Cüneyt Ülsever

Türban konusunda Türkiye ne yapmalı? (II)

16 Kasım 2005
AIHM kararının özü; toplumda bazılarının türbanı ‘tehdit algılaması’ olarak görmeleri nedeni ile hakkında verilen yasaklama kararının insan haklarına engel teşkil etmediğinin saptanmasıdır. Mahkeme ayrıca diyor ki: ‘....T.C. Anayasa Mahkemesi’nin 7 Mart 1989 tarihli kararında...yer alan Türkiye’deki laiklik anlayışı...Konvansiyon’un değerleri ile uyum içindedir ve bu anlayış Türkiye’de demokratik sistemin korunması açısından gerekli görülebilir.’

Ancak, öte yanda: Uzmanları Kuran’da değişik ayetlerde ‘örtünme’ konusunun irdelendiğini söylüyorlar:

* * *

i) Ahzap suresi: 33/59. ayet:

‘Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış giysilerini (cilbab=kara çarşaf) üzerlerine alsınlar. Tanınıp incitilmemeleri için bu daha uygun bir yoldur. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.’

ii) Nur suresi: 24/30. ayet:

‘Mümin erkeklere söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Irzlarını/bellerini korusunlar. Bu onlar için daha arındırıcıdır. Kuşkusuz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır. (Eklenen ayet)

* * *

iii) Nur suresi: 24/31.ayet:

‘Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler.

Irzlarını/eteklerini korusunlar. Süslerini /zinetlerini, görünen kısımlar müstesna açmasınlar. Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar.

Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları, yahut babaları, yahut kocalarının babaları, yahut oğulları, yahut kocalarının oğulları, yahut kardeşleri, yahut kardeşlerinin oğulları, yahut kendi kadınları, yahut ellerinin altında bulunanlar, yahut kadına ihtiyaç duymaz olmuş erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar, yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar.

Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, hepiniz, topluca Allah’a tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz.’

* * *

iv) Nur suresi: 24/60.ayet:

‘Artık nikah arzuları kalmamış. Haiz ve evlattan kesilen kadınların, süslerini göstermek için ortalıkta dolaşmamaları şartıyla örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmak için titiz davranmaları, onlar için daha hayırlıdır. Allah, her şeyi işitir, her şeyi bilir.’

* * *

Yıllardır yazıyorum:

‘Kimileri bu ayetlerin bir ‘örtünme emri’ olmadığını iddia etseler dahi ben bu konuda hem uzmanlığımı aştığı için, hem de böyle bir tartışma bu makalenin amacı açısından abes olduğu için herhangi bir tartışmaya girmeyeceğim.

Benim için önemli olan tarih ve sosyoloji açısından bu ayetlerin Müslüman dünyanın çok önemli bir bölümünde (örtünme için) ‘emir’ telakki edilmesidir.

Herhangi bir ‘insani karar’ ‘ilahi emir’ algılamasını reddedemez!’

Türkiye’de türban dışında örtünmenin (örn: basit başörtüsü) yolunu açmak için iki tarafa da çok önemli bir görev düşüyor!
Yazının Devamını Oku

Türban konusunda Türkiye ne yapmalı?

15 Kasım 2005
AİHM Yüksek Mahkeme’nin aldığı karar, Türkiye için çok önemlidir. Konunun üzerinde daha önce de durmuştum. Yine birkaç yazı ile alınan kararı tartışacağım. Ancak, önce, siyasilerin işlerine geldiği şekilde amaçlı olarak bulandırmaya çalıştıkları birkaç konuya açıklık getirelim.

1) AİHM’nin kararı ‘örtünme’ ile ilgili değildir. Hele hele genel anlamda ‘başörtüsü’ ile hiç ilgili değildir. Örtünmenin sadece bir şekli olan (‘İslami başörtüsü’) ‘türban’ ile ilgilidir. Kimse kelimelerle oynamasın.

