Cüneyt Ülsever

3 Ekim yeni bir sendrom mu yaratıyor?

2 Kasım 2005
DÜN yazdım. ‘İki arada bir derede’ siyaset yapmak zorunda olan AKP hükümeti tavana meşruiyetini ispat etmek için ‘AB politikaları’ yürütüp 17 Aralık’ta müzakere tarihi aldıktan sonra tabana ve popülist politikalara döndü. Ancak,17 Aralık sendromu tavanı ve liberalleri kızdırdı, taban uğruna anti-Amerikan propogandaya da cevaz verince hükümet ‘AB’de pilava giderken, ABD’deki bulgurdan olma’ tehlikesi ile karşılaştı. (Başbakan’ın ABD gezisi) 8 Haziran sendromu ile de hükümet dış politika-dış müşteri odaklı politikalara geri döndü ve tekrar hem ABD, hem AB yoğunluklu politikalara odaklandı.

3 Ekim’de de müzakereleri başlatarak Türkiye’ye tarihsel bir adım attırdı!

* * *

3 Ekim sonrası AKP Hükümeti politikalarında yine bir dönemece girildiği duygusu bende giderek yerleşmeye başladı. Nedir yeni dönemeç?

Başbakan’ın sertleşen üslubunda ipuçları arayanlar olacaktır, belki de Başbakan 3 Ekim sonrası her türlü muhalefete karşı ‘Yüzünüze gözünüze dursun, size de hiç yaranılmıyor!’ diye düşünerek tahammülsüz hale gelmiştir. Ama, bence sendromun ipuçları Başbakan’ın jargonunda değil.

Yeni sendromun ipuçları yeni politikalarda:

1) ‘Bunun nesi yeni?’ diye soracaksınız ama bence AKP tekrar iç müşteriye (taban) dönüyor ama bu kez 17 Aralık’tan sonrakine oranla farklı bir nedenle.

2) Türkiye’nin baş belası ‘rant ekonomisi’ tekrar zuhur ediyor. Sonuç:

3) Bu iki sendromu bir arada yorumlayınca benim aklıma tek bir tanım geliyor: Erken seçim!

Hükümet; yeni cami projeleri, içki yasakları, YÖK ve Cumhurbaşkanı ile çatışma, türbanı yeniden gündeme getirme (Londra), İHL ile ilgili yeni teklifler, vb. ile tekrar tabana yöneliyor ve ‘iman tazelemesi’ yapıyor.

Öte yanda, her hükümetin yaptığı gibi, özellikle İstanbul ile ilgili ama mutlaka toprağa bağlı projeler geliştirerek (bu kez yabancıların söz konusu olması yeni) rant ekonomisi üzerinden olası seçimlerin finansmanı için kendine kaynak arıyor.

* * *

Başbakan; eskiden kendisine yapıldığı gibi, her önüne gelene ‘vatan haini’ derse desin, istediği kadar erken seçim teklif edenleri de bu kategoride suçlarsa suçlasın, bence yine de AKP’yi erken seçime hazırlıyor. Aklın yolu da budur:

1) Ekonomi alanında atılan adımlar bir türlü istihdam ve gerçek ücretlerde artışa yansımıyor. Köylünün durumu gerçekten perişan.

2) Müzakereler için yapılacak taramalarda hükümet mecburen çok sıkışacak. Güney Kıbrıs, limanlar, Ege Denizi sorunu, Ermenistan’a sınır kapısı açmak, Dicle ve Fırat sularını Kuzey Irak’la paylaşma mecburiyeti hükümeti yıpratacak.

3) ABD’nin yüzüne bulaştırdığı Irak meselesinde tekrar Türkiye’yi aktif gündeme alma çabası, aynı ülkenin Suriye ve İran politikaları, Azerbeycan’daki olası gelişmeler, Putin ile ilişkiler 2006’da Türkiye’yi beter zorlayacak.

4) Alternatif lider arayışı ve sert muhalefet olasılığı (ANAVATAN) yükselme dönemine girdi.

5) 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimini eskimiş bir parlamentoya yaptırmamak için çok ses yükselecek.

* * *

2006’da erken seçim var! Ucu da 3 Ekim’e dayanıyor!

