19 Ekim 2005
TÜRK eğitim sistemi ile ilgili olarak sürekli savunduğum iki temel görüşüm var. Aşağıda takdim ettiğim görüşleri ilk kez 1996 yılında ifade etmiştim. (Pratik Teoriyi Daima Aşıyor içinde, ‘Türkiye’ye Paralı Eğitim’ - ss: 161-174-. Liberal Düşünce Topluluğu Yayınları- Ankara) Temel görüşlerim şöyle:
1) Devlet ivedilikle ‘herkese bedava eğitim hizmeti verme’ ilkesini terk edip, sadece ‘ödeme gücü olmayan ailelerin çocuklarına bedava eğitim hizmeti verme’ ilkesine sarılmalı, Anayasa bu yönde değiştirilmelidir.
2) Devlet peyderpey ‘eğitim hizmeti’ vermekten (okul yönetmekten) vazgeçmeli, kendini sadece eğitimin normlarını vaaz etme ve denetleme ile (yukarıda belirtildiği üzere) eğitimin finansmanını karşılayamayan ailelerin eğitim masraflarını yüklenmekle görevli kılmalıdır.
* * *
Bu temel görüşler iki temel ön-kabule dayanıyor:
1) Devletin herkese bedava eğitim verme mecburiyeti hedeflediği ‘eşitlik ilkesi’ açısından büyük bir garabettir.
Devletin her yıl bedava okuttuğu (Türkiye’de özel okulların ilköğretim ve liselerde payı sadece %1.5-2) çocukların aileleri, çocuklarının ayrıca özel eğitimi için, ilave olarak özel kurs ve öğretmenlere trilyonlar ödeyince zaten eşitlik ilkesi bizzat devlet tarafından çiğneniyor.
Devlet kendi okullarını da ‘ücretlendirse’ ve sadece maddi olanağı olmayan (işçi, memur, topraksız köylü vb.) ailelerin eğitim ücretlerini yüklense bu çocuklara, bedava defter, kitap, giyim, özel kurs vb. imkanları sağlayan çok daha yüksek kalitede eğitim hizmeti verebilecek.
Öğretmenlerine çok daha iyi maddi olanaklar sağlayabilecek.
2) Devlet, örgüt yapısı itibarıyla, üretim yapamaz, yapmaya kalkarsa yüzüne gözüne bulaştırır.
Devletin görevi, en yakın benzetmeyle, bir futbol oyununda hakemlik yapmaktır!
Kural koyar, koyduğu kuralların uygulanmasını gözetir, mağdur olan lehine oyuna müdahale eder, kurallara uymayana ceza verir.
Futbol hakeminin görevi maçın neticesini-kalitesini (üretimini) tayin etmek değil, maçın kurallara uygun bir şekilde oynanmasını sağlamaktır.
Gereğinde bu uğurda güvenlik güçlerini kullanarak zorla yaptırımcı da olur.
Devlet sadece piyasa ekonomisi ile yönlendirilen üretim alanlarında değil, sosyal ekonomi adını verebileceğimiz (eğitim, sağlık, sosyal güvenlik) alanlarında da üretim yapma sevdasından vazgeçmelidir.
Sosyal ekonomiler; hizmeti satın alamayanlar adına devletin hizmeti satın alması gereken alanlardır. Devlet üretime değil, dağıtıma müdahale eder!
Memnuniyetle görüyorum ki hükümet şimdi velileri; çocuklarını özel okullara göndermeleri için, teşvik eden tedbirler almaya çalışıyor. Şu iki ilke çok önemli:
Çocuğunu özel okula gönderecek veliye devlet düşük faizle kredi verecek.
Velisi sigortalı, Bağ-Kur’lu ya da emekli olan öğrencinin ödediği para, gelir vergisinden düşülecek.
Bu gayretinde hükümeti destekliyorum!
Dilerim tasarısını yukarıdaki umdeler çerçevesinde daha fazla geliştirir!
