5 Ekim 2005
<B>AKP</B>’nin ne yapacağını bilmiyorum. Herhangi bir duyumum yok. Kimseden tüyo almış da değilim. ‘Adı bende gizli’ kişiler zaten bana konuşmazlar. Ben sadece şu soruya cevap arıyorum:
‘17 Aralık’ta elde edilen başarıdan sonra ben olsa idim ne yapardım?’
Benim cevabım kısa ve net:
‘Erken seçim!’
* * *
Erken seçim çoktandır tartışılıyor. Haklı olarak, hükümet de bu tartışmaların dışında durmaya çalışıyor.
Ama bence AKP açısından ‘erken seçim’ şimdi kendi lehine bir duruma dönüşmüştür.
Neden ‘erken seçim’ yapardım?
* * *
1) Hükümet, ister istemez, 17 Aralık’a giden süreçte yıprandı. Muhalefet son üç aydır epey ivme kazandı. Kürt meselesi, Kıbrıs ve AB eşiğinde verdiği tavizler hükümete henüz bir alternatif yaratmadı ama parti içinde de ayrışma süreci başladı.
2) Müzakereler çok yıpratıcı olacak. Türkiye’ye 17 Aralık’ta engel olamayan ülkeler müzakere aşamasında ellerinden geleni artlarına koymayacaklar. Balayı çabuk bitecek, Türkiye 35 alanda zorlu kavgalar verecek.
Kavga dışarıdaki muhalifler kadar içerideki muhaliflere de yarayacak.
3) AKP; Irak, Suriye, İran meselelerinde ikircimli. ABD’ye bakış açıları kendi içlerinde çelişiyor.
4) Müzakere döneminde partinin ve dolayısı ile hükümetin yeni, donanımlı ve dinamik insanlarla takviye edilmesi gerekiyor. Kadrolar pekiştirilmek zorunda.
5) Parti içinde, milli görüşçülerin ağır bastığı, diğerlerinin her geçen gün geriledikleri ‘milli görüş-liberal demokrat koalisyonu’nda bu dönemde liberal demokratlar lehine bir terazi ayarı yapmak gerekiyor.
6) Ekonomi nekahet döneminde ama tarım başta olmak üzere bir sürü kesim ağır ekonomik yük altında. Milletvekilleri bu yaz kendi bölgelerinde durum tespiti yaptılar. Ne istihdamda, ne de insanların maddi kazançlarında (gelir) anlamlı bir artış henüz yok. Bu durum IMF ile pazarlıkları iyice zora sokuyor. Hükümet; IMF ile kitleler arasında bu kış daha beter sıkışacak.
* * *
Öte yanda hükümetin elinde bugün itibari ile büyük bir koz var.
CHP ve MHP kendini tamamen anti-AB bir konuma itmiş durumda. DYP ve ANAP henüz kendilerini alternatif haline getiremediler.
Öte yanda halkın büyük çoğunluğu (%65-70) AB’yi istiyor.
Hemen herkes 17 Aralık’ı AKP’nin kazanç hanesine yazıyor!
* * *
Böyle bir konjonktürde AKP bir erken seçimi ‘AB referandumu’na çevirebilir ve seçimi:
‘AB=AKP’
formülü üzerine oturtabilir!
* * *
Milletin çok kısa sürede 17 Aralık sarhoşluğundan uyanacağının farkında olacak bir AKP ‘güven tazeleme’ çabasına girebilir!
Doğru anda zamanı sıfırlamak büyük faydalar getirir!
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2005
AKP’nin ne yapacağını bilmiyorum. Herhangi bir duyumum yok. Kimseden tüyo almış da değilim. ‘Adı bende gizli’ kişiler zaten bana konuşmazlar.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2005
<B>AB </B>üyesi bazı ülkelerin liderleri (örn: Almanya, Fransa, Avusturya) <B>‘Türkiye meselesi’</B>ne <B>kısa vadeli </B>ve <B>popülist </B>tepkileriyle baksalar dahi AB’de de ‘meseleye’ <B>uzun vadeli </B>ve <B>genel çıkarlar </B>perspektifiyle bakanlar, birliğin <B>üç ana neden </B>yüzünden Türkiye’yi dışlama gücü olmadığını görmektedirler. Bu nedenlere göre:
1) AB, ana kuruluş amacıyla uyumlu olarak 21. yüzyılda dünyada iddialı ve büyük bir birlik olmak,
2) Yaşlanan nüfusunu genç bir emek gücüne finanse ettirmek,
3) Kendi varlığını 21. yüzyılda en ciddi şekilde tehdit eden ‘İslamcı terör’ün etki alanını daraltmak istiyorsa Türkiye’ye muhtaçtır!