Ancak, hükümet 3 Ekim’in getirilerini çabuk tüketmeye başladı!

Yazının Devamını Oku

17 Aralık sendromundan sonra 3 Ekim sendromu mu?

1 Kasım 2005
ÖNCE 17 Aralık sendromu nedir, bunu açıklayalım. <br><br>AKP hükümeti, 3 Kasım sonrası bir türlü aşamadığı bazı sorunlarla karşı karşıya kalmıştı: Bazılarının indinde iktidar olmuş ama muktedir olamamıştı.

Bazı etkin çevrelerin indinde ise tüm hukuki ve siyasal engelleri aşsa dahi meşruiyet engelini aşamıyordu.

İşin en can alıcı noktası ise yaşadığı acı tecrübeler ışığında, AKP’nin de ‘meşruiyet sorunu’nu ciddiye alması, ‘etkin çevrelerden’ açıkça ifade etmese de ürkmesi ve onlara kendini ispat etme çabasına girmesi idi.

* * *

Kimileri AB yolunda TSK’nın siyasi rolü azalacağı için, kimileri samimi olarak AB’ye inandıkları için, ancak sanırım hepsi ‘AB uğruna verilecek mücadelenin’ meşruiyet sorununu büyük çapta çözeceğine inandıkları için, hükümet ve iktidar partisi tüm güçleriyle uyum yasalarına sarıldılar. AB yolunda içte ve dışta verdikleri zorlu mücadeleyle ülkeye büyük hizmette bulundular.

Ancak, 17 Aralık’ta AB’den müzakere tarihi alındıktan sonra önlerine yeni bir mesele çıktı.

AB yolunda kendi seçmenlerinden destek almıyor değildiler; ama bu tarihe dek, Başbakan’ın pek sevdiği pazarlama diline göre daha çok dış müşteriye hizmet vermişlerdi. Onları iktidara taşıyan kitle içinde ana omurgayı oluşturan Milli Görüş kökenli iç müşteri ise büyük çapta unutulmuş veya onlardan sabırlı olmaları istenmişti. Sıra iç müşteriyi tatmin etmeye geldi!

İşte bu ikilem hükümette 17 Aralık sonrası ilk yarılmayı yarattı. Milli Görüşçülere verilen tavizler hem liberalleri kızdırdı, hem de ‘bunlar esasında takıyyeci’ diye bağıran muhaliflere yeni bir fırsat doğdu.

Esas kıyamet ise başka bir yerde koptu: Türkiye-ABD ilişkileri!

1 Mart Tezkeresi ile ABD’ye önce ‘gel gel!’ yapıp, sonra ‘nanik!’ çeken hükümet, ABD’yi zaten yeteri kadar kızdırmıştı.

Ancak, 17 Aralık sonrası hükümette Milli Görüşçü tabana yönelik politikalar arasına ‘Müslüman bir topluma zulüm eden ABD’ söylemi de girince ve Başbakan’ın aklı evvel bazı danışmanları bu tür tartışmaları ‘tabana mavi boncuk dağıtma’ uğruna etrafa fısıldayınca, bu sefer hükümetin ‘ABD sıkıntısı’ başgösterdi.

Kendi psikolojik dünyalarında ‘meşruiyet fobisi’ itici motor olan AKP yöneticileri, hem önce ABD’ye kafa tuttular, hem de sonradan pişman olup ABD’den gelen tepkiler karşısında ‘acaba bu sefer de bunlar mı bizi yıkar?’ diye dertlere düştüler.

Bu kez de Başbakan’ın ABD ziyaretinde ‘8 Haziran sendromu’ yaşandı. Bu dönemde de Başbakan, kısa süre önce ağır salvolar attığı ABD ve İsrail’e bu sefer büyük övgüler gönderdi.

* * *

‘İki arada bir derede’ politika yapmanın dayanılmaz ağırlığı altında hükümet hep ‘sendromlar’ ile hareket etmek zorunda kalıyor.

Bu tür politikalara ‘salıncak politikaları’ da denebilir. Bir o yöne, bir bu yöne!

