15 Eylül 2010
DÜN referandumu değerlendirdiğim yazımda şöyle yazdım:
“Referandumun ikinci galibi BDP’dir. “Evet” ve “hayır”ların sayıldığı bir halkoylamasına “boykot” ile 3. bir renk katarak kendisini “diğerlerinden” ayrıştırmış ve ülkede farklı ve özellikli bir “gerçeği” temsil ettiğini yedi düvele göstermiştir. Bu konuyu yarın başlı başına ayrı bir başlıkta değerlendireceğim.”
Bugün bu değerlendirmeyi yapıyorum.
***
BDP sözünü tuttu ve Doğu ve Güneydoğu’daki bazı illerde %51’in üzerinde çıkan “boykot” oyları ile Türkiye’nin derin bir gerçeğinin varlığını ve onun da TBMM’deki temsilcisinin kendisi olduğunu hepimizin gözüne soktu.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2010
LAFI gevelemeye hiç gerek yok.
Aralarında şahsımın da bulunduğu “hayır”cılar ağır bir mağlubiyet almışlardır.
“Evet” oylarının “hayır” oylarından 6 milyon civarında fazla çıkması “hayır”ı savunanlar açısından üzerinde çok derin düşünülmesi gereken bir olgudur.
Referandum öncesi ifade ettiğim görüşlerimden zerre kadar vazgeçmediğimi vurgulayarak bugün elimden geldiğince soğukkanlılıkla sonuçları yorumlayacağım.
* * *
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2010
DÜN yazdım:
1) Demokrasinin temel dertlerinden birisi; yönetimi bir kişi/zümreden alıp halk iradesine teslim etmesine rağmen, yönetme yetkisini halktan alan iktidarın bu gücü iğfal etme gücünü de eline alabilmesidir.
2) Yargı, yasama ve yürütme erkleri birbirinden bağımsız olmalıdırlar ki, iktidarın sınırları çizilsin, hukukun üstünlüğü iktidarın gücü karşısında ezilmesin.
Ancak bu erklerin bağımsızlığı sorunu şıppadak çözmüyor.
3) Evvel emirde parlamenter demokrasilerde çoğunluk iktidarı oluşturduğu için yürütmeyi (iktidarı) oluşturan güç zaten yasama (TBMM)’daki çoğunluğun içinden çıkıyor. İki erke birden Başbakan yön veriyor. (“Ya sen sustur, ya ben susturacağım”!)
4) Ayrıca, uzun yıllar askeri vesayet altında yaşayan ülkemizde yargı, askeri bürokrasinin kanatları altında, gereğinde bağımsızlığı ayrı bir güç olarak yorumlamaktan çekinmiyor.
“367 kararı”, “yerindelik” saiki ile yargının özelleştirme ve ihale iptalleri en iyi örnekler!
* * *
Yazının Devamını Oku 8 Eylül 2010
DEMOKRASİ katiyen mükemmel bir yönetim sistemi değildir. Zaten hiçbir sistem mükemmel değildir. Demokrasi sadece tarihte yaşanmış siyasi rejimler arasında eksiklikleri/hataları en az olan rejimdir. En ileri demokrasilerin bile hâlâ baş edemediği bir sürü sorunu var.
Demokrasinin temel dertlerinden birisi; yönetimi bir kişi/zümreden alıp halk iradesine teslim etmesine rağmen, yönetme yetkisini halktan alan iktidarın bu gücü iğfal etme gücünü de eline alabilmesidir.
Güç yozlaşır!
Mutlak güç mutlaka yozlaşır!
¡ ¡ ¡
Çoğunluğun oylarını alarak iktidara gelenlerin azınlığa zulmetme, haklarını yok sayma, hatta çoğunluğun tercihleri ile ters düşme ihtimalini mümkün olan en aza indirmek için hukukun üstünlüğü kavramı ortaya atılmıştır.
Hukukun üstünlüğü zaten parlamentoda çoğunluğu elde etmiş olan iktidarın istediği gibi kanun çıkarma, istediği gibi yönetme hakkını kendisinde görmemesi için gücün sınırlarını çizer.
Örneğin, ABD Anayasası, bizim Anayasamızın tersine iktidarın haklarını değil, sınırlarını, bireyin (vatandaşın) sınırlarını değil iktidar karşısında haklarını tarif eder.
İktidarı sınırlar!
Demokrasi, hukukun üstünlüğünü iktidarın üstünlüğüne karşı savunmak için ülke yönetimini oluşturan güçlerin (erklerin) birbirinden bağımsızlığını garanti altına almak ister.
