18 Mayıs 2005
<B>TÜRKİYE-</B>ABD ilişkilerinin epey zor günler geçirdiğini artık Süleyman Demirel’in Fırat’taki kör ve sağır çobanı dahi biliyor. Önümüzdeki ay, 8 Haziran’da Recep Tayyip Erdoğan ile George W. Bush Washington’ D.C.’de buluşacaklar.
Son haftalarda yurtdışında katıldığım Bilderberg Toplantısı ve Uluslararası Liberal Kongresi’nde Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğinin genel ve büyük merak konusu olduğunu gördüğüm için bu önemli buluşma öncesi iki yazı yazmak istedim.
* * *
Türkiye-ABD ilişkilerinde aksama var, zira:
1) ABD ve hatta AB yetkilileri Türkiye’nin dış politikasını:
i) öngörülebilir (tahmin edilebilir) bulmuyorlar.
ii) Seçilmişler açısından analizden ve bilgiden yoksun bir formata oturtulduğunu zannediyorlar.
iii) Önemle Başbakan çevresindeki danışmanların birikim yoksunu olduğunu, söylenenleri doğru kavramadıklarını, dolayısıyla aldıkları bilgiyi doğru aktarmadıklarını tahmin ediyorlar.
iv) Dışişleri ile Başbakanlık Ofisi arasında zaman zaman çelişkiler yaşandığını düşünüyorlar. Başbakanlk Ofisi’nin bazı hesap dışı ve şaşırtıcı çıkışlarının sonradan Dışişleri hatta askeri konularda TSK tarafından düzeltilmek zorunda kalındığının farkındalar.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni bilmem ama Türkiye’den bakılınca, ülkede çok önemli bir kesim ABD’yi dayatmacı, tek-benci ve saldırgan buluyor.
ABD Hükümeti’nin halkın indinde çok büyük oranda saygınlığını yitirdiği de malum!
* * *
‘Türkiye-ABD ilişkilerindeki erozyon nasıl tamir edilebilir?’ sorusuna ABD açısından bakıldığında bence iki önemli konuda Türk insanının hassasiyetini gidermek doğrudan ABD yetkililerinin sorumluluğundadır.
Bu konular:
1) Kuzey Irak’ta yerleşik PKK’nın berheva edilmesi!
Aksi yönde ortaya sürülecek/sürülen her türlü mazaret hükümet indinde kabul görse bile, halk indinde kabul görmez.
ABD uzun süredir PKK’yı ‘terörist örgüt’ olarak gördüğünü beyan etmektedir, hatta Apo bizzat ABD tarafından yakalanmış ve Türk yetkililere teslim edilmiştir.
Ancak yine de Türk halkı, haklı olarak, PKK’nın ABD’nin izni olmadan Kuzey Irak’ta yerleşemeyeceğini, hele hele hiç eylem yapamayacağını düşünüyor.
‘Sıranın PKK’ya gelmediği’ savı kimseyi ikna etmiyor!
* * *
2) BOP çerçevesinde ABD’nin Ortadoğu’ya ‘demokrasi getirme’ tezi de Türk halkı tarafından şüphe ile karşılanıyor.
Irak’ta yapılan özgür seçimleri kimse inkár etmiyor ama:
i) Filistin’de Hamas’ın siyasallaşmasına fırsat tanınmadan,
ii) Ortadoğu’da teokrasinin ana merkezi Suudi Arabistan’da özgür ve genel seçimler yapılmadan ABD Hükümeti’nin samimiyetini kimse kabul etmeyecek.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2005
<B>14-</B>15 Mayıs 2005 tarihlerinde <B>Şanlıurfa</B>’da gerçekleşecek <B>1. GAP İş Yatırım Forumu,</B> iktisadi yönü kadar Ortadoğu’da yaşanan son gelişmeler çerçevesinde siyasi ve sosyal açıdan da çok önemlidir. Bu bölgede kişi başına milli geliri ne kadar çok artırabilirsek, yeni kırmızı çizgimiz o kadar rahatlayacak.
Çeşitli ortamlarda ifade ediyorum: Irak’ın yeniden inşasıyla birlikte Kuzey Irak’ta kişi başına milli gelir 2000 dolar civarına çıkacak. Bizim Güneydoğu’muzda kişi başına milli gelir ise en iyi şartlarda sadece 400 dolar.