17 Aralık ve 8 Haziran hep bu tür ‘dönüş sendromları’. Bir yönde olumlu veya olumsuz politika ürettikten sonra bunu diğer yönde düzeltmek zorunda kalış.

Peki ‘3 Ekim sendromu’ ne?

‘Erken seçim sendromu’ olmasın?

(Yarın devam edeceğim)
Yazının Devamını Oku

Ömer Dinçer’e bazı sorular

30 Ekim 2005
EĞER Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer medyaya, hakkında alınan YÖK kararının ardından bazı açıklamalar yapmasa idi, bu yazıyı yazmayacaktım (CNN Türk ve Milliyet). Kendini savunmak Dinçer’in en temel hakkıdır; ama benim elimdeki bazı bilgiler ile Dinçer’in bazı açıklamaları arasında farklar olduğu için bu yazıyı yazma mecburiyeti doğdu. * * *

Ömer Dinçer
’in Yahya Fidan ile yazdığı iki kitap var. İkisiyle de ilgili intihal iddiaları içeren raporlar mevcut. Ama, Prof. Dr. Tamer Koçel’den aşırma yapılan kitap (‘İşletme Yönetimi’) ile ilgili intihal iddiası zamanaşımına uğradığı için bu kitap hakkında bir işlem yapılamıyor. Ama diğer kitap (‘İşletme Yönetimine Giriş’-6. baskı- Kasım 2003) zamanaşımına uğramadan (zamanaşımı Kasım 2005’te işlerlik kazanıyordu) hakkında intihal kararı verildi. Karar bir ay geç alınsa idi, bu kitap da işlem göremeyecekti.

1) Ömer Dinçer, kitaplarında kaynak göstermeden bazı alıntılar olduğunu kabul ediyor. Ancak, sosyal bilimlerde bazı kavramların kamuya mal olduğunu, herkesin bu kavramları aynı kelimelerle tarif ettiğini söylüyor. Örnek olarak da, kooperatif kavramının her yerde aynı kelimelerle açıklanabileceğini belirtiyor. Haklı!

Ancak bir kitapta sadece tarifler değil, kaynaksız alıntı yapılmış cümleler, paragraflar ve dahi sayfalar var ise böyle bir kitapta intihal (aşırma) olduğu kabul edilmez mi?

2) İddialara göre, ‘eğer kitapta intihal yapılan sayfalardaki cümleler kırmız kalemle, intihal yapılmayan cümleler yeşil kalemle çizilse, intihal yapılan bölümler o kadar çok ki, kitapta kırmızı sayfalar yeşil sayfalardan nerede ise fazla çıkacaktır!’

Açıkçası, kitapta sadece kamuya mal olmuş kavramlar olmadığı, çok yüksek sayıda aşırma olduğu iddia ediliyor. Yanlış iddialar olsalar dahi; hakkınızda suçlama yapan raporda kaç adet, kaç sayfa intihal iddiası olduğunu açıklar mısınız?

3) Dinçer; hakkında rapor düzenleyen bilim adamlarının işletme alanı uzmanı olmadığını söyleyerek, ‘işi bilmeyenlerin rapor tuttuğunu’ ima ediyor. Çok şaşırdım. Bilimsel eserlerde nasıl kaynak gösterileceği, nasıl alıntı yapılacağı, bilim dalından bilim dalına değişiyor mu? İşletme Bilim Dalı ile örneğin Tarımcılık Bilim Dalı’nın ‘eser yazma kuralları’ aynı değil mi? Ben bile intihali tespit edemez miyim?

4) Dinçer, henüz intihalin etik kurallarının gelişmediğini, normlarının tespit edilmediğini söylüyor. Yine haklı! Peki, Dinçer lehine oy kullanan ve hepsi hükümet tarafından atanan 5 üye dışında, aleyhine karar veren 14 üyeden bazılarının bu konuda kendisine hak verdiklerini ve bunu beyan ettiklerini biliyor mu?

Bu soru şundan önemli: Dinçer, aleyhine oy verenlerin kendisine karşı adeta bir komplo tertip ettiklerini ima ediyor. Halbuki, bu insanlar içinde intihalin tarifinin yeterince geliştirilmediğine dair görüşüne hak verenler de var.