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2005
BAŞBAKAN tabii ki ‘pazarlama’ yapar! Bir başbakan ne kadar çok yabancı sermayeyi ülkemize çekebilirse, yatırımları ne kadar çok artırabilirse, istihdama ne kadar çok katkıda bulunursa o kadar başarılı olur. O kadar çok hayır dua alır. Son dönemde AKP iktidarının yaptığı gibi; bir hükümet ne kadar çok özelleştirme yaparsa, bir liberal-demokrat olarak o hükümete o kadar çok destek veririm.
Ancak, Başbakan kapalı kapılar ardında pazarlama yapamaz!
İnkár etmek zorunda kalacağı, sonradan mecburen kabul edeceği görüşmelerde bulunamaz!
Yoksa, insanın aklına ‘seçimlerin finansmanı’ sorunu gelir.
13.10.2005 Perşembe günü yazdığım yazıda (‘Demokrasinin Finansmanı’) Türkiye’de artık kanıksanan bir oyunu hatırlatmaya çalıştım.
Türkiye’de hükümetler, seçimler için finansman bulma gayretine düşünce çürümeye başlıyorlar.
* * *
Başbakan sinirli bir tavır içinde kapalı kapılar ardında ne gibi pazarlıklar döndüğüne dair soruları unutturmaya çalışıyor.
İlginçtir, bazı köşe yazarları da yatırımlardan, istihdamdan dem vurarak konunun can alıcı yönünü saptırmaya çalışıyor.
Meseleyi ‘yabancı sermaye düşmanlığı’ tartışmasına çekmeye çalışıyorlar.
Benim yabancı sermaye taraftarlığım çok açık bellidir. Ama, ben de ‘kapalı kapılar ardında’ sürdürülen pazarlama faaliyetlerinden çok rahatsızım.
Kaç tane siyasi partinin ve siyasi liderin ‘gizli pazarlıklar’ nedeniyle yok olduğunu bilen bir toplumda iktidar partisinin aynı hatayı tekrar etmeye kalkması, bana kocaman bir garabet olarak gözüküyor.
* * *
Bu ülkede kıyamet ‘Verdiysem ben verdim!’ sözleri yüzünden kopmadı mı? ‘Aile fotoğrafı’ hálá eski cumhurbaşkanının canını yakmaz mı?
Bir diğer cumhurbaşkanı sadece bir söz sayesinde, ‘hanedan’ kelimesiyle seçimleri kaybedip, büyük oranda milletin güvenini yitirerek ‘Çankaya’nın şişmanı’ haline gelmedi mi?
Bir başbakan ‘kapalı kapılar ardında yaptığı pazarlama’ iddialarıyla Yüce Divan’da yargılanmıyor mu?
Diğeri, zamanında yapılan karşılıklı anlaşmalar sayesinde Yüce Divan’dan kurtulmadı mı?
Millet bunlardan bıktığı için AKP’yi baş tacı yapmadı mı?
* * *
AKP ‘ama bizimkiler yabancı’ diyerek farkını savunabilir.
Ama unutmasınlar ki ‘önce ekmekler değil, seçimler bozulur’.
Her şey yaklaşan veya aniden bastıracak seçimlere beş kala siyasi partilerin ‘para’ derdine düşmesiyle başlar.
Önce parti için avanta aranır, sonra ‘riske’ girenler şahıslarına avanta aramaya başlarlar.
Son dönemde, özellikle İstanbul’la ilgili yapılan ‘pazarlama’ faaliyetleri ve bu konuya gösterilen hiddetli tepki bana eski günleri hatırlatıyor.
* * *
Başbakan pazarlama yapar.
Ancak, kapalı kapılar ardında pazarlık yapamaz.
Yaparsa, ister istemez akla başka pazarlıklar gelir.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2005
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan yaz içinde bazı ‘aydınları’ davet edip ‘Kürt sorunu vardır’ dediğinde büyük alkış almış, özellikle diğer ‘aydınlar’ tarafından kutlanmıştı. Ben ise ortada hiçbir ciddi çalışma olmadığını iddia etmiş, Başbakan’ın ‘aydınlar’ önünde kullandığı ‘demokratik cumhuriyet’ sözünün esasen Apo’ya ait olduğunu, birilerinin Başbakan’ı ve entelleri kündeye getirdiklerini iddia etmiştim.