Bu fark kapatılmadığı/azaltılmadığı sürece bu bölge her an patlamaya hazır bir bomba görünümünde kalmaya mahkûmdur.
* * *
GAP İdaresi haklı olarak diyor ki: ‘...Bölgenin yatırımcılara sunmakta olduğu fırsatlara rağmen, gerek bölge içi gerekse bölge dışından yapılan yatırımlar istenilen düzeyde olmadığı gibi mevcut yatırımcıların da teknik, mali ve idari kısıtlar nedeniyle iç ve dış pazarlarda gerekli ve yeterli açılımı sağlayamadıkları görülmektedir.’
* * *
İdare bu açıdan;
‘...Bölgedeki yatırım potansiyelinin bölge içi ve dışı yatırımcılara anlatılması... Tüm yatırımcıların bir araya getirilerek sinerji oluşturulmak suretiyle ortak yatırım imkánlarının araştırılması... Bölge dışındaki yatırımcılar ile bölge yatırımcılarının bir araya getirilmesi suretiyle sektörler bazında sorun ve çözüm önerilerinin görüşülerek saptamalar yapılması ve geleceğe yönelik beklentilerin tespit edilmesi’ için gayret sarf etmekte.
* * *
Diğer taraftan; Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde olan Türkiye’de GAP modeli ilk Bölgesel Kalkınma Projesi. Bu kapsamda GAP İdaresi ‘...AB’den sağlanan fon kapsamında yürütülen Girişimci Destekleme ve Yönlendirme Merkezleri ile girişimcilere danışmanlık ve eğitim hizmetleri verilerek yeni girişimcilere sunulan hizmetlerin yanı sıra mevcut işletmelerin operasyonel kapasitelerini geliştirmeyi...’ de hedeflemektedir.
* * *
14-15 Mayıs günleri hükümet, TOBB, TÜSİAD ve MÜSİAD yetkilileri bir araya gelerek 1. GAP İş ve Yatırım Forumu’nda bölgedeki olası yatırım imkánlarını tartışacaklar.
* * *
Türkiye, Güneydoğu’daki güvenlik mülahazalarını sadece askeri açıdan ele aldığı ve ekonomik mülahazaları gündeme getirmediği sürece bu bölgeye huzur yerleşemez. Güneydoğu’nun makus talihi işsizliktir! Bölünme tehdidine karşı en önemli panzehir de istihdamdır! İstihdamı ise devlet yaratmaz, sadece yönlendirir! Artık Güneydoğu meselesi özel sektörün de aktif rol alacağı mesele haline gelmelidir!
Not: Geçen hafta Bilderberg toplantılarına katıldıktan sonra bu hafta sonu da Uluslararası Liberal Kongre’nin Sofya’da gerçekleşecek 53. toplantısına, Friedrich Naumann Vakfı’nın daveti üzere katılacağım. ‘Özgürlük ve Güvenlik’ başlıklı kongrede ‘Orgütlü Din ve Laik-Liberal Devlet İçin Arz Ettiği Tehlikeler’ konusunda bir konuşma yapacağım. Bu nedenle 16.05.2005 tarihli yazımı yazamayacağım. Yazılarıma 18.05.2005 tarihinden itibaren devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2005
<B>BİLDERBERG toplantılarından </B>çıkan sonuçlar: 1) 20. yüzyılda devlet/millet odaklı olan <B>özgürlük </B>tanımı artık <B>birey odaklı </B>tanıma dönüşüyor. 20. yüzyılda milletlerin (birbirinden) özgürlüğü/bağımsızlığı anlayışı üzerine oturtulan ‘özgürlük’, 21. yüzyılda, devletin koyduğu kısıtlamalara karşı direnen ‘bireysel özgürlük anlayışı’na dönüşmekte.
Bu kavram da ister istemez eski ABD Başkanı Clinton’ın BM’nin milenyum toplantısında ortaya attığı, ‘uluslararası kuruluşların, gerektinde birey lehine ülkelere müdahale edebilmeleri’ tezini hatırlatıyor. Bu tez 20. yüzyıla damgasını vuran ‘milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına’ karşıt bir tez.
ABD de, BOP’u ‘bireysel özgürleşme’ projesi olarak takdim ediyor.
* * *
2) 21. yüzyılın başında en fazla dikkat çeken devlet Çin. Çin, kendinden sonra büyük hızla büyüyen Hindistan ile stratejik işbirliği yaparak Batı ittifakına karşı çok ciddi bir ittifak oluşturmakta.