5) Yahya Fidan neden ortada yok, neden ifade vermedi, vermiyor veya en ufak bir açıklama yapmıyor? O üniversiteyi terk edecek mi?

6) (Bu görüş doğrudan Dinçer’e ait değil ama önemli) Dinçer’i savunan bazı yazarlar ‘...Kaldı ki Danıştay’ın 8. Dairesi’nin, bir başka davada ‘ders notu niteliğindeki kitapların bilimsel eser sayılmayacağı, alıntı yaptığı iddia edilen ilgili eserin sayfa numaralarının belirtilmemesinin intihal olmadığı’ yolunda kararı mevcut’ diyorlar (Bugün-24.10.2005). Dinçer yazdığı ve piyasada sürekli satılan, defalarca basılan, referans verilen kitabının bir ders sırasında teksir edilen veya elle çoğaltılan notlardan farklı olduğu için ‘ders notu niteliğinde kitap’ olmadığını kabul eder mi?
Yazının Devamını Oku

Bush, Barzani’yi başkan olarak görüyor!

27 Ekim 2005
BU hafta Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren iki ziyaret gerçekleşiyor. 1) KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, Washington’a gitti. KKTC’nin Cumhurbaşkanı ilk kez ABD’nin resmi davetlisi statüsünde ABD’de kabul edilecek.

2) Yine bu hafta ABD Başkanı Bush, (Kuzey Irak) ‘Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin Başkanı’ Mesud Barzani’yi Oval Ofis’te Peşmerge kıyafetleri içinde kabul etti.

ABD’nin bu iki daveti aynı haftaya denk getirmesi, Türkiye-ABD ilişkileri açısından çok dikkatli okunmalıdır.

Türkiye bu davetlerdeki mesajları iyi anlamalıdır!

* * *

‘Barzani’ye ‘başkan’ muamelesi’ manşeti ile Kasım Cindemir tarafından aktarılan habere göre:

‘...Oval Ofis’te yapılan görüşmenin ardından yapılan basın açıklamasında Bush, yerel kıyafetleri içindeki Barzani’ye ‘Başkan’ diye hitap etti. ‘Irak’tan, Kürdistan bölgesel hükümetinin başkanı Barzani’yi Oval Ofis’te ağırlamak benim için bir onur’ ifadesini kullanan Bush, ‘Barzani cesur bir adam. Bir tirana karşı ayağa kalktı. Bugün Barzani bu kıyafetleri giydi, çünkü çok da uzun olmayan bir zaman önce bu kıyafeti giyseydi Saddam Hüseyin’in adamları tarafından kaçırılacak ve sırf bu kıyafeti giydiği için öldürülecekti. Barzani bu kıyafeti burada rahatlıkla giyiyor; çünkü biz özgür bir ülkeyiz. Barzani artık kıyafetini kendi vatanında da giyiyor, çünkü Irak artık özgür’ dedi.’

* * *

Bir ziyaret Türkiye’nin ‘kabul ettirmeye çalıştığı bir gerçek’.

Diğer ziyaret ise Türkiye’nin ‘kabul etmek zorunda olduğu bir gerçek’!

Mesud Barzani ile George W.Bush’u aynı fotoğraf içinde görünce ‘nereden nereye geldik’ diye düşünmeden edemedim.

Talabani ve Barzani yakın zamana dek bizim için ne zaman dost, ne zaman hasım oldukları bilinemeyen iki aşiret reisi idiler.

Kürdistan’ın varlığı, öldüm Allah kabul edemeyeceğimiz kırmızı çizgilerimiz idi!

Bugün Talabani Irak’ın Cumhurbaşkanı, anayasanın oylanmasıyla birlikte Barzani de ‘Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin başı’!

Kürdistan, biz istesek de istemesek de, bir gerçek olarak var!

Öte yanda başka bir gerçek daha var.

Oylanan anayasa, Irak’ın toprak bütünlüğünü değil garanti etmek, ruhi itibarıyla beter parçaladı. Artık Irak hukuken, siyaseten parçalanmış olmasa dahi, fiilen parçalanmış vaziyette!