Yargı, yasama ve yürütme erkleri birbirinden bağımsız olmalıdırlar ki, iktidarın sınırları çizilsin, hukukun üstünlüğü iktidarın gücü karşısında ezilmesin.
¡ ¡ ¡
Ancak, uygulama bazı aksaklıkları kaçınılmaz kılıyor.
Evvel emirde parlamenter demokrasilerde çoğunluk iktidarı oluşturduğu için yürütmeyi (iktidarı) oluşturan güç zaten yasama (TBMM)’daki çoğunluğun içinden çıkıyor. Haliyle çoğunluk partisinin genel başkanı başbakan da oluyor ve her iki erkin dizginlerini aynı anda eline alıyor.
Ülkemizde yürütmenin çıkmasını istediği bir kanunun yasama tarafından reddedilmesi neredeyse hiç düşünülemez!
¡ ¡ ¡
Üç erkten zaten ikisini sistematik olarak elinde tutan yürütmeye (iktidara) karşı hukukun üstünlüğünü koruyabilmek için hiç olmazsa yargının bağımsızlığını koruyabilmek gerekiyor.
Hayır’ın ruhu bu noktada!
¡ ¡ ¡
Ancak ülkemizde yargının bağımsızlığının nasıl anlaşıldığını da kalın harflerle not etmek gerekir.
Uzun yıllar askeri vesayet altında yaşayan ülkemizde sivil bürokrasi, askeri bürokrasinin kanatları altında, gereğinde bağımsızlığı ayrı bir güç olarak yorumlamaktan çekinmedi.
Bizde yargı erkinin bağımsızlığı zaman zaman yasama ve yürütme erklerinin işbirliği içinde oluşturduğu güce karşı ayrı ve alternatif bir güç haline dönüşüyor.
Örneğin, TBMM’nin veya hükümetin “milli çıkarı” düşünmediği saiki ile yargı “milli çıkarları korumak” adına özelleştirmeleri iptal edebiliyor, ihalelere müdahale edebiliyor.
“367 zırvasına” tevessül ediyor. Anayasa Mahkemesi TBMM’den çıkan kanunları “yerindelik” (kanuna bu şekli ile ihtiyaç/gerek var mı yok mu) kararı vererek, “siyasi mülahaza” ile iptal edebiliyor.
Son örnek. Yekta Güngör Özden’i ve LDP Genel Başkanı Cem Toker’i pek kimse duymak istemedi ama biz 12 Eylül’de TBMM’nin onayladığı Anayasa değişikliği metinlerini değil, Anayasa Mahkemesi’nin değiştirerek kabul ettiği metni oylayacağız!
¡ ¡ ¡
Bugünkü haliyle yargı bağımsızlığının ayrı bir güç olarak karşımıza çıktığı ortama karşıyım ama yarın Anayasa’da yapılacak değişikliklerin bu sorunu çözmek için değil, vesayeti tersine çevirmek için istendiğini 1957-1960 (DP dönemi) deneyimi ışığında tartışacağım.
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2010
12 Eylül Referandumu’ndan önceki bu son haftada, oy kullanacakların %95’inin yapılacak değişikliklerden bihaber ve hatta değişikliklerin ne getireceğini umursamadan, sadece siyasi meşreplerine göre oy vereceklerini bile bile, yapılacak referandumun ruhuna yönelik yeniden bir dizi yazmaya niyetlendim.
Yazılan yazılara irdelediğinizde meselenin ruhu ile ilgilenen çok az yazar olduğunu görüyorsunuz.
“Evet”çiler halihazırdaki duruma bakıp, “askeri vesayetten” kurtulma müjdesi veriyorlar, “hayırcılar” ise yağmurdan kaçarken doluya tutulma ihtimaline parmak basıyorlar.
Ben ikinci gruptayım ve değişikliklerin 2 maddesinin ülkeyi isim babası olduğum “sivil vesayet”e sürükleyeceği konusunda sürekli uyarı yapıyorum.
Herkes açıkça kabullenmese de 26 maddelik değişiklik arasında Anayasa Mahkemesi ve HSYK’yi ilgilendiren 2 maddenin, ülkenin geleceğini çizmek açısından, göreceli ağırlıklarının diğer 24 maddeden çok daha yüksek olduğunu hemen herkes biliyor.
Yazının Devamını Oku 5 Eylül 2010
BAŞBAKAN’ın cuma günü Diyarbakır’da yaptığı konuşma özünde ne yalakalarını, ne de yandaşlarını memnun etti. Ancak görevleri gereği Erdoğan’ın konuşmasını; MHP liderinin Erzurum konuşmasında kurduğu “kumpasa” düşmeyen bir konuşma olarak muştuladılar.