3) Rusya, Putin yönetimi altında giderek SSCB’nin karanlık günlerine geri dönmekte. Rusya’da demokrasi bir türlü yerleşmemekte. Bu durum Avrupa’dan çok ABD’yi rahatsız ediyor.
4) (ABD tezi) İran ve Kuzey Kore nükleer silah geliştiriyor veya altyapısını kuruyor. Bu ülkeler doğrudan atom bombası kullanamazlar ancak terör örgütlerine verebilirler.
21. yüzyılı tehdit eden en büyük tehlike, terörle işbirliği yapan ülkelerin, teröristlerin eline atom bombası vermeleridir!
5) İsrail ve Filistin, Arafat sonrası dönemde barış için daha fazla umutlular. Ancak İsrail, ‘terör tehdidi kalkmadan, Hamas’ın silahları denetim altına alınmadan barış anlaşması olmaz’ diyor. Filistin yetkilileri de Hamas’ın elinden silahları alacak güçleri olmadığını vurguluyorlar.
* * *
6) Irak’ın bütünlüğü ve istikrarı çok önemli. Irak bölünürse bu durum İran’ı bölgede çok daha fazla etkin kılar, neredeyse tek güç haline getirir.
* * *
7) (Yine ABD tezi) İran sadece nükleer tehlike oluşturmuyor, aynı zamanda Ortadoğu’da cirit atan Hamas, Hizbullah, İslami Cihad gibi terör örgütlerini bizzat besliyor ve yönlendiriyor.
Bu ülkede rejim muhakkak değişecek!
ABD’li yetkililer, halkın yüzde 70’inin istemediği bir rejim aleyhine ayaklanma olması uğruna her türlü uluslararası yardımın yapılması gerektiği görüşündeler. Genel grev için maddi katkı, propagandaya yönelik radyo yayınları, direnişçilere haberleşme ağı kurulması gündemde. Eğer, rejim kendi kendine yıkılmaz ise yine de değişecek!
Etkin bir ABD’li, ‘Kara harekátı düşünmüyoruz’ dedi!
Okur bu cümleyi istediği gibi okusun!
* * *
8) Gerek ABD’li, gerekse AB’li siyasi ve bürokratlar, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin öngörülebilirliği (nerede ne tavır koyacağına dair tahmin yürütme) konusunda dikkate alınması gereken derecede kaygı taşıyorlar.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2005
<B>İLK </B>kez <B>1954 </B>yılında yapılan <B>‘Bilderberg Toplantıları’, </B>Atlantik Okyanusu’nun iki yakasındaki ülkelerden <B>etkin insanları </B>bir araya getirmek ve <B>dünya meselelerini </B>tartışmak üzere hayata geçirilmiş. Bu yıl 53. toplantı 5-8 Mayıs tarihlerinde Almanya’nın Rottach-Eagern şehrinde yapıldı. Toplantıya davet edilen 4 Türk arasında tek gazeteci idim. Toplantı basına kapalı yapıldığı, etkin ve gerçek entelektüellerin bir kısmını bir araya getirdiği için, haliyle çeşitli spekülasyonlarla karşılaşıyor.
Kendine uydurduğu addan kendisiyle kıvanç duymamızı beklediği belli olan bir yazarımız, görüşlerini genelde bilgi üzerine değil dedikodu üzerine kurar.
Yıllardır bu toplantılara da çeşitli yakıştırmalar yapar. Has(r)etinden prangalar eskiterek davet edilen Türk gazetecilere salvolar atar.
Bu yıl da benim alacağım talimatları nakledeceğimi duyurdu!
* * *
Aldığım talimatları yarın yazacağım; ancak bugün talimatları hangi koşullar altında aldığımı nakletmek istiyorum! Ben ve benim gibilere talimat vermek için 2 kraliçe, 8-10 cari bakan, birkaç eski başbakan, uluslararası bürokratlar, dünyanın en büyük çokuluslu şirketlerinin patron ve yöneticileri, büyük gazete ve dergilerin baş editörleri, dünya çapında akademisyenler bir araya gelmişler. Herkes istediği gibi konuşuyor, gereğinde birbirlerinin görüşlerini kıyasıya eleştiriyorlar, önemle siyasilerin somut bilgiye/istihbarata dayanarak yaptıkları konuşmalar toplantıları sürüklüyor.