Irak anayasasının hukuki geçerliliği tartışılamaz olsa bile meşruiyeti Irak’ta bölgeden bölgeye fark gösteriyor.

* * *

‘Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ kuruldu; ama Kürtler şimdi şu soruyu sormak zorundalar:

‘ABD bölgede sonsuza dek kalmayacak. Kürdistan; Sünniler, Şiiler ve Türkler arasında sıkışıp kalacak. O halde kimi kime tercih etmek gerekir?’

Türkiye de kendi çıkarları açısından bu soruya bir cevap üretmek zorunda.

Yukarıdaki soruya Türkiye açısından verilmesi gereken cevabı enine boyuna irdeleyeceğim!
Yazının Devamını Oku

Çamur at izi kalsın!

26 Ekim 2005
DÜN Başbakan’ı müsteşarı Ömer Dinçer’in intihal yaptığına dair YÖK’ün verdiği karara racon kesme metodolojisi ile karşı çıkmasını eleştirirken şu sözleri de sarf etmiştim: ‘Başbakan’ın ‘Bir adamımı teslim edersem, yakında hepsinin peşine düşerler’ diye düşündüğünü, bu yüzden Dinçer’e sahip çıktığını söyleyenler olacaktır.

Nitekim, Başbakan’ın bu kuşkusunu doğrulayan bir belgeyi yarın yayınlayacağım.’

* * *

Konu, web sayfalarında dolaşan bir mektuptu.

‘Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın Danışmanı ve BİM marketlerinin sahibi Cüneyt Zapsu’ diye başlıyordu.

Yazıyı yazdım.

Ancak yazı işlerindeki arkadaşlar şöyle bir görüş belirttiler:

‘Siz bu sitede yazılanları eleştiriyorsunuz. Ama kendiniz de bu iddiaları Hürriyet’te yayınlayıp, okurlarınıza da duyurmuş oluyorsunuz. Bir anlamda onların istediği oluyor.’

Doğrusu benim aklıma gelmemişti. Ama ben de doğru bulup, yazıdan o bölümü çıkardım.

* * *

Mektubu, belli ki birtakım ‘çevreler’ ‘Çamuru at en azından izi kalır’ beklentisi içinde yayınlıyorlar.

Bu saçma mektuba verilecek hiçbir cevap yok. Mektup sadece kin kusuyor. Mesnetsiz iddialarda bulunuyor ve 28 Şubat’ta kullanılan sefil teklifi bir kez daha kullanıyor.

Hatırlayınız, o tarihlerde de birileri ‘Ülker mamullerini tüketmeyin!’ diye tutturmuştu. Alanında Türkiye’nin en başarılı kuruluşu ‘şeriatçılıkla’ suçlanmıştı. Sonradan Ülker’in Mehmetçik Vakfı’na çok büyük miktarlarda bağışta bulunduğu ve bu bağışın doğal olarak kabul edildiği ortaya çıkınca Ülker hakkında iddialar boşluğa asılı kalmıştı. Ama, iddia hálá o dönemin kara sayfalarından birisini oluşturur.

Okulda sadece kopya çekerek sınıf geçtikleri belli olan bu sözde ulusalcılar, Ülker için uygulanan kalıbı aynen kopya edip, sadece ‘Ülker’ kelimesini ‘BİM’, ‘şeriatçılık’ iddiasını da ‘Kürtçülük’ iddiası haline getirmişler!

* * *

Hep böyle olur. Memleketimizde yukarıdakiler itişirken, aşağıdakiler de durumdan vazife çıkarırlar!

Dilerim; yukarıdakiler aralarındaki itişmeyi yeniden gözden geçirirler!
Yazının Devamını Oku

Başbakan ne demek istiyor?

25 Ekim 2005
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan bir şiir nedeniyle yargılandığı ve hüküm giydiği dönemde Barolar Birliği’nin yanında olmayışını çok haklı olarak eleştiriyor. Baro şüphesiz 28 Şubat döneminde sınıfta kalmıştır.

YÖK Başkanı’nın Başbakan’a ‘Adnan Menderes hatırlatması’ yapması da başkanın tarihine yazılacak çok talihsiz bir sözdür.