2) Kararın sadece Leyla Şahin’i kapsadığını iddia etmek ya kendini ebleh ilan etmek, ya da milleti ebleh görmek demektir. Bu karar bir içtihattır. Herkes için geçerlidir. Karar Leyla Şahin’in lehine çıksa idi, üniversiteye türban takarak gitme hakkını bir tek Şahin mi kazanacaktı?

3) Kararın özü; toplumda bazılarının türbanı ‘tehdit algılaması’ olarak görmeleri nedeniyle hakkında verilen yasaklama kararının insan haklarına engel teşkil etmediğinin saptanmasıdır.

4) Artık Türkiye, bizzat yasaklama kararını ortadan kaldırsa, hatta ‘türban serbesttir’ diye kanun çıkarsa dahi, ‘tehdit algılaması’ saptaması ortadan kalkmayacağı için, kanun değişikliğinden sonra bir kişi dahi tekrar AİHM’ye başvursa, yine türban aleyhine karar çıkacaktır. İçtihadın değişmesi için uzun ama çok uzun yılların geçmesi gerekir.

5) Kaldı ki, AİHM kararlarını kendi iç hukukunun üzerinde göreceğine dair imza atan Türkiye Cumhuriyeti, bu imzasını geri almadan bundan böyle türban lehine kanun çıkaramaz.

* * *

AİHM Yüksek Mahkeme’nin 10.11.2005’te altına imza atarak kabul ettiği alt mahkemenin 29.06.2004 tarihli ‘türban kararına’ bir bakalım. Karar özetle diyor ki:

‘Bireyin inanç veya dinini belli eden/gösteren (manifest) tavırları, toplumun diğer bireyleri tarafından kendi din anlayışları veya kişisel hak ve özgürlükleri için bir kısıtlama teşebbüsü olarak algılanabilir.

O halde devlet; dinini veya inancını belli eden/gösteren (türban) tavırlara kısıtlama getirebilir.’

* * *

Mahkeme, kararının hemen her gerekçesinde ‘başkalarının tehdit algılaması’ kavramına başvuruyor; ama ben özellikle şu gerekçeleri vurgulamak istiyorum:

‘97) Çeşitli dinlerin bir arada yaşadığı demokratik toplumlarda; bir kişinin din veya inancını belli etmesi/göstermesi, diğer grupların çıkarlarının uyum içinde ifade edilebilmesi açısından ve herkesin inancına saygı duyulmasını garanti etmek amacı ile kısıtlanabilir.’

* * *

‘98) (Diğer dinlerle ilgili eski AİHM kararlarına atıfta bulunularak) ...dava kararlarında da görüldüğü gibi; demokratik toplumlarda, eğer bu durum diğerlerinin hak ve özgürlüklerine, kamu düzenine ve toplum güvenliğine ters düşüyorsa, devletin İslami başörtüsü (türban) takılmasına kısıtlama getirmesini konvansiyon kurumları doğru bulmaktadır.’

Tehdit algılamasıyla ilgili benzer kararlar AİHM tarafından Hıristiyanlık ve Yahudilik ile ilgili olarak da alınmıştı.

Bu çok önemli kararı tartışmaya yarın devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

AİHM kararından sonra Türkiye yol ayrımında

13 Kasım 2005
AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), üniversitelerde türban yasağı konusunda son kararını verdi ve bu uygulamanın, ‘insan hakları ihlali olmadığına’ hükmetti. AİHM’nin ‘temyiz mahkemesi’ niteliğindeki Büyük Mahkeme, 17 yargıcın tümümün kararıyla üniversitelerde ‘türban yasağı’ uygulamasının ‘yasal’ olduğuna hükmetti. Tıp Fakültesi öğrencisi Leyla Şahin, 1998’de türban ısrarı nedeniyle ‘disiplin’ cezası almış ve uygulamayı AİHM’ye taşımıştı. 29 Haziran 2004’te davayla ilgili ilk karar, AİHM’nin 4’üncü dairesi tarafından verilmiş ve 7 yargıç oybirliğiyle türban yasağının ‘insan hakları ihlali olmadığına’ hükmetmişti.