Başbakan, Diyarbakır’da hüsrana uğradıktan sonra PKK, ‘İlk defa bir Türk Başbakan’ı bizi muhatap alıyor’ diye propaganda yaptı.
Başbakan’ın etrafında hangi aklıevvelin böyle bir pazarlığı akıl ettiği ortada kaldı; ama benim iddiam hálá geçerli:
Başbakan’ın 3 Ekim öncesi ‘Kürt sorunu’ çıkışı, içi boş ve maalesef birileri tarafından bir pazarlık sonucu PKK lehine yönlendirilmiş bir harekettir!
Nitekim, Başbakan da sonradan söylemlerini teker teker geri aldı.
* * *
Erdoğan’ın Diyarbakır gezisinin etkisi araştırılmış. Anketi önce bizzat AKP’nin yaptırdığı yazıldı, sonradan bu durum reddedildi. Ama anlaşılan, varlığı inkár edilmediği sürece ortada bir anket var.
(Radikal Gazetesi-14.10.2005):
‘...Ankete göre Erdoğan’ın çıkışı bölgede fazla etki yaratmadı. Halkın çoğu, ‘Erdoğan’ın yaklaşımında Kürt sorununa çözüm yok’ diyor.
...AKP, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aydınlarla görüşmesinden sonra Diyarbakır’a gitmesi ve Kürt sorunu konusunda çıkış yapmasının ardından bölgedeki yeni tabloyu ortaya koymak üzere, Dicle Üniversitesi öğretim üyesi Yardımcı Doçent Doktor Mazhar Bağlı’ya ağustos ayında bir anket yaptırttı. Anket, Diyarbakır şehir merkezinde rastgele seçilen 569’u kadın, 307’si erkek toplam 876 kişi üzerinde uygulandı. AKP yönetimi tarafından değerlendirmeye alınan araştırmada çarpıcı sorulara verilen yanıtlar şöyle: (Ben sadece bazı sorulara verilen cevapları yayınlıyorum. İsteyenler haberin tamamını Radikal’de okuyabilirler-CÜ.)
* * *
Türkiye’de Kürt sorunu var mı?
Evet (yüzde 89.4).
Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununa yaklaşımında bir çözüm var mı?
Hayır (yüzde 52.5), evet (yüzde 30.7), bu konuda hiç fikrim yok (yüzde 16.4).
AKP, Kürt sorununda samimi mi?
Hayır (yüzde 53.1), evet (yüzde 29.7).
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın aydınlarla görüşmesi için ne diyorsunuz?
Göz boyamaya yönelik çaba (yüzde 30.1), devamı gelmeyecekse anlamsız (yüzde 30.1), bu konuyu çözmek istediğinin göstergesi (yüzde 23.3), Türk siyasi yaşamında bir dönüm noktası (yüzde 11.9).
Başbakan Erdoğan’ın, Diyarbakır’a gitmesi için ne diyorsunuz?
İyi bir gelişme (yüzde 33.1), normal bir durum (yüzde 21.3), ikiyüzlülük (yüzde 13.1), gecikmiş ziyaret (yüzde 7.7).
* * *
Aynı ankete göre AKP, Diyarbakır’da hálá yüzde 36 oy oranıyla ikinci parti; ama Kürt meselesinde halk AKP’yi ‘samimi’ bulmuyor.
Yıllardır partiler belirli dönemlerde Kürt halkının ağzına bir parmak bal sürer ve sonra kendi yollarına devam ederler.
Hiç değişmez mi benim memleketim?
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
DÜNYADA ‘demokratik rejimi’ seçmiş, hatta bu rejimde epey yol kat etmiş, eksiklikleri büyük oranda halletmiş ülkelerde dahi bir türlü tamamen aşılamayan bir sorun var:<br><br>Demokrasinin finansmanı! Demokrasileri hayata geçiren yöntem, belirli aralıklarla yapılan seçimler.