* * *
Tersinden tekrar edelim:
Türkiye’yi dışlayacak bir AB, 21. yüzyılın dünyasında, sadece ABD’nin değil, Çin ve Hindistan’ın da gerisine düşmüş ve iddialı konumunu yitirmiş, yaşlanan nüfusunun sosyal güvenlik ihtiyaçlarını finanse edemeyen, kendi antitezi İslamcı terörün elini hayli güçlendiren bir birlik olmak zorundadır!
* * *
1) Daha önce de bir tablo yayınlamıştım: (07.09.2005)
(Nisbi Gayri Safi Milli Hasıla (%)
1945 1975 2005 2020 2050
ABD 1.(60) 1.(55) 2.(30) 1.(30) 3.(20)
ÇİN 3.(10) - 3.(20) 1.(30) 1.(35)
AB 2.(20) 2.(30) 1.(40) 3.(25) 4.(15)
HİND. 4. (8) 4.(8) 4.(8) 4.(20) 2.(30)
(Kaynak: Ronald L. Tammen ve Jacek Kugler: ‘China: Satisfied or Dissatisfied. The Strategic Question’ - Çin: Tatmin Olmuş veya Olmamış.)
Geleceğe dönük analiz yapanların vardıkları sonuç diyor ki:
2000 yılında kabul edilen Lisbon Ajandası’na göre; AB 2010’da dünyanın bilgiye dayanan en büyük ekonomisi olmayı hedeflemesine rağmen; eğer AB bugünkü üyelik yapısını aynen korursa (Türkiye’yi dışlarsa-CÜ), yukarıdaki tabloda da açıkça görüldüğü gibi Çin, ABD ve Hindistan karşısında devamlı irtifa kaybedip gerileyecek. Hatta, nüfus başına verimliliği aynı kalmasına rağmen AB’nin dünyadaki payı devamlı gerileyecek.
Ancak, eğer Türkiye AB’ye üye olursa; 2040’tan itibaren Türkiye’nin ekonomik katkısı açıkça belli oluyor ve AB’nin dünya üretiminde payı yüzde 10-15’lerden tekrar yukarılara yükselmeye başlıyor.
* * *
2) AB nüfusu hızla yaşlanıyor. Bir yandan Türkiye’den, AB’nin ruhunun bir parçası olan, ‘emeğin serbest dolaşımı ilkesi’ şimdilik esirgense dahi AB, nüfusunun yüzde 65’i 35 yaş altında olan Türkiye’ye hem üretim yapabilmek, hem de emeklilerin sosyal güvenlik giderlerini karşılayabilmek için 21. yüzyılda kaçamayacağı şekilde ihtiyaç duyacaktır.
3) 21. yüzyılı, terör yöntemiyle mücadele ederek ‘Hıristiyan-Yahudi egemenliği’nden (Vehhabi-Selefi) ‘Müslüman egemenliği’ne çevirmeyi kendine ideolojik hedef olarak seçen İslamcı terörün ‘gayrimüslim dünyanın Müslüman dünyayı tamamen dışladığına’ dair tezi daha da güçlenecek.
* * *
21. yüzyılda Türkiye’yi dışlayacak AB, özünde kendi kaybedecek.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2005
AB üyesi bazı ülkelerin liderleri (örn: Almanya, Fransa, Avusturya) ‘Türkiye meselesi’ne kısa vadeli ve popülist tepkileriyle baksalar dahi AB’de de ‘meseleye’ uzun vadeli ve genel çıkarlar perspektifiyle bakanlar, birliğin üç ana neden yüzünden Türkiye’yi dışlama gücü olmadığını görmektedirler.