* * *

Başbakan’ın yargılandığı dönemde açık seçik yanında bir kişi olarak rahatça söyleyebiliyorum ki, ‘Van’da yaşanan tutuklama garabeti’ karşısında takındığı soğuk tutum ise en hafif tabiriyle Başbakan’ın kendi geçmişi ile çelişiyor.

Başbakan’ın, Müsteşar’ı Ömer Dinçer’i korumak amacıyla sarf ettiği şu sözleri anlamak ve hazmetmek de çok zor.

Başbakan diyor ki:

‘Adeta bir intikam hırsıyla, benim müsteşarımın okullarda görev yapmayacağına dair aldığınız karar, beni bağlamaz. Bunu böyle bilin. Benim müsteşarım, kendine inandığım, güvendiğim, dört dörtlük, bilgisinden istifade ettiğim bir vatan evladıdır. Bundan sonra da aynı göreve devam edecektir. Benim müsteşarımın onların kurumlarına ihtiyacı yok.’

Başbakan’ın ‘bir adamımı teslim edersem, yakında hepsinin peşine düşerler’ diye düşündüğünü, bu yüzden Dinçer’e sahip çıktığını söyleyenler olacaktır.

Nitekim, Başbakan’ın bu kuşkusunu doğrulayan bir belgeyi yarın yayınlayacağım.

Başbakan’ın, Müsteşar’ını savunması çok doğal. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakan’ı, bilim merkezli bir iddia karşısında bilimsel metodolojiye uygun bir tavır sergilemek zorundadır.

Örneğin, o da bir bilim heyeti toplar ve adı geçen kitapta intihal (aşırma) olmadığı sonucuna varan bir rapor alabilirdi.

Ancak, Başbakan bilimsel sorgulama metodolojisi yerine racon kesme metodolojisi uyguluyor ve hem müsteşarını hem kendini çok daha zor bir duruma itiyor.

* * *

Başbakan, ‘bana ne, bana ne!’ metoduyla savunduğu müsteşarını yukarıda alıntı yaptığım sözleriyle koruyunca esasında intihal (aşırma) suçu işlediğini kabul ediyor.

Dinçer’i korumaya çalışanlar ‘intikam’ söylemini ortaya atıyorlar, ‘Benzer aşırmalara (Alemdaroğlu) göz yumuluyor’ gibi bahanelere sığınıyorlar. Ancak, Dinçer’in aşırma yaptığını belgeleyen benim elimdeki raporlar dahi en az 1 yıllık!

Erdoğan’ın koruma güdüsüyle verdiği tepki bariz bir gol yedikten sonra ‘saymeyoz, saymeyoz!’ diye bağırarak gerçeği yok edeceğini zanneden seyirciye benziyor!

Başbakan’ın yukarıdaki sözleri, o kastetmese de özünde ‘Müsteşar benden aşırmadığı sürece mesele yok!’ anlamına geliyor. İyi de:

Yarın öbür gün Başbakan bir yolsuzluğun üzerine gittiğinde, zor duruma düşen şahıs ‘Esas sen kendi müsteşarının aşırmasının üzerine git’ derse, ne diyecek.

Devlet örgütünün en yüksek yöneticisi Başbakanlık Müsteşarı, bir memuru rüşvetten yakalasa, o terbiyesiz memur ‘Esas sen kendi aşırman kadar konuş!’ diye cevap yetiştirirse ne olacak?

* * *

Başbakan, müsteşarını korumak istiyorsa, o halde müsteşar gereğini yapmak zorundadır. Yoksa, Başbakan’a daha büyük zararlar verecek!
Yazının Devamını Oku

Bilimde aşırma ve müsteşarlık

23 Ekim 2005
BAŞBAKANLIK Müsteşarı Ömer Dinçer’in bir kitabında intihal (aşırma) yaptığına dair iddiayı zamanında kendi köşesinde enine boyuna irdeleyen köşe yazarı olarak YÖK’ün Ömer Dinçer ile ilgili kararını yakinen takip ettim. Zira, Ömer Dinçer’in avukatının bizzat açıkladığı gibi intihal, bir bilim adamının işleyebileceği en yüz kızartıcı suçtur ve bence devletin en yüksek kademesinde görev yapan bir insanın bu suçu işlediğine dair bir karar oluşmuşsa o kişinin artık o görevde durmaması gerekir.