Şimdi de AİHM’nin Yüksek Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ‘din ve vicdan özgürlüğünü’ güvence altına alan 9’uncu maddesinin ihlal edilmediğine karar verdi. Böylelikle okullarda türban yasağı konusunda Avrupa genelinde ‘içtihat’ oluştu. Benzer kararlar, değişik dinlerin sembolleri için de daha önce alınmıştı.

* * *

Ben başından beri türban yasağına karşı çıktım. Ancak, üniversitelere türban takarak devam etme lehine artık bir karar alınamayacağını da AİHM’nin ilk kararından sonra çeşitli defalar yazdım. Bu karar şimdi içtihat haline gelerek, dönüşü olmayan bir yola girmiştir.

AKP’nin sözüm ona hukuk bilen yetkilileri, zaman kazanma telaşı içinde, ne derlerse desinler artık ‘türban’ konusu bitmiştir. İçtihat kelimesinin anlamını bilmeze yatan hukukçu AKP’liler, kararın sadece Leyla Şahin’i bağladığını söylüyorlar! Böyle bir durum yok, karar herkesi bağlar, bundan böyle Türkiye Cumhuriyeti türban lehine kanun çıkarsa dahi, sadece bir kişi AİHM’ye müracaat ettiğinde türbanla ilgili ‘tehdit algılaması’ kararı tekrar alınacaktır.

* * *

Kaldı ki, Türkiye’nin kendi imzasıyla üst karar saydığı ‘AİHM kararına’ rağmen kanun çıkarmaya kalkmasının ne demek olduğunu herhalde zerre kadar hukuk nosyonu olanlar bilirler!

Karardan sadece birkaç gün önce Başbakan’ın Fransa olaylarını yorumlarken ‘türban meselesini’ dile getirmesi, kendisi ve partisi için büyük talihsizlik olmuştur.

Başbakan zamanında iyi bir santrformuş; ama bu kez golü kendi kalesine attı!

Öte yanda laikçilerin de zafer nidalarını duyar gibi oluyorum. Onların da yılların kayıkçı kavgası çerçevesinde ‘türban meselesinin’ şimdi bittiğine inanmaya kalkmaları, ‘saymeyoz, saymeyoz!’ diye bağıran AKP’lilerden farklı olmaz.

Maalesef, hukuki karar sosyal bir yarayı sarmamıştır.

İnatlaşma sürerse, yara beter azabilir. Peki ne yapmalı?

Her iki taraf da artık, ‘türban üzerinden’ politika yapmaktan vazgeçmeli!

Şimdi ortada iki gerçek var:

1) Baş örtmenin sadece bir şekli olan ‘türban’ artık ‘tehdit algılaması simgesi olarak’ kamu alanlarında tarihe kavuşmuştur.

2) Ancak, Kuran’ın ‘baş örtme emri’ Kuran’ı bu şekilde algılayanlar için hálá geçerlidir. Kimse bu emir algılamasını değiştiremez.

* * *

O halde, yıllardır yazdığım gibi ‘türban dışı bir baş örtme’ çözümü üzerinde ortak bir karar alma mecburiyeti artık geri dönülmez son yola girmiştir.
Yazının Devamını Oku

Medeniyetler çatışması doğrulanıyor!

10 Kasım 2005
FRANSA’yı yangın yerine çeviren serserilerin, Başbakan’ın zannının aksine ‘türban meselesi’ ile uzaktan yakından ilgileri yok. Türban yasağı onların umurunda bile değil. Ancak bugün, dün ortaya attığım tezimi savunacağım:

‘Avrupa’da yaşananlar, (ekonomik) itilmiş ile (sosyolojik) kakılmışın aynı insanlar (Müslümanlar) olduğu gerçeği kavranmadan doğru anlaşılamaz!’

* * *

Özellikle Kıta Avrupası, uzun süredir ekonomik sorunlar içinde çaresiz kıvranıyor.

1) Avrupa’da her geçen gün üretimde verimlilik beter düşüyor. Artık sosyal devleti finanse etmek çok zor. Azalan yatırımlar, istihdam sorununu çözemiyor.