Dünyanın en tepesinde olma iddiasındaki insanların unvanlarından tamamen sıyrılarak, sadece beyin güçlerini kullanıp beyin fırtınası yapmalarından çok etkilendim. Gerçek anlamda fikriyatın ancak serbest bir ortamda, hatta insanların pervasız davrandıkları, birbirleriyle çelişmekten hiç kaygı duymadıkları bir çerçevede yeşerebileceğini bizzat yaşayarak öğrendim.
* * *
‘Demokrasi özünde nedir?’ sorusunun cevabını ise seçilmişlerden değil, monarşiyi temsil eden, demokrasinin karşıtı ‘tek erk’ sahibi kraliçelerden aldım. Yemekler self-servis düzende yeniyordu. Herkes eline bir tabak alıyor ve sıraya girerek yiyeceği yemekleri seçiyordu. Tamam; başbakanlar, bakanlar, akademisyenler de sıraya giriyordu ama kraliçelerin de ellerine birer tabak alarak sabırla yemek seçme sıralarını beklemeleri, bu durumu kendileri kadar diğer katılımcıların da doğal karşılamaları bana büyük bir ders verdi. Biz kendi ellerimizle seçtiğimiz siyasileri yine kendi ellerimizle putlaştırırken, onlar kendi putlarını insanlaştırıyorlar!
Bizim başbakanlarımız seçildikten sonra geçmişlerini bir çırpıda unutarak krallaşırken, onların kralları sade vatandaş olmaya soyunuyorlar!
Bilderberg Toplantıları’ndan aldığım en büyük ders budur! Muasırlaşma mücadelesinde en büyük engelimiz, bizzat kendi zihinlerimizde!
Benzemeye çalıştığımız insanlar karşısında farkı görünce beter içine kapanan, çevresinden korkan insanlar haline gelmemiz de bu yüzden!
Tartışmanın ne kadar büyük bir nimet olduğunu geçen hafta sonu bizzat yaşayarak öğrendim.
(Yarın devam edeceğim.)
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2005
<B>HERHANGİ </B>bir kuruluşu yönetenlerin yapabilecekleri en büyük yanlış, <B>öngörülebilir </B>olmamalarıdır. Bir adım sonra ne yapacağı, hangi olguya ne tepki vereceği belli olmayan yöneticiler, çevrelerinde önce stres (denetleyemedikleri çevre koşulları) yaratırlar, çevredekiler yöneticinin ne yapacağı konusunda yanlış öngörüde bulunduklarında ise kızgınlık duygusuna kapılırlar.
Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin kendi elleriyle yarattığı yönetişimsizlik hem içeride, hem dışarıda hangi olgu karşısında ne yapacağı belli olmadığı için, zaman zaman stres, zaman zaman da kızgınlık yaratıyor.
Hatta, taraflara çok sıcak mesajlar verildiğinde dahi şüphe ile karşılanıyor.
Örneğin, geçen hafta (27 Nisan) AKP Grubu’nda son zamanların en Amerikancı konuşmasını yapan Başbakan, ABD’li yetkililer üzerindeki şüphe ve güven eksikliği duygularını etkileyemedi.
* * *
Hükümet habire zikzak çiziyor!
Neden?
Birbiriyle çelişen iki haritanın üst üste oturması sonucu hükümetin düşünce haritası çok karışık da ondan!
Hükümet, dünyaya birbirine ters iki merceğin odak noktasından bakmaya çalışıyor ve böylelikle her şeyi karmakarışık görüyor. Hükümet, her hükümet gibi, bir yandan tavan, diğer yandan taban politikası üretmek zorunda.
Ancak, taban politikasında kullandığı harita milli görüş merkezli!
Tavan politikasını ise reel politika üzerine oturtmaya çalışıyor.
Örneğin, kendisini iktidar yapan tavan unsurlarından birisi ABD.
Tabanın en fazla kızdığı unsurlardan birisi de yine ABD!
Öyleyse iki arada bir derede ne yapmalı?
‘Stratejik derinlik politikası’ uygulamalı!
Ne demek bu? Çok boyutlu dış politika!
Ancak, Türkiye’yi ABD boyunduruğundan kurtaracağı zannedilen çok boyutlu dış politika her bir meseleyi teker teker ve birbirinden bağımsız çözmeye kalkışınca ortaya sadece kimsenin ne anlama geldiğini anlamadığı bir kakofoni çıkıyor.