Şimdi üniversitelerin en yüksek makamı olan YÖK, ‘Ömer Dinçer ve arkadaşının intihal yaptığına dair karar vermiştir’.

Haklı olarak YÖK’ün bu kararı neden Van olayları gölgesinde verdiği tartışılacaktır. Ancak, intihal somut ve maddi olarak ölçülebilen bir suçtur ve en azından benim bildiğim iki üniversite bu ölçümü yapmıştır. Yani suçun oluştuğuna dair bir kanaat eksikliği yoktur. Yorum farkları vardır!

Nitekim, Ömer Dinçer’in kendisi de intihal suçunu kabul ediyor.

‘...Profesör Tamer Koçel dün konuğumuzdu... Kimdir Sayın Koçel?.. Başbakanlık Müsteşarı Prof. Ömer Dinçer’in kitabından intihal yaptığı hoca... Profesör Koçel:

-...onun ‘İşletme Yönetimi’ adlı kitabını ... bana matbaacı gösterdi. Kitabı karıştırırken kimi bölümlerin benim ‘İşletme Yöneticiliği’ kitabımla tıpatıp aynı oluşu dikkatimi çekti... İmla hataları bile aynıydı. Ne var ki benim adıma ve kitabıma hiç referans yapmıyordu. Ömer Dinçer’e telefon açarak durumu garipsediğimi anlattım. Haberi olmadığını, kitabı ortaklaşa yazdığı arkadaşının (Doçent Yahya Fidan) bunu yapmış olabileceğini söyledi.’ (Milliyet-Melih Aşık’ın köşesi-21.10.2005)

Ömer Dinçer, intihali kabul ediyor ama suçu ortak kitap yazdığı arkadaşının üzerine atıyor. Böylelikle, okumadığı/tetkik etmediği bir kitaba adını verdiğini de ikrar etmiş oluyor.

Avukatı da YÖK’te yaptığı savunmada intihal suçunu kabul ediyor; ama o da ‘ders kitaplarında alıntı yapılmadığına dair’ bir zırva ile suça kulp buluyor. Ben hayatımda başkalarının kitabını kendi kitabına aşırıp da kaynak göstermeyen hiç üniversite ders kitabı görmedim.

Aynı avukat suça dair iddianın kitabın 6. baskısında ortaya çıktığını, bu sırada Dinçer müsteşar olduğu için YÖK’ün kendisi hakkında karar veremeyeceğini de söylüyor.

Bu savunma da bir mantık şaheseri!

Sanki ilk 5 baskıda intihal yok! Fidan 6. baskıya Ömer Dinçer’den gizli eklemiş!

* * *

Ömer Dinçer, konuyla ilgili ilk yazımdan sonra bana yolladığı mektupta kendisinin bağlı olduğu Marmara Üniversitesi’nin intihalle ilgili hiçbir kararı olmadığını yazmıştı. İntihal kararını sadece Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nin verdiğini belirtmiş ve bu üniversitenin ilgili birimlerinde görevli akademisyenler için ağır sözler sarf etmişti.

Ben de koskoca profesöre inanarak durumu açıklamıştım. Ancak, sonradan Dinçer’in en hafif deyimle doğruyu söylemediği ortaya çıkmıştı. Marmara Üniversitesi’nin de benzer raporunu yazınca Dinçer yeni bir mektup göndermedi.

* * *

Konuyla ilgili en yüksek makam kararını verdi. Karara itiraz müsteşarın en doğal hakkı. Hukuken müsteşarlık görevinden istifa etmesi de gerekmiyor. Ancak, vicdanen, ahlaken ve devlet geleneğine göre artık o görevde oturmaması gerekir.

En azından Danıştay kararını verene dek o makamı boşaltması gerekir. Yoksa ‘benim memurum işini bilir!’ şiarı geçerliliğini sürdürür.

Müsteşar artık gereğini yapmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Irak bölünüyor: B planımız var mı?