Başbakan günlerdir “Batıda ne söylediysem doğuda aynısını söyleyeceğim” demişti ve Allah var cuma günü batıda sık sık tekrar ettiği “Tek devlet, tek millet, tek bayrak!” söylemi dışında doğuda da batıda söylediklerini söyledi. Tutarlı davrandı.
İlginçtir, “Kürt” kelimesini nerede ise hiç ağzına almayan Erdoğan Diyarbakır’da daha çok batıdaki Türklerin gönlünü aldı. “Bakın, PKK’ya zerre kadar taviz vermiyorum” demeye getirdi!
¡ ¡ ¡
Ancak tutarlılık; “aynı konuda her yerde aynı sözü söylemek” kadar “aynı konuda her tarihte aynı sözü söylemeye” dayanır.
Recep Tayyip Erdoğan’ın cuma günkü konuşmasının tarihi tutarlılığı maalesef yok. “Kürt meselesi” ile ilgili olarak 3 Eylül 2010 Cuma günü Diyarbakır’da yaptığı konuşma ile 12 Ağustos 2005’te yine Diyarbakır’da, 11 Ağustos 2009 tarihinde ise TBMM’de yaptığı konuşmalar çok farklı.
Bakın Başbakan 2005’te ne demiş?:
“Kürt sorunu sadece bölgenin değil, tüm Türkiye’nin, herkesin sorunudur. Benim de sorunumdur... Kürt sorunu ne olacak, nasıl çözülecek? Anayasal düzen, toplumsal bütünlük içinde, daha çok hukuk, daha çok demokrasi ve daha çok refahla çözülecek.”
Anayasa değişikliği ile ilgili referandum vesilesi ile evvelsi gün Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Anayasal düzen değişimi ile çözülecek Kürt sorunu” meselesinde ağzından tek bir kelime çıkmadı.
¡ ¡ ¡
“Gücü seviyorum, onun için evet”çilerden Hasan Cemal ve Cengiz Çandar da durumun farkındalar. Dünkü yazılarında bu farka değiniyorlar ama yine de yazılarının başlıklarını “Diyarbakır Cezaevi’ni kapatmak... Yetmez ama evet!” (Hasan Cemal-Milliyet-04.09.2010) ve “Diyarbakır Konuşması: Yetmez ama güzel” (Cengiz Çandar-Radikal-04.09.2010) olarak atıyorlar.
¡ ¡ ¡
Halbuki 2005 ve 2009 konuşmaları yazarları nasıl heyecanlandırmıştı.
Cengiz Çandar 2009 TBMM konuşması sonrası aynen şöyle yazıyordu.
“Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 11 Ağustos 2009 konuşması gerçekten ‘tarihi’ bir konuşmaydı. Bugüne dek hiçbir Türk lideri, ülkenin ‘tarihi’ ve ‘en sancılı’ sorununa ilişkin öylesine özlü bir konuşma yapmadı. Cumhuriyetin kurucuları dahil.
Tayyip Erdoğan, 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da ‘Kürt sorunu’ sözcüklerini ilk telaffuz eden başbakan olmuş ve giderek ‘devletin yaptığı yanlışlara’ parmak basarak ‘özeleştiri’ niteliğinde de ilk konuşmanın altına imzasını atmıştı. O konuşması ‘Kürt açılımı’ için referans işlevi görmekteydi.
Ama aşağı yukarı aynı tarihte, dört yıl sonra yaptığı konuşma, kendisini de kendisinden önceki tüm başbakan ve cumhurbaşkanlarını aştı gitti.” (Cengiz Çandar-Referans 14.08.2009)
Aynı konuşma ile ilgili olarak Hasan Cemal de şöyle yazmıştı:
“Kürt sorunuyla ilgili olarak ilk kez bir başbakan, bu kadar yüreğinden konuştu, bu kadar siyasal cesaret sergiledi ve ilk kez meseleyi yüreğinde hissettiğini bu kadar anlatabildi, bu kadar siyasal riski göze alabildi. Başbakan Erdoğan’ı kutluyorum.
Dileğim o ki, bu kararlılığı sonuna kadar devam eder.” (Milliyet-13.08.2009)
¡ ¡ ¡
Bitaraf olmanın bertaraf olmaya neden olacağını Başbakan açıklamıştı.
Ancak, taraf olmak daha beter sonuçlar yaratabiliyor.
Taraftar umduğunu değil, bulduğunu yer!
“Yemezler ama evet!”
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2010
12 Eylül Referandumu nedeniyle hemen hepimiz yüzümüzü içeriye çevirdik. “Evet”le yatıyor, “hayır”la kalkıyoruz. Dış politika neredeyse gündemden tamamen düştü.