Başbakanlık Ofisi’ne yakın duran ‘stratejik derinlik politikası’, adeta içinde Dışişleri Bakanlığı uzmanlarının olmadığı bir politika haline dönüşüyor.
Büyük ülkelerdeki büyükelçilerimiz çok bezgin!
Taban ve tavanı aynı anda ve farklı gözlüklerle hoş tutmaya çalışan stratejik derinlik politikasının son performansına bakalım:
Başbakan’a ABD tepkili. Bu meseleyi halletmek lazım! ABD’siz olmaz! Başbakan’a İsrail de kızgın! Buna göre, ABD’de ay sonunda iki lider arasında yapılacak ‘Washington görüşmesinin’ bir yolu İsrail’den geçiyor. Ne yapmalı?
Önce, uzun süre uzak durulan ABD’ye gülücükler yollayan bir konuşma yapmalı, ardından İsrail ziyareti gerçekleşmeli, İsrail’le barışılmalı!
Peki bunu İsrail karşıtı tabana nasıl anlatacağız?
‘İsrail ile Filistin arasında arabuluculuk yapacağız!’
İsrail, Erdoğan’ı nazikçe ağırlıyor ama arabuluculuk teklifini açıkça reddediyor. Başka ne yapıyor? Filistin Başbakanı ile görüşme saatini 2.5 saat geciktiriyor ve bu oyunu bizimkilere yutturuyor. Filistin Başbakanı küçük düşüyor. Çok kızıyor.
Sonuç: Ne İsrail, ne Filistin, ne Arap dünyası, ne de taban bu seyahatten bir anlam çıkarabiliyor!
Galiba, Washington buluşmasına dek Başbakan’a çok çektirecekler!
Not: Yurtdışında bir konferansa katılacağım için önümüzdeki çarşamba (11.05.2005) gününe dek yazılarıma ara vereceğim.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2005
<B>İSTANBUL </B>Hazırgiyim ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İHKİB) Başkanı <B>Süleyman Orakçıoğlu</B> ile yaptığımız sohbette Çin’in <B>Türk ekonomisini</B> ve özellikle bam telimiz <B>istihdamı </B>büyük tehdit altına soktuğuna emin oldum. Veri koşullar altında Türk ihracatçıları Çin’in emek yoğun sektörlerdeki dayanılmaz rekabetine boyun eğmek zorunda kalacaklar.
* * *
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ/WTO), liberal dünya görüşü çerçevesinde 1995 Uruguay Toplantıları’nda aldığı kararla 2005 yılına dek kotaların (ithalat miktarlarını kısıtlama) peyderpey kalkması için karar almıştı. Kotalar 1 Ocak 2005 tarihi itibarıyla tamamen kalktı. Öte yanda Çin Ocak 2002’de DTÖ üyesi oldu ve üye ülkeler arasında kota kısıtlamasının kalkmasından yararlandı.
Ancak, Çin Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) üyesi değil. Buna göre de ILO’nun çalışma koşullarının işçi lehine getirdiği standartlardan sorumlu değil.
ILO üyesi olmadan DTÖ üyesi olmak Çin’e büyük avantajlar sağlıyor.
Üstelik, dünyanın en büyük nüfusuna sahip Çin kendi ekonomik koşulları ile dünyanın en ucuz emek ordularından birisine sahip.
Çin; kotalar kalktıktan sonra dünya tekstil ve konfeksiyon ticaretinin %50’sinin üzerinde bir paya sahip olacak.
Ucuz emek avantajı yanında para birimi üzerinde oynadığı oyunlar, muazzam devlet teşvikleri, geri dönüşümsüz veya ucuz kredi olanakları ile tekstilde dünya fiyatlarının da %75 altına düşebilecek.
Kotaların yavaş yavaş kalktığı dönemde Çin’in ABD pazarında payı peyderpey yükselmiş.
2001’de payı %10 iken, 2002’de %34’e, 2003’te %57’ye, 2004’te %70’e çıkmış!
Bu dönemde Çin ABD’de tekstil sektöründe fiyatları %68 oranında düşürmüş!
* * *
Öte yanda; tekstil Türkiye’de 2.5 milyon insanı istihdam ediyor, 18.2 milyar dolar ihracat yapıyor, 10 milyar dolarlık bir iç pazara sahip.
Ancak, istihdam üzerindeki vergi ve prim yükleri genel personel maliyetinin %42’sine eşit. Bu oran OECD ülkelerinde %18-20 civarında.