Seçimler ise her geçen yıl siyasi partilere artan oranlarda mali yük getiriyor. Kanunlar, siyasi partilerin ne şekilde finansman elde edeceğini tarif etmeye çalışıyor, çeşitli kısıtlamalar ve denetim mekanizmaları geliştiriyorlar ama seçimlerin finansmanı, demokrasilerde çılgın harcamaları körüklüyor ve hukukun üstünlüğüne en fazla itibar eden ülkelerde dahi harcamaların kaynağı tamamen denetlenemiyor.
Kaldı ki, bizim gibi demokrasiyi yeni hazmetmeye başlayan ülkelerde demokrasinin (seçimlerin) finansmanı çok daha açık ve seçik garabetler taşıyor.
* * *
Ülkemizde değişmez kurallar silsilesidir:
1) Seçimlere yaklaşılan dönemlerde hazine katkısını yeterli bulmayan siyasi partilerin kaynak arayışı başlar.
2) Kaynak arayışında en avantajlı parti iktidar partisidir.
3) Akla hemen ‘devletin malı deniz, yemeyen domuz’ şiarı gelir.
4) Bu şiar da bu konuda Türkiye’nin en kıt, dolayısıyla en değerli kaynağı olarak ‘taşı toprağı altın’ kabul edilen İstanbul’u akla getirir.
5) İstanbul kelimesi de zihinlere hemen temel finansman kaynağını sokar: Rant!
6) Toprak rantını iktidar partisiyle üleşecek ortak-müteahhit(ler) hemen bulunur.
7) Üleşilecek rantı yaratacak eylem, ‘ülkeyi ileri taşıyacak yeni ve çağdaş proje’ olarak topluma takdim edilir.
8) Doğaldır ki; iktidar ile müteahhit(ler) arasında arabuluculuk yapanlar taşıdıkları riskin karşılığını alırlar.
9) Sonunda Zihni Sinir projeleri hayata geçirilir.
* * *
Hiç değişmedi; ANAP, DYP, DSP, MHP vb. hep bu kurallar silsilesini uyguladılar ve bu kurallar sayesinde káh iktidar oldular, káh yerin dibine battılar.
AKP ise bu kepazeliğe panzehir olma iddiasıyla milletin büyük teveccühünü kazandı.
Ben zamanında sistemin adını zina ekonomisi koymuştum.
Sistem, siyasi ile işadamının kapalı kapılar ardında yatağa girmesi, bürokratın da kapıda erketede beklemesiyle hayata geçmeye başlar.
* * *
Türk siyaset hayatına rahmetli Turgut Özal, Başbakan Yıldırım Akbulut’u hediye ettikten sonra Recep Tayyip Erdoğan da İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı hediye etti.
Benim yabancı sermayeye değil karşıt olmak, ne kadar yakın durduğumu herkes bilir. Bu ülkeye yeteri kadar yabancı sermaye gelmiyor diye yıllardır yırtınıp duruyorum.
Ne İsrailli, ne Arap işadamlarına karşıyım.
* * *
Ancak, beni kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar çok rahatsız ediyor.
Kemal Unakıtan’a hatırlatırım:
Zina ekonomisi hep kapalı kapılar ardında başladı!
Hiç değişmez mi benim memleketim?
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2005
BU köşeyi takip edenler bilirler. Çeşitli ortamlarda ‘Avrupa’nın etkin bir kamuoyu var, onun gücünü hiç dikkate almıyoruz!’ diye uyarılar yapıp durdum. Geçtiğimiz pazar günü eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de CNN-Türk’te yaptığı söyleşide mealen ‘Türkiye’nin AB önünde en önemli meselesinin Avrupa’nın kamuoyunu olumlu etkilemek olduğunu’ beyan etti.
Biz kendi kamuoyumuz olmadığı için yıllarca Avrupa’daki kamuoyunu hiç dikkate almadık!
Ancak şimdi Fransa, Hollanda, Almanya vasıtası ile Batı’da kamuoyunun var olduğunu, onların sosyal hafızasının daha güçlü olduğunu kafamıza vurula vurula öğreniyoruz!
Üstelik, artık biliyoruz ki, Batı’da kamuoyu çoğunlukla bizim AB üyesi olmamız konusunda menfi düşünüyor!
