, sanat...) kötüye kullanan medyayı boykot etmenin farz, onları desteklemenin haram olduğunu ifade etmek isterim.
Müslümanlar evlerine bu çeşit gazeteleri sokmamak ve televizyonlarında uygunsuz kanalları açmamak, izlememek durumundadırlar."
Bu yazıyı okurken Hoca’nın:
a) Demokrasiden hiç nasibini almamış olmasını,
b) Hırsızlara, arsızlara sırf Müslüman oldukları için sahip çıkan bir görüntü vermesini,
c) Başbakan’ın yağdanlığı durumuna düşmesini çok ama çok yadırgamıştım.
Zira, tanıdığım Prof. Dr. Hayrettin Karaman, bu vasıfların üçünden de çok uzak bir insan idi.
Hoca hakkında yanılıyor muydum?
* * *
Ancak aynı Prof. Dr. Hayrettin Karaman aynı köşesinde 2 okurundan aldığı mektupları da yayınladı. (Yeni Şafak-28.09.08)
Birinci mektupta şu görüşlere yer veriliyor:
"...İktidar ve yerel yönetimlerdeki yolsuzluk diz boyu. Müslüman olsun da ne olursa olsun diyorsanız bir şey diyemeyeceğim. Ama bir din önderi olarak lütfen dini kullananlara karşı savaş açın artık. İktidar hortumları kesti ama maalesef adalet ve eşitlikle halka dağıtmak yerine gitti başka yerlere bağladı..."
Karaman mektubu yayınladıktan sonra şunları yazıyor:
"Okuyucumun ’Yolsuzluk diz boyu, ne değişti’ gibi bazı ifadelerini abartılı buluyorum, ama ’yarası olan gocunsun’ diyerek aynen naklettim."
* * *
İkinci okur ise şu görüşlere yer veriyor :
"...Bence bir sonraki yazınız, dernek, vakıf ve cemaatlerin daha düzenli, hesaplarının daha dikkatli olması, yardımlarını daha hassas dağıtmaları hakkında olursa sevinirim...
Tabii ki dinleyeceklerini hiç zannetmem. Çünkü yıllardır Müslümanlar fetvalara bakma gereği duymuyorlar, biz yaptık oldu diyorlar. Müslümanlar maalesef parayla tanıştıkları günümüz çağında her türlü kirlenmenin içerisindedirler."
Karaman yazısını şu cümlelerle bitiriyor:
"Bu iki mektubu bir özeleştiri olarak kabul etmek, kötülüklerden uzak kalmış isek şükretmek, bulaşmış isek ıslah-ı nefse yönelmek gerekiyor."
* * *
Dün Hoca’ya yazılan mektuplardan biri, Hürriyet’te "Boykotçu Hoca’ya Zor Sorular" başlığı ile manşetten yayınlandı. Ancak, haberi yayınlayan sevgili Turan Yılmaz’ın Hoca’ya yazılan mektupları yine onun sayesinde öğrendiğimizi, Hoca’nın da mektupları bir özeleştiri olarak yayınladığını açıkça söylediğini yeteri kadar vurgulamadığını düşünüyorum.
Haksızlık edene kızalım, onu teşhir edelim ama biz onlara haksızlık etmeyelim!
* * *
Tüm Müslümanların Şeker/Ramazan Bayramı’nı, Musevilerin yılbaşısı Roş Aşana’yı candan kutlarım.
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2008
TEKNOLOJİ harikası bir uçak zaman içinde, mekanik düzeninde herhangi bir bozulma olmadığı halde, çalışamaz, iş göremez hale gelebiliyor. Uzmanlar bu duruma "metal yorgunluğu" diyorlar.
Uçağa gövde veren muhteşem çelik kaplamalar zaman içinde kendi kendine gevşeyip vasıflarını yitiriyorlar. Eskiyor ve kullanılmaz hale geliyorlar.