Örneğin; 2 milyar TL net maaş ödemek için Türkiye’de işveren 3.6 milyar TL bir yük altına girerken, aynı maaş OECD ülkelerinde işverene takriben 2.4 milyar TL’ye mal oluyor.
Orakçıoğlu; istihdamın ücretlere dokunmadan işverene maliyeti %20’ye düşerse, istihdamın %20 artacağını ve böylelikle devletin vergi gelirinin de azalmak bir yana artacağını iddia ediyor!
* * *
Türk tekstil ihracatçıları; tüm dünyayı Çin tehdidi nedeniyle devamlı uyarıyorlar. Mart 2004’te ABD’li meslektaşlarıyla birlikte ‘İstanbul Deklarasyonu’ adı altında DTÖ’ye bir uyarı mektubu yollamışlar.
Haziran 2004’te Türkiye’nin çağrısı çerçevesinde 50’ye yakın ülke bir araya gelmiş ve Marüçyus adında bir ülke üzerinden DTÖ’ye başvurulmuş.
Şimdi ABD; Çin’den gelen mallara %27.5 ek vergi koyma teklifini düşünüyor.
2004 yılında 165 bin kişinin Çin yüzünden işini kaybetmesinin ardından Avrupa Komisyonu da harekete geçmeye hazırlanıyor.
* * *
2.5 milyon insanın istihdamını tehdit eden gelişmeler karşısında T.C. Hükümeti de ivedilikle harekete geçmek zorundadır!
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2005
<B>ARAŞTIRMACI </B>İlaç Firmaları Derneği (AİFD) Yönetim Kurulu Başkanı Eczacı <B>Dr. Altan Demirdere</B>’nin verdiği bilgilere göre: Türkiye’de tüketici fiyatlarıyla yaklaşık 5.5 milyar ABD $ ilaç tüketilmekte. Öte yanda, Türkiye’de yıllık sigara tüketimi 8 milyar ABD $, yıllık içki tüketimi ise 10 milyar ABD $.
İlaca harcanan bu para, hem toplamda, hem de kişi başına, diğer ülkelere oranla 4 kat daha az. Ayrıca, diğer ülkelere oranla Türkiye’de daha az ilaç çeşidi var. Ancak, Türkiye’de ilacın toplam sağlık harcamalarındaki payı diğer ülkelere oranla 2 kat daha fazla.
Bunun ana nedeni, ilacın pahalı olması veya çok harcanması değil, toplam sağlık harcamalarının yetersiz olması. Toplam sağlık harcamaları diğer ülkelerde GSMH’nin % 8.5’u iken Türkiye’de diğer ülkelere göre daha düşük olmasına rağmen GSMH’nin % 4’ü civarında.
Türkiye’de ilaç ihracatının ithalatı karşılama oranı çok düşük ve %10 civarında.
Yerli üretilen orijinal ve jenerik ilaçların da hemen hemen tümünün aktif maddesi yurtdışından ithal edilmekte.
Dünyada ilaç sektörü cirosunun %17 gibi çok büyük bir kısmını araştırma ve geliştirmeye harcayan tek sanayi. Bu oran bilgisayar yazılımında bile %10.5, elektrik-elektronik sanayiinde %8.4!
Türkiye’de ithal ilaçların payı değer bazında %38, kutu bazında ise %12’dir. Bu rakamlar dünyada normal sınırların altında. Son derece önemli bir orijinal ve jenerik ilaç sanayiine sahip olan Almanya’da ithal edilen ilaçların payı değer olarak %45.
Yine Türkiye’de jeneriklerin payı değer olarak %45 civarında iken, bu rakamın Avrupa ortalaması ve ABD’deki değeri %30’dur (Almanya ve İngiltere %20’ler civarındadır).
Toplam Klinik Araştırma harcaması yılda 40 milyar $’dır. Ülkemize toplam klinik araştırmaların yalnızca %1’ini getirebilmemiz durumunda ülkeye yılda 400 milyon $ aktarılabilmek mümkün olacak.
* * *
19 Ocak 2005 tarihli Ruhsat Yönetmeliği’nin 9. maddesine göre jenerik ilaç üreticilerinin yıllardır direndiği, ancak AB’nin ısrarla savunduğu ‘ilaçta veri koruması’ bu tarihten itibaren uygulanmak üzere ülkemizde de kabul edilmiş bulunuyor. Ancak yine birileri hinlik etmiş ve Sağlık Bakanlığı’nın kesinlikle açıklamadığı rakamlara göre, kimine göre 300 kimine göre 1200 jenerik başvurusu yine de araya sıkıştırılmış durumunda.