2) Üçüncü dünyadan gelen, çoğunluğu Müslüman işçiler 1960-70, hatta 80’lerde Avrupa’da refahın artışına katkıda bulundukları için, uyum yetenekleri ne kadar düşük olurlarsa olsunlar, o dönemde göze batmıyor, çok fazla tepki toplamıyorlardı.

3) Ancak, 90’larda ekonomik gelişme tersine dönmeye başlayınca ve üçüncü dünya Müslümanları dışında, Avrupa’yı Doğu Avrupalı ‘yeni göçmenler’ de istila etmeye başlayınca küçülen ekmek, vahşi bir paylaşım kavgasına yol açtı.

a) Eski göçmenler emeklilik hakkı kazanırken sosyal devleti de yerliler aleyhine küçültmeye başladılar.

b) Yeni göçmenler veya 2., 3. nesil göçmenler de küçülen ekmeğe ortak olmaya başladılar. Üstelik, onlar kaçak ve dolayısıyla daha ucuz çalıştırılmaya açıktılar.

c) 3. nesil göçmenler, sosyal devletin eğitim ayağında da yerli vatandaşların evlatlarının sandalyelerini paylaşma çabası içindeler.

4) Yaşlı Avrupa, göçmenlerin genç olduklarını görüp onlara hálá muhtaç olduğunu hissedince beter kızmaya başladı.

5) Bu tepki Sarkozy veya Merkel gibi ‘ırkçı muhafazakárlar’ yaratmaya başladı. Ortam daha da kızıştı.

6) Bu paylaşım kavgası, maalesef medeniyetler çatışmasını süratle körüklemeye başladı.

Zenci ve Müslüman Afrikalılar, AB’ye ortak olmaya kalkan Müslüman Türkler, bulundukları ülkenin kendi sosyolojik (medeniyet) koşullarına zerre kadar uyum çabasına girmeyince daha çok göze batmaya başladılar.

Yerlilerin gözünde bu unsurlar, ekmeği paylaşmaya var idiler ama medeniyeti paylaşmaya asla razı değildiler! Hatta kendi medeniyet koşullarını dayatıyorlardı.

7) Gelişmenin ‘medeniyet çatışması boyutunu’ görmek için Avrupa’da yaşayan göçmenler içinde Müslüman ve Doğu Avrupalılar arasında yaşanan etki/tepki farklarına göz atmak lazım.

a) Afrika kökenli siyah Müslümanlar, kendilerinin karşılaştığı ayrımcılığı Doğu Avrupa kökenli beyaz Hıristiyan göçmenlerin yaşamadığını iddia edeceklerdir.

b) Öte yanda, Avrupalı yerliler, işsizlik sorununu Doğu Avrupalı göçmenlerin de aynen yaşadıklarını ancak uyum sorunlarının daha düşük olduğunu, siyah Müslümanların başvurdukları yıkıcı vandalizme tevessül etmediklerini vurgulayacaklardır. (Türkler hakkında ne düşünüyorlar, henüz belirgin değil.)

Bu fark da Huntigton’u doğrulayan en çarpıcı medeniyet çatışması göstergesidir.

* * *

Ben, Fransa’daki bu vahşi gelişmeyi El Kaide ile ilişkilendiriyor ve çok ama çok önemli buluyorum.

Belki de 21. yüzyılda medeniyetlerin çatışmasında 11 Eylül’den sonraki en önemli çatışma!

Ama yine de mesele, ekonomik itilmiş-sosyolojik kakılmış meselesi.
Yazının Devamını Oku

Medeniyetler çatışması doğrulanıyor!

9 Kasım 2005
ÖNCE üç saptama: 1) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sorunların kökeninde sadece ‘türbanın yasaklanmasını’ vurgulayan açıklaması hiçbir gözlem ve olguya dayanmayan şansız bir tespittir. Batı’da kazandığı mevziler bu söz nedeni ile epey hırpalanmıştır. Açıklamanın, her hesapsız sözden sonra yapıldığı gibi, tevil edileceğini hepimiz biliyorduk. Nitekim; aldığı tepkiler karşısında Başbakan bir kez daha gazetecileri suçlayarak geri adım attı.