* * *
Bazı başarılı insanları ise zamanla "ruh yorgunluğu" teslim alabiliyor. Hastalanmadıkları, herhangi bir fiziki değişime uğramadıkları halde eski performanslarını kaybediyorlar.
İnsanlarda metal yorgunluğu nasıl gelişiyor?
* * *
Bu insanlar esasında temayüz ettikleri alanlarda çok başarılılar.
Önceleri belirli bir işi olağanüstü yetkinlikle yapıyorlar.
Büyük takdir topluyorlar. İnsanların ilgi ve beğenisini kazanıyorlar. Medya onların her yaptıklarını, her söylediklerini manşetlere taşıyor. Her tavırlarında, her kelamlarında keramet arıyor. Bir süre sonra da etrafına yalakalar doluşmaya başlıyor. Yalakalar bu kişilerin etrafına zırh örüyorlar. Başkaları ile temas etmelerini engelliyorlar. Başarılı kişiler öksürse, bu öksürüğün diğer insanların öksürüklerinden daha üstün olduğunu söylemeye başlıyorlar. Tek tük eleştiri yapmaya kalkanlar olursa, o kişileri hemen lanetliyorlar. Eleştiri yapanın başarıyı kıskandığından, eleştiri sahibinin kem gözlü olduğundan dem vuruyorlar.
* * *
Başarılı insan bu dönemleri yaşarken insan fıtratındaki bir zaafa mağlup olmaya başlıyor.
Kerameti kendinden menkul zannetmeye başlıyor.
Allah’ın çok özel bir kulu olduğunu, zaten insanlara bir lütuf olarak yaratıldığını düşünmeyi alışkanlık haline getiriyor.
Önceleri "Ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diye düşünürken yavaş yavaş "Ainesi laftır kişinin işe bakılmaz" diye düşünmeye başlıyor.
Her türlü kararı kendi başına almaya çalışıyor. Katiyen yanlış yapmadığına inanıyor.
Çevresinde uyarmaya kalkan olursa onun düşman olduğunu düşünüyor.
En ufak bir eleştiriye bile tahammül edemez hale geliyor.
Çevresini çok kolay kırıyor.
Çok çabuk sinirleniyor.
Rahat küfrediyor, kalp kırmaktan çekinmiyor.
Sağda solda zaten çok özel bir geçmişe sahip olduğunu anlatmaya başlıyor. Geçmiş performansının yüceliğini sayıp duruyor.
İşte bu dönemde o kişide ego şişmesi başlıyor. Ego şişmesi giderek ruh patlamasına dönüşüyor. Ruhu patlamış kişi de artık eski performansını gösteremez hale geliyor. Zaten, ona buna laf yetiştirmekten iş yapmaya vakit kalmıyor.
İş yapamamak, bundan dolayı daha da beter eleştirilmek, bu insanları iyice kızdırıyor.
Bunun içindir ki büyük şirketler, büyük bankalar, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar, genel müdürlerini 4-5 yılda bir değiştirmeye çalışıyorlar.
Zira ego şişmesi kaçınılmaz!
* * *
Son dönemde 4 başarılı insanda yoğun metal yorgunluğu hissediyorum.
1) Fatih Terim.
2) Dengir Mir Mehmet Fırat.
3) Aziz Yıldırım.
4) Recep Tayyip Erdoğan.
Yazının Devamını Oku 25 Eylül 2008
KENDİNİ liberal demokrat olarak addeden bir kişi olarak 1990 sonrası iki paradigmaya(*) inanıyordum. Daha doğrusu inandığım paradigmalar arasında ikisinin önemli doğrular olduğunu düşünüyordum: 1) Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle dünya tek pazar ekonomisine dönüşeceği için devletler arasında çelişkiler azalacak, dünya daha barışcı bir dünya olacaktı.
2) Kapitalist sistemde dönüşümler (cycles) olduğu için krizler çıkabilirdi, ama bu krizler serbest piyasa ekonomisinin kendi kuralları içinde müdahale (devlet) olmadan düzelirdi.