* * *
Avrupa insanı bizi aralarına katılan ve yıllardır ülkelerinde yaşayan Türk işçiler vasıtası ile tanıyor. Avrupa’da çalışan insanlarımız arasında bulundukları ülkelere adapte olan ve büyük başarılar sağlayan insanlarımız var ama çoğunluk yıllarca yaşadığı ülkeye uyum göstermeden, entegre olmadan yaşıyor!
Avrupa’da yıllardır yaşadığı ülkenin dilini öğrenmeyen, kültürünü hazmetmeyen, TV’sini, sinemasını, edebiyatını, sanatını takip etmeyen, yerli halk ile komşuluk ilişkisi kurmayan, onlarla görüşmeyen büyük bir Türk nüfusu var.
Bu insanlarımız ‘Türkleşen’ mahallelerde bir arada yaşıyorlar, kendi kahvehanelerinde pişpirik oynuyorlar, alışverişlerini Türk mağazalarından yapıyorlar, Türkiye’nin TV’lerini seyrediyor, müzik dinletisi veya sinema seyri denince Türkiye’den gelen kaset, CD ve DVD’leri anlıyorlar.
Çocuklarının bulunduğu topluma adapte olmasından/uyum göstermesinden ise büyük rahatsızlık duyuyorlar!
* * *
Avrupa insanı da, haliyle, kendisine uyum göstermek için zerre gayret göstermeyen Türk işçilerini tüm Türklerin özeti olarak görüyor ve genelleme yaparak ‘yıllardır bize uyum göstermemeye uğraşan insanlar nasıl parçamız olacaklar!’ diye sorguluyorlar!
* * *
Çeşitli hükümetler yasal ve siyasi seviyede Türkiye’nin AB normlarına uyum göstermesi için büyük gayret sarf ettiler. En büyük gayreti de AKP hükümeti gösterdi.
Ancak, ortak bir eksikliğimiz var! Hiçbirimiz AB kamuoyuna yönelik çalışma yapmadık! Üstelik, bu konuda sadece hükümetler sorumlu ve görevli olmamalı!
Avrupalının kendi içinde tanıdığı dışında da Türklerin olduğunu, bu insanlar arasında Avrupa insanı ile çeşitli benzerlikler bulunduğunu bugüne dek bir türlü Batı’ya anlatamadık.
Hepimiz ama hepimiz sadece Batılı siyasilere ve bürokratlara yönelik çalışma yaptık.
Batı’da siyasilerin kamuoyundan etkilendiğini hiç hesaba katmadık!
Bizim kamuoyumuzun zayıf hafızalı olduğunu ve rahatça yönlendirildiğini bilen Türk siyasiler Batılı kamuoyunu ve siyasilerini de kendileri gibi sandılar!
Dilerim bu dönemde Türkiye; lobicisi, reklamcısı, halkla ilişkiler uzmanı, sinemacısı, temaşa sanatçısı, işadamı ve siyasetçisi ile AB kamuoyuna yönelik tanıtım çalışmaları da yapar!
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2005
GAZETELERE göre: ‘Agos Gazetesi’ndeki bir yazıda ‘Türklüğün tahkir ve tezyif edildiği’ gerekçesiyle açılan davada, Hrant Dink 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Dink’in cezasını erteleyen mahkeme, diğer sanık Karin Karakaşlı’nın ise beraatına hükmetti.’ Hrant Dink de diyor ki:
‘İnsanları tahkir edeceksiniz, hem de onlarla beraber yaşayacaksınız. Bu onursuzluktur, bunu yapamam. Böyle bir niyetim olmadığını bu topluma anlatamıyorsam, bu ülkeyi terk ederim.’ (Milliyet-07.10.2005)
* * *
Benim oğlum bina okur, döner bir daha okur!
Birileri bu ülkeyi başından tutup ileri fırlatmaya çalışırken birileri de habire geri savuruyor.
Hrant Dink’in davaya söz konusu olan yazısını değerlendiren bilirkişi, yazının bütününde bir hakaret olmadığını belirtiyor; ama hákim, bilirkişiyle aynı fikirde değil.