* * *

2) Ancak, daha dikkatli söyleyebilse idi, işine öyle geldiği için zorladığı ‘türban’a doğrudan atıfta bulunmasa idi, Başbakan’ın tespitinde doğru bir yön de var.

Türkiye’de AKP’nin yükselişini analiz ederken; 2003 öncesi bir TV dizisinden hareketle simgesel olarak ifade ettiğim ‘itilmiş kadın ve kakılmış kocası’ ikilemini kullanmıştım.

O zamanki analizim Türkiye’de ekonomik çarpıklığın tepkisel anlamını sosyolojik (din) bir ayrışımda bulduğunu iddia ediyordu.

Şimdi de diyorum ki:

Avrupa’da yaşananlar (ekonomik) itilmiş ile (sosyolojik) kakılmışın aynı insanlar (Müslümanlar) olduğu gerçeği kavranmadan doğru anlaşılamaz!

* * *

3) Çok az vurgulandı; hatta kimileri bu vesile ile Fransa’dan PKK’nın veya Ermeni meselesinin öcünü almaya kalktılar, kimileri bir kez daha Müslümanları koruma güdüsüne yenildiler ama ne kadar haklı olurlarsa olsunlar, Fransa’ya dehşeti yayanlar, belki de birilerinin maşası olan serserilerdir!

Belki onları ekonomik nedenler bu hale getirmiştir ama artık onlar hiçbir işe yaramayan, esrar-alkol-fuhuş batağına batmış, yaşam tarzları ile İslam arasında hiçbir alaka kalmayan, geçim kaynaklarını hırsızlık başta olmak üzere her türlü kanun dışı ve gayri ahlaki eylem ile temin eden genç vandallardır!

* * *

Avrupa’da entelektüeller ne gibi bir analiz yaparlarsa yapsınlar, istediklerini suçlasınlar, bu olaylar Avrupalı normal yurdum insanı indinde Samuel P. Huntington’un ‘medeniyetlerin çatışması’ tezini doğrulayan kötü, çok kötü bir gelişmedir.

Orta sınıf Avrupalı gözünde artık Müslüman; aralarına sızıp, önce ekmeğini/işini elinden almış, sonra malına, ırzına ve hatta canına göz dikmiş, sonunda da zıvanadan çıkmış, kendisine entegre olması katiyen mümkün olmayan insandır!

Korkum odur ki, fatura bu konuda büyük çapta günahsız olan ancak AB önünde mercek altına alınmış Türkiye’ye çıkarılacaktır.

* * *

Kim ne derse desin; maalesef Samuel P. Huntington’un tezi, eksik de olsa, bir kez daha doğrulanıyor.

Huntington, 21. yüzyılı çatışan medeniyetlerin (büyük çapta Müslümanlar ile Batı medeniyeti) mücadelesinin belirleyeceğini iddia ediyor. 11 Eylül ve sonrasını da misal tutuyor.

Ben kendisi ile; ‘medeniyet’ boyutunu toplumsal çatışmalarda bağımsız ve ilk itici (çatışmayı başlatan) bir etken olarak gördüğü için hemfikir değilim.

Ancak, toplumsal çatışmalara ekonomik paylaşım sorunları önderlik ederken, sosyolojik (medeniyet) boyutun çatışmada yol gösterici, kışkırtıcı ve hatta tamamlayıcı özelliği olduğunu aynen kabul ediyorum.

(Devamı yarın.)
Yazının Devamını Oku

Muhbir koruma ve kollama salahiyeti!

8 Kasım 2005
TECRÜBELİ gazeteci Yener Süsoy, yaptığı söyleşilerde insanlara bazen garip şeyler söyletiyor. Dün Hürriyet Gazetesi’nde Devlet Bakanı Nimet Çubukçu ile yaptığı söyleşi yayınlandı. Çubukçu hakkında yaptığı tespitlere büyük çapta katılıyorum.