Yazının Devamını Oku 2 Ekim 2005
<B>3 Ekim</B>’de<B> </B>AB’den ne karar çıkacak diye hepimiz elimiz yüreğimizde bekliyoruz. Ancak, yarın çok ufak bir ihtimalle müzakereler başlamasa dahi, ben Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti’ne şimdiden teşekkür ediyorum.
Bu hükümet, Türkiye’yi AB’ye taşıma projesi uğruna bir hükümetin yapabileceği her şeyi yapmıştır.
Daha yürünecek çok çakıllı yollar var, bu yollarda hükümeti çok eleştirecek ve uyaracağız; ama bugüne kadar AB yolunda kat edilen mesafede hükümete söylenecek ciddi bir kem söz yoktur.
‘AB yolunda’ çeşitli hükümetler samimi gayretler sarf etmişlerdir; ama tarihin getirdiği konjonktürel rüzgárı da arkasına alan AKP Hükümeti, AB uğruna en fazla emek sarf eden hükümetimiz olmuştur.
Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül başta olmak üzere, yarın ne olursa olsun bugünden, bu uğurda emek sarf eden herkese şükran duygularımı ifade ediyorum.
* * *
Geçenlerde canlı bir TV yayınında, hükümeti eleştiren bazı sözlerim üzerine çok tecrübeli bir gazeteci, beni şaşırtarak, ‘Eskiden Recep Tayyip Erdoğan’a destek veriyordunuz, şimdi ne olduysa desteğinizi çektiniz’ deyiverdi.
Ben de kendisine, bir gazetecinin görevinin siyasileri tutmak veya onlara muhalif olmak olmadığını, görevin ‘olguları’ değerlendirmek olduğunu söyledim.
Tecrübeli gazetecinin düşünce haritası hálá ‘kişi tutmak’ kavramı gibi bir saplantıda kalmıştı. Halbuki artık körü körüne ‘takım tutmak’ bile devrini tamamlamıştır.
Gazeteci ‘kişileri’ değil ‘olguları/icraatı’ değerlendirir, eğer bağımsız düşünmeyi becerebiliyorsa, hükümetin bazı icraatını eleştirir, bazılarını beğenir.
Hakkının ayaklar altına alındığı dönemde, çok zor koşullarda da olsa Recep Tayyip Erdoğan’ı desteklemek, her liberal demokrat gibi benim de görevimdi.
Ancak, bu tavrımdan, tecrübeli gazetecinin yaptığı gibi, Erdoğan’ın icraatını da desteklemem gerektiği sonucunu çıkaranlar yanıldılar.
AKP hükümetini ‘1 Mart Tezkeresi’ nedeniyle çok eleştirdim. ‘Hızlı tren kazası’ karşısında gösterdikleri vurdumduymazlığa çok kızdım. ‘Zina meselesinde’ olduğu gibi bazen zihinlerinin ‘suç’ kavramı ile ‘günah’ kavramını ayırt edemeyecek kadar basit çalıştığını gördüm.
Erdoğan’ın danışmanlarının dünyayı kavrama gayretinde çok çapsız kaldıklarını her zaman ifade ediyorum.
Hükümetin Ortadoğu politikası olmadığını ısrarla söylüyorum, Kürt meselesinde Başbakan’ın çapsız danışmanlar yüzünden PKK’nın kucağına itildiğini açıkça belirttim.
Başbakan’ın ‘ABD politikalarının’ da devamlı zikzak çizdiğini söylüyorum.
* * *
Ancak, başından beri hükümeti devamlı desteklediğim konulardan birisi ‘AB politikaları’ oldu. 17 Aralık sonrası bir süre taban politikasına (Milli Görüş) dönerek yalpalamış olsalar dahi, hükümet AB konusunda, çok büyük siyasi riskleri de göze alarak devamlı pozitif politikalar uyguladı.
Bu politikalarıyla hem içeride hem dışarıda bazı temel ezberleri bozdu. İnanıyorum, 3 Ekim’den sonra da medeniyet yolundaki çetin serüvenine devam edecektir!
Zaten tarihin dayattığı koşullar bizden yana.
Hükümetin kararlı tutumu, bu koşulları pekiştirmiştir.