Yakın tarih bu iki konuda fena halde yanıldığımı gözümün içine soktu.
* * *
1) Hiçbir zaman devletin bir aygıt olarak ortadan kalkacağını düşünmedim, 2. Cumhuriyet kavramını bir saçmalık olarak gördüğümü her zaman ifade ettim. Ancak, yeni dünya düzeninin kurulacağına iman ettim. Halen de teknolojinin önderliğinde bir yeni dünya kurulduğuna ve bu dünyanın küresel bir dünya olduğuna inanıyorum. Ama maalesef, dünya küreselleşirken barışı yakalayamadı. Zira, ekonomiyi var eden gerçeklik aşılamadı.
Kıt kaynaklar dünyası sık sık paylaşım kavgası vermek zorunda. Tarih bitmedi, ama tek pazar ekonomisi tek merkezli veya merkezsiz bir dünya yaratamadı.
Bundan böyle iki pazarlı bir dünya olmayacak, ancak temel menfaatleri çelişen çok merkezli dünyaya giriliyor.
* * *
2) İyi giden günlerin ardından kötü giden günlerin, kötü giden günlerin ardından iyi giden günlerin geleceğini biliyordum ama birinden öbürüne kendiliğinden geçiş olacağını da düşünüyordum.
Yarım haklı çıktım veya yarı yarıya yanıldım.
İyi giden günlerden kötü giden günlere kendiliğinden geçiliyor ama kötü giden günlerden iyi giden günlere kendiliğinden geçilmiyor.
En son ABD krizinde gördüğümüz gibi kötü günlere devletin müdahale etmesi gerekiyor. Bu duruma "bilgi teknolojisine yatırım yapmak varken gayrimenkule yatırım yapan ABD kapitalistleri bile dünyanın gidişatını okuyamadı" diye bir safsata ile kulp bulmak veya "devletler büyük finans krizlerini önlemek zorundadırlar" diye geç kalmış bir düşünsel ilave yapmak hiçbir işe yaramıyor.
Artık inanıyorum ki, müdahaleyi her koşulda gereksiz bulmak (Friedman) yerine zaman zaman müdahaleyi kapitalizmin vazgeçilemez parçası kabul etmek (Keynes) daha doğru!
Sosyalizm insan ruhunu anlamıyor, ama serbest piyasa da insan fıtratının bir parçası olan sonsuz ihtirası frenleyemiyor. Engellenemez ihtiras gayrimenkul piyasasında riskleri pervasızca körükleyince dünya zenginleşiyor zannettik, ancak sonunda o dünya başımıza yıkıldı. Bireyler aynı gayrimenkulden káğıt üzerinde hesaplanan değer artışlarıyla 3-4 defa kredi alınca hem ev, hem araba, hem de yazlık sahibi oldular ama değer artışları realize edilmeyince bu zenginleşmenin gerçek karşılığı olmadığı ortaya çıktı.
Bu işlere hiç bulaşmamış vergi mükelleflerinin de ödediği vergilerle devlet karşılıkları yaratmak zorunda kaldı. Çözüm hem müdahaleyle oldu, hem de adil değil!
Ama başka bir çare de yok!
Piyasa sadece yanlış yapanı cezalandırmıyor.
* * *
Bir yanlışım daha oldu. AKP’yi 2005’in başına dek destekledim. Allah’tan o yanlıştan göreceli erken kurtuldum. Darısı diğer (sözüm ona) liberallerin başına!
(*) Dünyayı algılamada insanların kabul ettiği doğrular sistematiği.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2008
YAZIMA başlık yaptığım söz Türk dış politikasının temel taşlarından birisidir. Cumhuriyet, 7 düvelin işgali ardından bir bağımsızlık savaşı ile kurulduğu için Türk insanı diğer ülkelere karşı devamlı bir şüphe duygusu içindedir. Öte yanda Cumhuriyet’in temel görevlerinden birisi insanımıza özgüven kazandırmaktı.