Nimet Çubukçu mütevazı, candan, çok çalışkan ve akıllı bir insan olarak dikkatimi çeker. Bakan olduğunda kararın çok doğru olduğunu düşünmüştüm. ‘Malatya olayları’nın ardından anında bu kente gitmemiş olmasını ben de yadırgamıştım; ama basın ve muhalefet ‘olayı’ abartınca bu konuda yazmamayı tercih ettim.

Ancak, Yener Ağabey ile yaptığı söyleşide Nimet Çubukçu’nun sarf ettiği bir söz var ki beni çok şaşırttı.

Bakan diyor ki:

‘...Ziyaret ettiğim kurumların (çocuk yurtları-CÜ) hepsinde şu anda en az 4’er muhbirim var. Bana mektup yazıyorlar, telefon açıyorlar, bilgi veriyorlar. Geçen gece biri aradı, battaniye vermemişler, çok üşüyormuş.’

* * *

Devlet Bakanı’nın yukarıda alıntı yaptığım sözlerinde şu anlamlar gizli:

1) Bakan, ‘çocuktan al haberi’ sözüne büyük itibar gösteriyor.

2) Çocuklar, yurtlarda istedikleri zaman telefon edebilecekleri imkánlarla yaşıyorlar.

3) Ayrıca, yurtlarda istendiği an yöneticileri yazılı-sözlü şikáyet edebilecek kadar büyük özgürlük var. En azından bazı çocuklar şikáyet ederken yöneticilere yakalanmaktan korkmuyorlar.

4) Bu söyleşiden sonra yurtlardaki yöneticiler, ‘Ya bu veletler bizi bakana şikáyet ederlerse!’ diye düşünerek tırsacaklar ve çocuklara eziyet etmekten vazgeçecekler.

5) Muhbirlik, bazılarının düşündüğü gibi kötü değil, tersine faydalıdır ve çocuklara gereğinde başvurulmak üzere telkin edilmesi gereken bir eylemdir.

* * *

Bakan esasında yeni bir gelenek yaratmıyor.

Ülkede yerleşik bir ‘mantık düzenine’ kendince katkıda bulunuyor:

1) Türkiye, KKTC’nin ‘bağımsız devlet’ olarak kabul edilmesi için mücadele verir. Ama KKTC Cumhurbaşkanı, Türk yetkililerle yan yana kabul yapmaz, merasimlere onları başka bir devlet temsilcisi gibi davet ederse hain olur!

2) Fransızların Müslümanları dövmesi büyük gaflet, Rizelilerin ise TAYAD’lıları dövmesi mübahtır.

3) Aleviler nerede ibadet etmek istediklerini bilemezler, bilse bilse Sünni abileri bilirler. Cemevi’nde ibadet eden bir Alevi, esasında kültürel aktivite yaptığının farkında değildir.

4) Tüm dünyadaki Ortodokslar da kime ‘ekümenik’ diyecekleri konusunda yetkili değildirler. Eyüp Kaymakamı yetkilidir.

5) Van’da tutuklanan rektör, cumhuriyeti temsil eder, suçlu bulunursa suçu da cumhuriyet adına işlemiş olacaktır.

6) Rektörün suçlamalardan 6 ay sonra tutuklanması, yargının bağımsızlığının göstergesidir.

7) Başbakan’ın yazdıklarından intihal yapılmadığı sürece intihal yapmak serbesttir. İntihal yapan, devletin üniversitelerinde çalışamaz ama devletin tepesinde oturabilir.

8) ‘Dubai Towers’ın başka bir mimardan intihal edilmesi de yine bir mimar olan belediye başkanına göre sadece naif bir esinlenmedir.

9) Kadının namusu için başını örtmek, cumhuriyetin namusu için ise açmak gerekir.
Yazının Devamını Oku

Bayramı nasıl geçirdiniz?