Yazının Devamını Oku 29 Eylül 2005
<B>GEÇEN </B>hafta katıldığım <B>Washington D.C.</B>’deki <B>‘Türkiye ve AB Dışındaki Komşuları’ </B>başlıklı toplantıda Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeri irdelenirken, ister istemez Türkiye-ABD ilişkileri de irdelendi. ‘AKP hükümetinin nasıl görüldüğü’ konuşuldu.
Hemen belirteyim ki, AKP hükümeti hakkında görüş beyan edenler sadece şahsi görüşlerini beyan ettiler. Genellikle de özel görüşmelerde daha açık konuştular.
* * *
Dün yazdım. AKP hükümetinin yıllardır ilk defa ABD’den bağımsız dış politika yürüttüğünü, ABD’ye dayalı tek kutuplu politika yerine çok kutuplu (‘stratejik derinlik’-CÜ) politikaya geçerek tarihinde ilk kez ‘düşmansız’ kaldığını, özellikle komşularına yaklaşmasının (Rusya başta olmak üzere-CÜ) ABD’yi çok rahatsız ettiğini düşünen bağımsız Amerikan analistler var. Onlara göre, AKP hükümetinin dış politikası çok başarılı!
* * *
Öte yanda; AKP’nin dış politikasının ‘başı kesilmiş tavuk gibi’ nereye gittiği belli olmayan, bir günü diğerini tutmayan, tahmin edilmesi çok güç bir politika(sızlık) olduğunu düşünen Türkiye analistleri ve dışişleri bürokratları da var.
Onlar soruyorlar:
‘Madem AKP hükümeti artık çok kutuplu dış politika uyguluyor, neden Türkiye’nin Başbakanı ve danışmanları geçtiğimiz haziran ayında yaptıkları ABD gezisinde ABD ile stratejik ortak olduklarını her fırsatta vurguladılar?’
Onlara göre, 1 Mart Tezkeresi sonrası ilişkiler eskisi gibi değil; ama tezkere Amerikalıları Türklerin tahmin ettiği kadar üzmemiş. Ancak, çok açık ifade edenler var: Başta büyük umutlar bağladığımız Erdoğan hükümetiyle şimdi belirli seviyede güven bunalımı yaşıyoruz!
Bazıları geçen haziranda ABD’ye gelen Türkiye yetkililerinde açık gözüken bir panik olduğunu ısrarla vurguluyorlar.
‘Müslüman demokrasi’ ve ‘model’ kavramlarının Türkiye hükümetini rahatsız ettiğini anladıklarını; ama ‘Müslüman bir ülkede demokrasi deneyimi’ olarak Türkiye’ye yine de BOP içinde umut bağladıklarını söyleyenler, güvensizliğin ise karşılıklı ilişkilerde yaşandığını söylüyorlar.
Bir görüş var: AKP hükümeti, bilinç altında ABD’yi Müslümanlara karşı bir ülke olarak tanımlıyor ve ikili ilişkilerde bu paranoyanın etkisi altında hareket ediyor.
Çok kutuplu politika güttüklerini her fırsatta söyleyen danışmanların, belki de Başbakan’ın talimatıyla, ABD’yi en yakın stratejik ortak gördüğünü haziran ziyareti sırasında ısrarla vurgulamaları ise hiç samimi bulunmamış. Akademisyen-danışmanın panik içinde yanlış anlaşıldığını anlatırken hálá ‘Allah korkusu olanlara’ vurgu yapması ise ‘garip’ bulunmuş.
Türkiye-ABD ilişkileri haziran sonrası bir nebze olsun iyileşmiş ama toplantıda açıkça belirtildi ki, ‘BM kararına rağmen Türkiye-Suriye yakınlaşması ABD’yi hálá rahatsız ediyor’.
Suriye’yi Lübnan’dan çıkmaya Türkiye’nin ikna ettiğine dair iddia ise müstehzi bir gülümsemeyle karşılanıyor!
* * *
ABD, Ortadoğu’da Türkiye’ye büyük ihtiyaç duyuyor; ama AKP hükümeti ile ilgili olarak hayal kırıklığı yaşadığını inkár etmiyor!