Hákim, Hrant Dink’e ‘Türklüğü tahkir ve tezyif ettin’ diyor.
Tahkir etmek=aşağılamak. Tezyif etmek=alay etmek.
Demek ki, Hrant Dink bir yazı içinde Türklüğü hem aşağılamış, hem de Türklük ile alay etmiş!
* * *
Parçayı bütünden ayırarak istediğiniz yazıdan istediğiniz sonucu çıkarabilirsiniz.
Örneğin, benim yazımın bütününü ele almadan ‘Bir yere gidemezsin Hrant Dink!’ diye başlık attığım için benim Hrant Dink’e ‘Sakın kaçma, cezanı çek!’ diye kafa tuttuğum sonucunu çıkarabilirsiniz.
Hrant Dink’e bütünüyle bakmayı becerirseniz ilk önce onun da ‘aşağıladığı ve alay ettiği’ Türklüğün bir parçası olduğunu görürsünüz.
O bir Ermeni Türk! Ben bir Müslüman Türk’üm. Bu yazıyı okuyacak olanların bir kısmı Yahudi Türk, Rum Türk, Kürt Türk, Laz Türk, Çingene Türk vb.
Kusura bakılmasın ama ben her zaman ifade ettiğim gibi ‘Türkiyeli’ kelimesini uyduruk bulduğum için kabul edemiyorum.
Ama, kabul ediyorum ki hepimizin bir üst ve ayrıca bir veya birkaç alt kimliğimiz var.
Ben Müslüman Türk olarak çoğunluğun parçasıyım ama Rumelili Türk olarak azınlığım.
Herkesin ama herkesin muhakkak bir konumda ‘azınlık’ olduğunu bilmesine rağmen ‘ötekini’ ‘azınlık’ olarak görerek aşağılaması/dışlaması bende giderek kusma duygusu gibi şartlı refleks yarattı.
Hepimiz devamlı unutuyoruz ama hepimiz bir özelliğimizle azınlığız!
* * *
Beni en çok Hrant’ın yukarıda alıntı yaptığım cümlesi üzdü.
‘Giderim!’ diyor. Sanki burası onun değil de bir başkasının!
İddia ediyorum, o bir ‘Sünni Müslüman Türk’ olsa idi aldığı ceza nedeniyle kızgınlığını bu cümleyle ifade etmezdi!
Bir yere gidemezsin Hrant Dink, sen buraya aitsin!
Bir ceza alsan dahi sen buranın bir parçasısın!
Türkiye; Müslüman’ı, Yahudi’si, Ermeni’si, Rum’u, Kürt’ü, Laz’ı, Çingene’si, Gürcü’sü, Azeri’si, Rumelilisi, Arap’ı vb. ile bir bütün ve güzel.
Kimse kimseyi bir yere gönderemez.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2005
<B>GEÇENLERDE Irak Özel Temsilcimiz</B> Büyükelçi <B>Osman Korutürk </B>ve iki diplomat arkadaşının daveti çerçevesinde birkaç gazeteciyle bir yemeğe katıldım.
Osman Korutürk, Fransa Büyükelçiliği’ne atandı, kasım ayında bu göreve başlayacak.
Yeni görevi öncesi eski göreviyle ilgili bilgi verdi.
Kendisinden ve Ortadoğu uzmanı arkadaşlarından, Dışişleri Bakanlığı’nın Irak ile ilgili çalışmaları hakkında bilgi aldık. Görüşlerini káh paylaştık, káh tartıştık.
Şahsım adına Dışişleri yetkililerinden ilk kez böyle bir sohbet kıvamında brifing almış oldum.