20 Ekim 2005
HÜKÜMETİN ‘Irak politikaları’ ile ilgili bilinen tek tavrı; Irak’ın toprak bütünlüğünün korunmasıdır!<BR><BR>ABD’nin de Irak’ta toprak bütünlüğünü korumak için mücadele ettiği aşikárdır. Ancak, her geçen gün ortaya çıkmaktadır ki, ABD bu çabasında başarısızdır. Anayasa referandumu, ABD’nin istediği gibi, ‘evet’ oylarının üstünlüğüyle sonuçlandı ama anayasanın uygulanması hemen hemen imkánsız. Zaten, Anayasa uygulanırsa bölünmeyi teşvik eden maddeler içermekte.

Nitekim Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da haklı olarak diyor ki:

‘...Anayasa, bugünkü haliyle Iraklıların tümünün iradesini yansıtmamaktadır. Ülkede ayrışmanın önünü açan, federe bölgelere güçlü yetkiler tanıyan, hatta daha vahim olarak bu yöndeki maddelerin değiştirilemeyeceğine hükmeden anayasa, zaman içinde bazı değişikliklere uğradı. Parlamentodan, yapacağı tadilatla dengesizlikleri önemli ölçüde telafi etmesini bekliyoruz...’

* * *

ABD’de Irak’tan asker çekilmesi için yapılan baskılar artıyor. ABD’nin Irak’ın bütünlüğünü koruyacak yeni bir ‘Irak ordusu’ oluşturamadan Irak’tan çekilme olasılığı her geçen gün geometrik oranlarda artıyor.

ABD, Irak’tan askerini çekse de, çekmese de Irak’ın bölünme ihtimalinin giderek beter arttığını konuyla ilgili hemen herkes kabul ediyor!

Tamam; Türkiye Irak’ın bölünmesine karşı ama ya bölünürse ne yapacak?

Bugüne dek Türkiye, Irak’ta hep doluya yakalandı. Ne kırmızı çizgimiz kaldı, ne de istediğimiz herhangi bir şeyi elde edebildik.

Hatta, ABD’nin Talabani ve Barzani’yi baştacı etmesinin nedeni bizzat biziz!

Irak konusunda Türkiye’nin elini kolunu bağlayan, bu hükümetin politikalarıdır.

* * *

Örneğin; Başbakan grubunda yaptığı konuşmada şunları söylüyor:

‘...Kuzey Irak’taki terörist unsurlarla etkin şekilde mücadele edilmesi gerektiği, muhataplarla görüşmelerde vurgulanan başlıca unsurlar arasındadır. Türkiye bu konuda bugüne kadar sabırlı ve dirayetli tavır içerisinde oldu. Ancak her gün başka bir şehrimizde al bayrağa sarılı şehit cenazeleri kaldırılırken, analar ağlarken, bebeler yetim kalırken, Türkiye’den kimse bu noktada artık sabır isteme hakkına sahip değildir, olamaz.’

PKK konusunda ‘sabrımızın taştığına’ dair retorik, bu konuda hiçbir şey yapamayan hükümetlerin artık kanıksadığımız klasik söylemidir.

Veri koşullar altında, sabrımız ne kadar taşarsa taşsın, Türkiye’nin Kuzey Irak’a ‘tek yönlü irade’ ile müdahale edemeyeceğini hepimiz biliyoruz.

‘PKK meselesinde’ ABD’nin yaptırımcı iradesine muhtaç olduğumuzu, bu durumu bizzat kendimizin yarattığını, maalesef ABD’nin PKK’ya doğrudan müdahale etme politikasının ‘inşallah!’ seviyesinden öteye gitmediğini de hepimiz biliyoruz.

Iraklı Kürtlerin, PKK’dan nefret etseler dahi gösterecekleri tepkiler nedeniyle, ABD’nin Türkiye lehine bir harekáta girişemeyeceğini de biliyoruz.

* * *

1) Irak anayasasının uygulama veya düzeltilme şansı çok düşük.

2) ABD’de, Irak’tan çekilme arzusu hızla yükselmekte.

3) Irak’ın bölünme olasılığı her geçen gün artıyor.

Bu güçlü olasılıklar karşısında bizim B planımız ne?
Yazının Devamını Oku