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2005
<B>DÜN belirttim: </B>Geçen hafta <B>Washington D.C.</B>’de Amerikalı bürokrat ve analistlerin, çeşitli ülkelerden akademisyenlerin ve diplomatların katıldığı <B>‘Türkiye ve AB Dışındaki Komşuları’ </B>başlıklı bir toplantıya/beyin fırtınasına katıldım. Toplantıda ileri sürülen kişisel görüşleri aktarmaya bugün de devam ediyorum:
* * *
İRAN:
Bazı uzmanlar Türkiye’nin yakın tarihinde ilk kez ‘düşmansız’ kaldığını vurguluyorlar ve bu başarının AKP Hükümeti’nin uyguladığı ‘çok kutuplu’ (‘stratejik derinlik’-C.Ü.) dış politikaya bağlı olduğunu düşünüyorlar.
Bu bağlamda, Türkiye bir yandan Kafkaslar’da etkisizleşirken, diğer yönde Rusya ile en sıcak günlerini yaşıyor. Suriye ile de tarihinde en fazla yakınlaştığı bir döneme girmiş vaziyette.
Toplantıya katılan İran uzmanları da, İran açısından, Türkiye’nin Ortadoğu’da tek ‘gerçek devlet’ kabul edildiğini ve eski ideolojik bakış açısının terk edilerek, son dönemde ‘Türkiye-İran ilişkileri’nin İran tarafından pragmatik bir gözle algılanmaya çalışıldığını söylüyorlar.
Bu yaklaşım da Türkiye ile İran arasında bir çatışma çıkmasını hemen hemen imkansız hale getiriyor. Ancak, İranlı akademisyen, İran’a göre Türkiye; kültürel güven boşluğunu (Batı-Doğu arasında sıkışan) aşamayan, eliti ile milleti arasında muazzam farklılığın bulunduğu, Atatürk laikliğinin hálá hazmedilemediği bir ülke.
Bu faktörler, İran açısından, Türkiye’nin olası istikrarsızlık kaynakları!
* * *
Pragmatik bir yaklaşımla Türkiye’nin kendi gerçeklerini anlamaya çalışan İran, Türkiye ile aşağıdaki başlıklarda da uyuşmazlık yaşıyor:
1) Türkiye eninde sonunda ABD’nin dümen suyunda gidecek bir ABD müttefiki.
2) 1996’dan beri İsrail’le geliştirilen stratejik işbirlikleri İran’ı çok rahatsız ediyor.
3) İran ile Türkiye; Irak’ın ‘toprak bütünlüğü’ konusunda hemfikirler ve özellikle olası bağımsız Kürdistan gelişmesi konusunda birlikte tedirginler ama İran, Irak’taki bir iç çatışmada (kendisi Şiileri desteklerken -C.Ü.) Türkiye’nin de Sunnileri destekleyeceğini düşünüyor.
4) Türkiye, İran içinde gizliden gizliye Mücahidin gibi muhalifleri de destekliyor, İran-Azerbaycanı’nın bağımsızlığına örtülü destek veriyor.
5) İran’ın nükleer güç geliştirme çabalarına Türkiye de ABD ve İsrail gibi ‘şüphe’ ile bakıyor ve eline fırsat geçerse bu çalışmalara engel olmak için ABD ve İsrail ile birlikte hareket edebilir.
Eylül başında New York’taki BM toplantısında İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ‘İran’ın nükleer güç geliştirme çalışmalarını diğer Müslüman ülkeler ile paylaşma’ çağrısında ülke adı vermemiş ama aklında açıkça Türkiye varmış.
Bu çağrıya olumlu cevap vermeyen Türkiye, İran’a göre, bu alanda ‘İran karşıtı tavrını’ bir kez daha ortaya koymuş.
* * *
İranlı akademisyen, tüm bu uyuşmazlıklara rağmen, ‘pragmatik yaklaşım sürecinin’ Türkiye ile İran arasında açık bir çatışma çıkmasını engelleyeceğini düşünüyor.
Ancak, bir tek konuda tereddüdü var:
İran Azerbaycan’ı!
İran sınırları içinde kalan Azerilerin bağımsızlık kazanması için Türkiye gayret sarf edebilir ve bu ısrar Türkiye-İran çatışmasına yol açabilir!
(Yarın ABD’li yetkililerin Türkiye-ABD ilişkilerini nasıl gördüklerini irdeleyeceğim.)
Yazının Devamını Oku