6 Kasım 2005
BİR bayramı daha devirdik. Kimimiz seyahate gittik, kimimiz evimizde oturduk. İlla ki birileriyle yüz yüze bayramlaştık. Kimimiz 1 aydır uzak kaldığımız rakı ile hasret giderdik. Kimimiz şeker komasının ucundan döndük. Ancak, hemen hepimiz ‘bip bip’ yaptık. SMS sayesinde yakınlarımızın bayramını kutlama görevini ifa ettik. Onlar da büyük bir nezaketle, cep telefonlarının mesaj bölümünde ‘cevapla’ tuşuna basıp, uygun bir ‘şablon mesajı’ seçerek SMS kutlamasına SMS kutlaması ile cevap verdiler! Böylece herkesle bayramlaşmış olduk!

* * *

Ben şahsen bayramlarda en çok ‘harçlık’ almayı seviyorum. Ancak, bu yaşımda bana harçlık veren sadece kaynanam oluyor. Ben de onun için siftahı kaynanamın elini büyük bir hevesle öperek yaptım. Harçlığımı kaptım. Bahşiş kapamadan öptüğüm diğer elleri ise daha düşük bir enerji ile öpmüş olabilirim, zira birkaç büyüğümden:

- Bu bayram senin el öpme tekniğinde bir kayıp var, diyen sitemler aldım.

Ben ise onlara ‘Bahşişsiz el öpmenin tekniği ancak bu kadar oluyor’ diyemedim. Boynumu büktüm:

- İnşallah Kurban Bayramı’na daha çok çalışmış olacağım, diye cevap verdim.

Büyüklerim de yine hiç bahşişe değinmeden:

- Bari bol bol prova yap, sağ elini iyi çalıştır. Tuttuğun her eli önce dudağına, sonra alnına götür, elin alışsın, dediler.

* * *

El öpme görevimi büyük çapta ifa edince bu sefer aklım mutfaktaki baklavaya kaydı. Çeşitli fırsatlar yaratarak mutfağa birkaç kez daldım. Bilmem farkında mısınız, yenen her baklava dilimi, ilave bir dilim daha yemek için insanın içinde yeni bir açlık duygusu yaratıyor. Ancak, mutfağa üçüncü sortide hanıma yakalandım. Meğerse, gazetelerde her türlü sağlık konusunda fetva veren tıp doktoru yazarlar, baklavayı da zararlı buluyorlarmış, ‘Aman az yiyin!’ diye uyarıyorlarmış. Hanım hayatında hiç tanımadığı doktor yazarın sözünü benim ‘Vallahi bir şey yapmaz’ sözüme üstün tuttu ve baklava kutusunu elimden aldı.

* * *

Yenecek baklava, öpülecek el kalmayınca salonda kestirmeye başladım.

Rüyamda Başbakan’ı Dubai Towers’tan millete seslenirken gördüm. Ancak, zaten uzun olan boyu 322. katta daha da uzun gözüküyordu. Ben önce Towers’tan dünyaya bakınca insanın boyu daha uzun duruyor sandım; ancak Başbakan, Kadir Topbaş’ın sırtına çıkmış, oradan sesleniyormuş millete.

Başbakan konuşmasında konuyu Meclis’teki hortlağa getirdi, çok merak ettiğimiz bu konuda bizi tenvir etti. Hortlak ‘vatan haini’ imiş. Başbakan sağ elini sağ şakağına vurdu. Önce ne demek istediğini anlamadım. Sonra anladım, demeye çalışıyor ki ‘bu hortlakta zerre kadar kafa yok’. Başbakan hortlağa parmak sallayarak:

- Erkeksen bana gözük yahu, dedi. Hemen o saat hortlağın tırsacağını, artık bir kez daha ölse dahi Meclis’e bulaşamayacağını anladım.

Ancak, bir noktayı anlayamadım. Konuşması bitince Başbakan, Dubai Towers’tan çıktı, gözümün önünde Towers’ı önce ikiye, sonra dörde katladı. Cebine soktu. Ekrana döndü:

- Ne olur ne olmaz, böyle kıymetli Towers’ı her daim cepte taşımak gerek, dedi.