Onun için Türk insanına önce kendisi ile övünmesi, sonra çalışması ve kendisine güvenmesi öğütlenmiştir: "Türk övün, çalış, güven!"
* * *
Ancak, çağımızda dış ilişkiler yeni kavramlar üzerine oturmak zorundadır. "Dostlar" değil "müttefikler", "düşmanlar" değil "çıkarları çelişen ülkeler" vardır.
Tek çizgide giden, ebedi bir anlam taşıyan "dost" kelimesi dış politika sözlüğünde yoktur.
Müttefiklerle bile zaman zaman çelişen çıkarlar olabileceği gibi, ana konularda çıkarları çatışan iki ülke diğer bazı konularda çıkar birliği içinde olabilirler.
Dış ilişkiler ve dış politika kaygan zeminde verilen bir mücadeledir. Değişen zaman ve şartlar aynı ülkeye değişik yaklaşımlar göstermemizi gerektirebilir.
* * *
German Marshall Vakfı her yıl, birkaç vakıfla birlikte, "Transatlantic Trends" (Atlantik Ötesi Eğilimler) adlı bir saha araştırması yapıyor. Araştırma ABD ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 12 ülke ile temsil edilen Avrupa’da çeşitli alanlarda kamuoyunun eğilimlerinin ölçümünü yapıyor.
German Marshall Vakfı’nın candan desteklediğim amacı Atlantik’in iki yakasında sıcak ilişkilerin korunmasını sağlamak.
Araştırma, Atlantik’in iki yakasındaki "karşılıklı duygu ve görüşlerin" ölçümünü yaparak, aksayan yönlere dikkat çekmeye çalışıyor.
* * *
Araştırmanın bir bölümünde Türklerin başkalarına karşı duygularını ölçen bir ölçüm var. Ölçüm başkalarına ne kadar sıcaklık duyduğumuzu ölçtüğü için adına termometre okuması deniyor. Bu termometre 0 ile 100 derece arasında ölçüm yapıyor. 50 derece tarafsız, nötr bir duyguyu anlatıyor, 50 derecenin altı soğuk, üstü sıcak duyguları yansıtıyor.
Bu yılki ölçüme göre Türkler 80 derece ile kendilerine (Türklere) en sıcak yaklaşımı gösteriyorlar. Ancak, ölçüm geçen yıl 6 derece daha yüksekmiş. Bu yıl 86’dan 80’e düşmüş.
Türkler kendileri dışında tüm ülkelere 50 derecenin altında, değişen derecelerde soğuk duygular besliyor. Geçen yıla göre 2 derece artarak 44 derece ile Filistin göreceli en sıcak hissettikleri ülke.
Avrupa Birliği de geçen yıla göre 7 derece artmış ve indimizde 33 derecelik bir sıcaklık kazanmış.
Hemen ardından İran geliyor (32 derece). İlginçtir Çin 31 derece ile sıcaklık yaklaşımımızda 4.sırada.
Rusya 18 derecelik bir sıcaklığa mahzar olmuş, ABD ve İsrail ise tabloda en düşük sıcaklık derecesini almışlar. Her ikisi de bu yıl 3’er derecelik bir artış sağlamışlar ancak yine de 14 ve 8 derecede kalmışlar.
* * *
En büyük müttefikimiz ABD’ye karşı sadece 14 derecelik bir sıcaklık duyarken, onun en büyük müttefiki İsrail’i en soğuk baktığımız ülke seçiyoruz.
En büyük müttefikimiz ABD’nin en büyük hasmı İran ise 32 derecelik bir yaklaşımla neredeyse ABD’den 2.5 misli bir yakınlığa mahzar olmuş!
* * *
Bush sonrası dönemde hem ABD hem de Türk hükümetinin Türk kamuoyunu ABD’ye karşı ısındırmak için yeni yaklaşımlar üretmesi şart!