AB bunlara kesinlikle ruhsat verilemeyeceğini iddia ediyor!
Sağlık Bakanlığı’nın ise ne yapacağı henüz belli değil!
AİFD Genel Sekreteri Engin Güner diyor ki:
‘Uyduruk başvurular kesinlikle göz önüne alınmamalı. Sadece biyoeşdeğerlik raporları ile tüm gerekli rapor ve belgeleri sunmuş olan ciddi müracaatların dikkate alınacağı -kısacası 1000 başvuru değil ama belki 20-30 ciddi başvuru- garanti edilirse bir çözüm bulunabilir düşüncesindeyim. Bu benim kanaatim.
Böylece AB’nin konuyu Avrupa Adalet Divanı’na götürmesi gibi Türkiye’yi zor durumda bırakacak bir gelişme önlenebilir diye düşünüyorum.’
* * *
Belli ki Türkiye; kaçamayacağı bir oyunda yine Ali Cengiz oyunlarına başvurmuş ama elin adamı yemiyor!
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2005
<B>ANAYASA Mahkemesi </B>Başkanı<B> Mustafa Bumin</B>’in türbanla ilgili yaptığı konuşmayı yadırgayanlar çoğunlukta. Bumin’in milli iradenin üstüne çıktığını, başka hesapları olduğunu söyleyenler var. Neden şimdi konuştuğunu sorgulayanlar da var! Benim açımdan ‘neden şimdi konuştuğuna’ dair soruya cevap 27.04.2005’te (dün) yayınladığım yazıda var.
Bugün sadece Bumin’in ne söylediğini irdelemek istiyorum.
* * *
Mustafa Bumin, konuşmasında öz olarak diyor ki: ‘Anayasa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları hilafına değiştirilemez.’
Bu sözü hangi gerekçeye dayanıyor?
Bizzat Anayasa’nın 90. maddesine!
Ne diyor bu madde?
‘...Usulüne uygun yürürlüğe konmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz.’
Türkiye’nin altında imzası bulunan AİHS’ye göre kurulan ve kararlarını kabul edeceğini baştan kabullendiği AİHM ise ‘türban meselesinde’ şu kararı aldı:
AİHM; 29.06.2004 tarihinde aldığı kararla türban taktığı için üniversiteden atılan bir hanım öğrencinin mahkemeye yaptığı itirazı haklı bulmuyor ve özetle diyor ki:
Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.
O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (türban) tavırlara kısıtlama getirebilir.
* * *
Kararı irdelersek AİHM diyor ki:
‘97) Çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı demokratik toplumlarda; bir kişinin din veya inancını belli etmesi/göstermesi, diğer grupların çıkarlarının uyum içinde ifade edilebilmesi açısından ve herkesin inancına saygı duyulmasını garanti etmek amacıyla kısıtlanabilir.’
‘98) (Diğer dinlerle ilgili eski AİHM kararlarına atıfta bulunularak) ...dava kararlarında da görüldüğü gibi; demokratik toplumlarda, eğer bu durum diğerlerinin hak ve özgürlüklerine, kamu düzenine ve toplum güvenliğine ters düşüyorsa devletin İslami başörtüsü (türban) takılmasına kısıtlama getirmesini konvansiyon kurumları doğru bulmaktadır.’
* * *
‘105) (TC) Anayasa Mahkemesi 7 Mart 1989 tarihli kararında, diğer koruma getiren unsurlar arasında, Türkiye’de laikliğin (...) inancını belli etme özgürlüğüne kısıtlama getirilebileceğine karar vermiştir.’
‘106) (Yukarıda tarif edilen) Türkiye’deki laiklik anlayışı, konvansiyonun değerleri ile uyum içindedir ve bu anlayış Türkiye’de demokratik sistemin korunması açısından gerekli görülebilir.’
* * *
Eğer AİHM, kararını bir üst mahkemesinde değiştirmez ise:
Anayasa’nın türbana izin verebilmesi için bir sürü maddesinin birden değiştirilmesi ve Türkiye’nin AİHS’deki imzasını geri çekmesi gerekir!
Yazının Devamını Oku