Yengemgiller gelmiş, hanım uyandırdı, bir kez daha beleşe el öptüm! Yemin ettim, gelecek bayrama bahşişi önden kapmadan el öpmeyeceğim!
Yazının Devamını Oku

Bayram ve çocuk

3 Kasım 2005
EŞİTLİ defalar yazdım; nedense bana ‘bayram’ kelimesi, anında ‘çocuk’ kelimesini hatırlatır.<br><br>Bayramlar herkesindir, ancak daha çok çocuklarındır! Benim bayram hatıralarım hep çocukluğumla ilgili. Sanırım, hemen hepimiz ‘bayram’ denince hemen bir ‘çocukluk hatırası’ anlatır.

İleri yaşlarımda dahi bayramların keyfini sokaklarda, bayram yerlerinde cıvıl cıvıl oynayan çocukları seyrederek, eve el öpmeye gelen çocuklarla oynaşarak çıkarırım.

Bayramları bayram yapan çocuklardır!

* * *

Hele hele bu bayram ‘Malatya olayları’ ardından geldiği için bugün ‘çocuk’ ve ‘bayram’ kelimeleri hepten yan yana duruyor.

Çok sevdiğim bir masal/hikáyedir.

* * *

Bir Kurban Bayramı öncesi, hac ziyaretini yapmaya niyetlenen bir bey, elbise satan bir mağazaya gider ve oğlu için bayramlık elbise almak ister.

Mağazanın Ermeni sahibi adama çocuğun vücut ölçülerini sorar, adam bilemez. Ancak, sokakta oynayan fukara bir çocuğu işaret ederek, ‘Boyu ve kilosu aynen bu çocuğunki gibi’ der.

Çocuğu içeri çağırırlar. Birkaç elbiseyi çocuğa giydirerek prova ederler. Adam beğendiği bir elbiseyi satın alır ve gider.

Aynı kişi ardından hacca gider ve Kábe’yi tavaf ederken bakar ki, Ermeni mağaza sahibi ve üzerinde elbise prova ettikleri çocuk el ele en önde tavaf etmektedirler.

Hacdan döner dönmez Ermeni’nin mağazasına gider ve ‘Müslüman olduğu için’ Ermeni’yi tebrik eder.

Kendi diniyle gurur duyan mağaza sahibi ise ‘Yok, ne alakası var’ diye tepki verir. Bunun üzerine adam, Ermeni’ye hacda kendisini ve çocuğu en ön sırada gördüğünü anlatır.

Ermeni güler ve hacca hiç gitmediğini söyler. Ancak ilave eder:

- Sen çocuğun üzerinden prova ettiğin elbiseyi alıp gidince oğlan o kadar mahzunlaştı ki, dayanamadım bir elbise de ona sardım, koltuğunun altına sıkıştırdım. Güle oynaya evine gitti.

* * *

Bayramlarda dini vecibelerinizi yerine getirin, büyüklerin hatırını sorun, gönüllerini alın. Sevdiklerinizle alabildiğine eğlenin. Ölülerinizi ziyaret edin.

Bunlar haklarınız ve görevleriniz!

Bunlar dışında da muhakkak en az bir çocuğu sevindirin.

Ona şeker verin, cebine bayram harçlığı koyun, başını okşayın, sarılın öpün.

İlla ki sevineceği bir şey yapın.

Zengin-fakir, Müslüman-gayrimüslim, Türk-Kürt vb. hiç fark etmez.

Çocuk, sadece çocuktur.

Onu sevindirdiğiniz, ona hoşlanacağınız bir şey verdiğinizde büyük ihtimalle hayır duası etmeyi bilmeyecek, hatta bir teşekkürü bile sizden esirgeyecektir.

Siz sadece onu sevindirdikten sonra gözlerine bakın.

O gözlerden alacağınız huzur, alacağınız bin teşekkür, bin hayır duasından evladır.

* * *

Dünyada gülen çocukların gözlerinden daha güzel hiçbir şey yoktur.

Onların gözlerindeki sevincin tadı, değme baklavada yoktur.
Yazının Devamını Oku