Ancak, aşikar olan şudur ki Türkiye en büyük “stratejik ortağı” ABD ile önemli sorunlar yaşıyor.
Hükümet, özellikle Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı döneminde: i) çok merkezli, ii) komşular ile sıfır problem hedefleyen, iii) bir yüzünü Ortadoğu’ya her zamankinden çok çeviren, iv) ancak çıpasını yine de Batı’da tutan, v) Ortadoğu ile Batı arasında “arabulucu ağabey” rolüne soyunan bir politika izleyeceğini yedi düvele ilan etti.
Bu politika ile Batı için “vazgeçilmez” hale geldiğine iyice inandı.
Artık, tek merkezli (ABD) bir dünya kalmadığını, çok merkezli dünyada Türkiye’nin de kendi yerini bulacağı tezini her fırsatta işledi.
* * *
Ancak şimdi şu resme bakalım:
1) Türkiye ziyareti sırasında hem Hükümet’in, hem de yandaş gazetecilerin yere göğe sığdıramadığı ABD Başkanı Obama Türkiye’nin büyük ihtiyaç duyduğu Reaper (insansız hava aracı) ve Kobra (saldırı helikopteri) satış anlaşmalarını Kongre’den geçiremeyeceği korkusu ile durdurmuş vaziyette. Bir türlü Kongre’ye göndermiyor. Yahudi Lobisi’nden çekindiği söyleniyor ama artık Kongre’de Türkiye’ye karşı geniş çaplı güven sorunu yaşandığını gizlemek zor.
ABD, İsrail davet edilmediği için, Anadolu Kartalı Tatbikatı’na katılmayacağını da ilan etti. Tatbikata bugüne dek İsrail 5, ABD 13 kez katılmıştı.
Türkiye’nin İran’a verdiği destek ve İsrail ile yaşadığı kriz sadece Yahudi Lobisi’nin değil, ABD’nin genel çıkarlarına da aykırı bulunuyor.
Bu konuda Obama’nın Erdoğan’ı uyardığı bilgisi de dünya basınında.
* * *
2) Öte yanda “soykırım tasarısı”na direnmesi için Obama’ya verilen söz de tutulmuş durumda değil. Ermenistan ile dünya liderleri önünde imzalanan protokoller Azerbaycan ile TBMM arasında bir yerlere sıkıştı kaldı. Herkese mavi boncuk taktiği sökmedi.
* * *
3) Ortadoğu Barış Görüşmeleri Washington’da başladı. İsrail ve Filistin Başbakanları dışında Mısır Cumhurbaşkanı ve Ürdün Kralı da masada ama Türkiye yok.
* * *
4) ABD Irak’tan çekildikten sonra Türkiye’nin Irak’ta ve özellikle Kuzey Irak’ta istikrarın sağlanması için nasıl katkıda bulunacağı hâlâ meçhul.
* * *
5) İki ülke arasında zaman zaman çıkar çatışmaları yaşanması kaçınılmaz bir durumdur. Ancak ABD ile Türkiye arasında sorunlar Türkiye’nin zedelenen çıkarları nedeniyle bozulmuyor.
a) Türkiye İsrail ile arasını Filistin’e sahip çıkarak bozdu. Ancak sahip çıktığı Filistin’in Başbakanı Mahmut Abbas durumdan hiç memnun olmadığı gibi, esas sahip çıktığı Hamas da arabulucu olarak Türkiye’yi değil, Mısır’ı seçti.
b) Türkiye İran’ı nükleer araştırmaları uğruna savunuyor. Ancak İran da Türkiye’yi ABD ile arasında arabulucu olarak kabul etmiyor.
Gözüken odur ki; Dimyat’a pirince giden Türkiye evdeki bulgurdan da olmaktadır.
* * *
6) Şu an itibariyle Türkiye’nin sadece Pakistan ve Afganistan’daki gayretleri ABD’de memnuniyetle izlenmektedir.
* * *
Ahmet Davutoğlu yönetiminde dış politikanın hal-i pür melali budur.
Lütfen, birisi bana dış politikadan Türkiye’nin neler kazandığını anlatsın!
Yazının Devamını Oku 1 Eylül 2010
BEN “askeri vesayetten” kaçarken “sivil vesayete” yakalanmamak için referandumda “Hayır” oyu kullanacağım diye yazarken bazı okurlar “O halde askeri vesayeti tercih ediyorsun!” diye yazabiliyorlar. E-posta kullandıklarına göre pekâlâ “okumuş çocuklar” olduklarını kabul etmemiz gereken bu okurların “vesayetsiz” bir rejime akıl erdirememeleri ne kadar acı!