Hemen bu yazının özünü oluşturan duygumu ifade edeyim:
<B>* * *
ABD’li yetkililerin Irak ile ilgili görüş/analiz/tahlil ve önerilerini defalarca ve değişik insanlardan dinledim, Irak hakkında yazılan yazıları elimden geldiğince okudum. Türk yetkilileri ise ilk defa dinledim. Açıkça ifade etmek isterim ki:
Başta Osman Korutürk olmak üzere görüşlerini aktaran Türk diplomatlar bana ‘mesele’ye çok daha hákim oldukları duygusunu verdiler.</B>
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2005
<B>HERKES </B>şu iki konuda mutabık: 1) 3 Ekim 2005, Türkiye’nin tarihinde bir dönüm noktasıdır. Yaşadığı en kritik dönemeçlerden birisidir. 2) Müzakereler çok ama çok çetin geçecektir. Müzakereler sadece dış politikada değil iç politikada da büyük sorunlara yol açacaktır.
Ancak, bir konuda ise ciddi bir ayrılık var:
Çerçeve protokol kimilerine göre elde edilebilecek en iyi netice, kimilerine göre AB yolunda önümüzü tıkayacak çok ciddi engeller taşıyor.
* * *
Henüz ‘zafer’in sarhoşluğunu aşmış değiliz, medya da muhalefete halihazırda yeteri kadar yer ayırmıyor; ama dün de ifade ettiğim gibi ‘çerçeve protokol’ ile ilgili tartışmalar giderek büyüyecek.
Hükümet, bu çerçeve çevresinde alacağı eleştiriler nedeniyle müzakere dönemi öncesi çok yıpranacak!
* * *
Ben hükümetin 3 Ekim’e giden süreçte elinden gelenin en iyisini yaptığına inanıyor, hatta herhangi bir hükümetin daha iyi neticeler alabileceğini düşünemiyorum; ama ülkenin tarihinde bu kadar önemli bir kararın bütün boyutuyla tartışılıp, milletin hakemliğine götürülmesi gerektiğine inanıyorum.
Hükümet, milletin yetkisinin zaten kendinde olduğunu düşünecektir; ama 3 Kasım 2002’de aldığı yetkiyi tarif eden ülkenin koşulları ile ülkenin 3 Ekim 2005 tarihi itibarıyla içine girdiği koşullar çok farklıdır.
Hükümet, AB ile yaptığı pazarlıkları millete götürmeli ve yeni koşullarda yeniden yetkilendirilmelidir.
* * *
Şu iddiaları göz ardı edemeyiz:
Deniz Baykal: ‘Kıbrıs bütün boyutlarıyla bir ön şart olarak önümüzde duruyor. Londra ve Zürih antlaşmaları batmış oluyor, KKTC bitirilmiş oluyor. 3. maddeye bakalım. Türkiye’nin çalışmalarının izlenip gözetleneceği belirtiliyor. Alevi azınlık, Kürt azınlığı, Ermeni sorunu, Ortodoks Kilisesi ve Ruhban Okulu’nun, Dicle ve Fırat nehirlerinin sularının kullanımı, izlenip gözetlenecek konular arasında. Bunlar ileride Türkiye’nin önüne getirilecek.’ (Gazeteler-04.10.05)
Eski Başbakan Mesut Yılmaz da Türkiye’nin ikinci sınıf AB üyeliğine razı olduğunu savunuyor. Yılmaz, gazetecilerin soruları üzerine, ‘Müzakereler başlar ama bir yere gitmez. Gelir Kıbrıs’ta tıkanır. 17 Aralık’ta ortaya konulan zaten bir imtiyazlı ortaklıktı. Türkiye 17 Aralık’ta ikinci sınıf üyeliğe razı oldu. Son gelişme de şimdi onu perçinlemiş oldu’ diyor. (Sabah-04.10.05)
AKP’nin eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış da Kıbrıs’ın müzakereleri tıkayabileceğini kabul ediyor.
CHP milletvekili, eski Büyükelçi Şükrü Elekdağ iddialı bir şekilde ‘CHP’nin çerçeve protokolü reddettiğini’ beyan ediyor (CNN Türk: ‘Söz Sizde’-04.10.05)
* * *
Meramım, ülkenin çok temel bir konuda, sonradan tıkanmasını engellemek için çerçeve protokolle girilen yolu derinine tartışıp, milletin hakemliğine başvurulmasıdır.
Aksi halde, cicim ayı çabuk bitecek ve hükümetin başı sonradan çok ağrıyacak!
Yazının Devamını Oku