ŞEHRE bahar bu sene bir türlü gelmedi. Güneş yüzünü bir gün gösterse, üç gün, beş gün esirgedi. Karakışın ardından hasretle baharı bekleyen insanlar sonunda bizar oldular ve "Bu sene bahar hiç gelmeyecek" diyerek hüküm kesmeye başladılar.
* * *
Ancak, bu sabah uyandığımda birden farkına vardım ki, güneş kalın perdeleri aşmaya, kenardan köşeden yatak odama girmeye çalışıyor. Hemen perdeleri ardına dek açtım. Oda anında sanki nura gark oldu. Odam son zamanlarda hiç bu kadar aydınlık olmamıştı. Gayri ihtiyari, hayatın çok güzel olduğu fikri içimde patladı, suratım son zamanlarda hiç olmadığı kadar huzurlu bir edaya büründü. İçime birden bir heves düştü.
Kendimi ne kadar çabuk dışarı attığımı bilemedim. Ağzıma da Názım Hikmet pelesenk olmuştu: "Bugün pazar, bugün beni güneşe çıkardılar."
* * *
Şehrin parkına adeta koştum. Sanki yer kapmam gerekiyordu. İyi de yapmışım, ben geldikten kısa bir süre sonra hıncahınç doldu. Park kanepelerinde, hatta çayırlarda, çimenlerde oturacak yer kalmadı. Çocuklar hedefsizce oradan oraya koşmaya başladılar. Aileleri sırtlarını güneşe verdiler. Anneler babalara, babalar annelere ortada koşturan velet ile ilgilenmesi için yalvar yakar oldular. Herkesin meramı sabah yatakta yarım yamalak bıraktığı uykuya, bir süre olsun, güneşin koynunda devam etmekti. Ben de bir kanepeyi bir genç adam ile paylaşırken ağırlaşan göz kapaklarımın kapanmasına bir süre engel olmaya çalıştım, sonra bu mücadelemde mağlubiyetten büyük zevk aldığımı fark ederek şekerlemeye daldım.
* * *
Uyandığımda, herkes uykusunu almıştı ki etrafta bağıran çağıran insanlar gördüm. Yanımdaki genç kalkmıştı. Herkes neşe içinde birine bağırıp çağırıyordu. Sanki herkeste bu sabah aniden bir enerji birikimi oluşmuş, insanlar bu enerjiyi boşaltmak için gayrete girmişlerdi.
Yemyeşil çimenler, yol kenarlarında dimdik açmış değişik renkte lalelerin boyuna özeniyorlar, sarı yeleli mimozalar ayaklarının dibine serilmiş narin papatyalara nispet yapıyorlar, manolyalar kısa ömürlerine rağmen her bahar olduğu gibi çıplak dalları şehvet sersemine çeviriyorlardı.
Gürültüyü sonunda hayra yoran park sakinleri de yuvalarından çıktılar, güvercinler güvercinleri, serçeler serçeleri amaçsızca kovalamaya başladılar. Kimin elindeki ekmekten bir kırıntı yere düşse o kırıntıdan nasiplenebilmek için güvercinler, serçeler parkın yer taşlarına pike yapmaya çalıştılar.
* * *
Karşımdaki kanepeye zar zor yürüyen bir ihtiyar adam yerleşti. Bir süre soluklandı, hálá üzerinden atamadığı paltosuna kıştan kalan üşütme korkusu ile önce iyice bir sarıldı. Sonra palto fazla gelmiş olmalı ki, çıkardı kenara koydu. Ama yine de kalın hırkasının bütün düğmelerini iliklemeyi ihmal etmedi.
Bir süre sonra yanına kısacık etekli, güneşe güvendiği için sadece bir kısa kollu bluzla dışarı fırlamış, her bir parmağı yüzüklü, kulakları sayısız küpeli bir kız yaklaştı. Kızın saçları belli ki boyaydı, zira bunca yaş yaşadım, bu tonda parlak kırmızı saç görmedim.
Kız ihtiyara, herhalde, yanının boş olup olmadığını sordu, ihtiyar büyük bir sevinçle boş olduğunu başı ile onayladı. Paltosunu kanepeden almaya kalktı. Genç kız hemen atıldı, paltoyu nazikçe katlayarak aralarına koydu. Oturdu. İhtiyara bir daha gülümsedi. İhtiyar da ağzını mümkün olduğu kadar açarak kahkaha atmak ile gülümsemek arasında bir tepki verdi.
* * *
Kız, ihtiyar adama bıcır bıcır bir şeyler anlatmaya girişti. Ne anlattığını duyamıyordum ama ihtiyarın duyduklarından büyük keyif aldığı suratındaki ifadeden ayan beyan belli idi. Kız konuşurken birden ihtiyarın ellerini tutmaya ve çok daha heyecanlı bir şeyler anlatmaya başladı. Adım gibi eminim, ihtiyar şimdi genç kızı gönül teliyle dinliyordu. Sonra, ne anlattı ise, kız aniden durdu, başını adamın omzuna koydu. Adam başı şefkatle okşadı.
Uzaktan baksanız, iki áşık sanırdınız!
Ben de güneşe döndüm ve "Sen nelere kadirsin!" diyerek selam verdim.