* * *
Referanduma “Evet” diyeceği açık olan; zamanında 12 Eylül yandaşı, şimdi de Hükümet yandaşı bir ağabeyimiz şöyle yazıyor:
“Artık gündemde ‘Devleti ele geçirmek’ yok. Halkı ikna edip ‘Yönetime talip olmak’ var.” (Mehmet Barlas-Sabah-31.08.2010)
Keşke o haklı olsa da; ben de artık devleti ele geçirmek oyunu yerine yönetime talip olma oyunu oynanmaya başlandığına inansam!
Mehmet Barlas yazılarında hiç değinmediği için Hanefi Avcı’nın kitabını okuyup okumadığını bilmiyorum. Ben kitabı okuduğum için referandumda “Evet” de çıksa, “Hayır” da çıksa Mehmet Barlas’a katılamıyorum. Ülkeye sivil vesayet çoktan yerleşmiş!
* * *
Meramımı anlatmak için gelin bugün bazı varsayımlarda bulunalım. Yandaş gazetecilerin Hanefi Avcı’nın iddialarını “bertaraf” etmek için hakkında yarattıkları sıfatların doğru olduğunu düşünelim:
1) Hanefi Avcı demokrasi yolunda hızla ilerleyen Hükümet’e karşı kin, nefret ve haset doludur.
2) Zira, Hükümet bütün yalakalığına rağmen Avcı’ya makam bağışlamamıştır.
3) Bu duruma bozuk çalan Avcı “Balatlı Mişonlar” kitabı ile Siyonizm’in etkisi altına girmiştir.
4) Kitabın zamanlaması dikkate alındığında Hanefi Avcı’nın şan, şöhret, makam, ihale, havuzlu villa, olmadı hiç olmazsa bir gemicik peşinde olduğu açık ve net bellidir.
5) Kitapta hiçbir delil yoktur. “Cemaat” hikâyelerini Avcı geniş muhayyilesi ile uydurmuştur.
* * *
Hanefi Avcı, bu kadar berbat bir insan olsa bile kitabında: (1) İçişleri, Adalet Bakanı, Başbakan Müsteşarı, Başbakan Başdanışmanı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, Özel Mahkeme Başsavcı Vekili ve Emniyet Genel Müdürü’nü konu ile ilgili olarak bilgilendirdiğini (ss. 480-504), (2) 28.01.2010 tarihinde Emniyet Genel Müdürü’nün İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçesini geri çekmesini istediğini (s. 492), (3) Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nda devletin envanterinde gösterilmeyen özel dinleme aletleri olduğunu (ss. 541-542), (4) şahıs ismi ve telefon numarası vermeden, sadece telefon aleti numarası (IMEI) üzerinden İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından bir sürü telefon dinleme izni alındığını 12.01.2010 tarihinde TİB Başkanı’nın Adalet Bakanı’na bizzat bildirdiğini (s.492), (5) kendisinin nasıl illegal dinlendiğini bizzat Adalet Bakanı’na ayrıntısı ile anlattığını, (6) Yargı, Emniyet İstihbarat ve KOM’a yerleşip, kanunları hiçe sayarak illegal dinleme yapan, belgelerde tahrifata başvuran aynı cemaate mensup, ve aralarında “hasımlarını” tasfiye etmek için işbirliği yapan kişiler olduğunu (s. 435), (7) GSM’lerin sadece devlet tarafından dinlenebildiğini, özel dinlemelerin de zaten % 100 yakalanabileceğini iddia ediyor!
* * *
İddia sahibi devletin en önemli Emniyet görevlerinde bulunmuş bir kişi. Adı geçen makamlara verdiği dilekçeler kitapta yer alıyor. Ne oluyor? 8 ay hiç ses çıkmıyor. Devletin İçişleri, Adalet Bakanı, savcılar, müsteşarlar, Avcı’yı kaale, iddiaları da ciddiye almıyorlar! Kimse “saçma iddiaları” inceleyip: “Bütün iddiaları teker teker inceledik, hepsi baştan aşağı yalan, zaten iddia sahibi kin, haset içinde, mevki hırsı ile dolu, bir de üstelik CHP’den milletvekili adayı” diyerek hem devleti, hem Cemaat’i töhmet altında kalmaktan kurtarmıyor.
Kitabı daha basılmadan gözden düşürmüyorlar. Sadece araziye uyup, Hanefi Avcı’yı yok sayıyorlar!
* * *
Mehmet Barlas Abi; sivil vesayetten hâlâ korkmayayım mı?
Yazının Devamını Oku