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2008
DEĞİŞMEZ bir kural var.Hükümetleri yolsuzluk ve yoksulluk bitiriyor.<br><br>İlginçtir, önce yolsuzluk göze batıyor, sonra yoksulluk rahatsız etmeye başlıyor. Yolsuzluk iktidarların yandaş işadamı ve yandaş medya yaratma gayretleri nedeniyle ortaya çıkıyor.
Kural şimdilik AKP için de değişmedi. İktidarının 2. döneminde yeni zengin sınıf ve yeni yandaş medya yaratma gayretleri sonunda yolsuzluk iddialarına dönüştü.
Deniz Feneri Davası ise çok yeni bir yolsuzluk yöntemi belirledi.
Meğerse, dindarlık kisvesi de insanları söğüşlemek için bir yöntemmiş.
* * *
Ancak, ben yine de AKP iktidarını en çok belediyelerdeki yolsuzlukların yıpratacağını düşünüyorum. Tabii, muhalefet peşini bırakmaz ise!
Daha da detaylandırırsak; belediyelerdeki imar tadilatları (Şaban Dişli formülü) çok baş ağrıtacak gibi geliyor bana.
Sürekli yazıyorum. Sınırları bu iktidar döneminde İstanbul iline eşitlenen İstanbul Büyükşehir Belediyesi tek başına 4300 imar tadilatı yapmış. İmar iznini genişleterek yapılan tadilatların yarattığı rantı hayal dahi edemiyorum. Gelin sadece aracı payını hesaplayalım.
Dişli olayından hareketle aracıya da takriben 1 milyon $ bırakan bu tadilatlardan 4300 x 1.000.000 = 4.300.000.000 (4 milyar küsur) dolar rüşvet potansiyeli oluştuğunu görüyoruz. Gelin siz bunun yarısını potansiyel rüşvet olarak kabul edin!
Rakam yine de 2 milyar $ civarında!
Bu rakam sadece İstanbul için geçerli.
Diğer illeri de hesaba katınca rüşvet potansiyeli en az 10 milyar dolara ulaşır!
* * *
Hükümet ne kadar farkında bilmiyorum ama global ekonomik kriz dünyayı kasıp kavurmaya çoktan başladı. Dünyanın en saygın bankacısı ABD eski Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan’in deyimiyle "yüzyılın krizi" ile karşı karşıyayız. Kriz en son dev Lehman Brothers’ı yuttu, diğer dev Merrill Lynch el değiştirdi.
Kriz bir süre içinde muhakkak ki şu veya bu şiddette Türkiye’yi de vuracaktır.
Kriz kendisini Türkiye’den sıcak para çıkışı ile gösterecektir. Zaten bir yatırım bankası olan Lehman Brothers Türkiye’ye sıcak para getiren başlıca kurumlardan birisiydi.
Türkiye ekonomisi son yıllarda global piyasalardan sağlanan sıcak para girişi ile ayakta duruyor. Ne yatırımda, ne de istihdamda anlamlı bir artış var.
Global piyasalar Türkiye’de de panikleyip kaçmaya başladığı anda taşıma suyla ayakta duran ekonomi ağır bir fren yapmak zorunda kalabilir.
Bu da insanımız için daha fazla işsizlik, daha düşük gelir, daha fazla fukaralık demektir.
* * *
Oldukça paniklemiş bir görüntü veren Başbakan global ekonomideki gidişatın ne kadar farkında bilmiyoruz.
Ancak, global kriz ona buna çatarak, öfke sanatına başvurarak geçiştirilecek bir olay değil.
Başbakan zaten kriz yönetimlerinde zayıf kalması ile maruf.
Bu kriz onu beter sarsabilir.
* * *
Önce yolsuzluk gelir, ardından yoksulluk! Bu hep böyle olur.
Yolsuzluk ve yoksulluk çok hükümet götürmüştür.
Sanki ikili yine birlikte gözükmeye hazırlanıyor!
Yazının Devamını Oku