31 Ağustos 2010
BU köşeyi okuyanlar hatırlar. “Kürt Açılımı” ortaya atıldığı andan itibaren bunun içinin boş olduğunu, AKP tabanının gerçek bir açılıma yer yer tepki vereceği için Başbakan’ın söylem dışında “Kürt Açılımı”na sahip çıkamayacağını iddia etmiştim. Açılım esasında “Kuzey Irak Açılımı” idi ve ABD Kuzey Irak’tan çekilirken, kendisine yardımcı olabilmek için, Kürtler indinde havayı yumuşatmayı hedefleyen bir görüntü idi. AKP iktidarı geçtiğimiz bir yıl içinde açılımın kapağını bile açamadı ve sonunda Kürtleri de, ABD’yi de sukutuhayale uğrattı.
Bu köşede defalarca yazdım. Gerçek anlamda bir “Kürt Açılımı” yapabilmek için başta Başbakan olmak üzere Hükümet’in tüm üyelerinde mangal gibi yürek olması gerekiyor. Bu terimi sonradan bazı köşe yazarları da kullandı.
Mangal gibi yürek sahibi olmak gerekir, zira “Analar ağlamasın!” dileğini bangır bangır dile getirenler: a) zaman zaman devlet adamı rolüne bürünerek kendi tabanlarını karşılarına almak zorundadır, zira b) silahların susması için her şeyden önce elinde silahı tutanla görüşmek, pazarlık yapmak gerekir.
¡ ¡ ¡
Bir yıldır yazıyorum. Eğer, Başbakan gerçekten silahları susturmak isteseydi birilerini PKK ile görüşmek için yetkili kılardı. Tabii ki; Apo ile doğrudan görüşmek şart değildi, muhakkak ki görüşecek kişi veya kişiler Hükümet veya AKP yetkilileri olmayacaktı.
Ancak, PKK ile temasa geçecek kişi(ler)e Başbakan’ın siyaseten sahip çıkması, arkalarında durabilmesi, gerektiğinde onları kamuoyu önünde savunabilmesi gerekiyordu.
İşte bu noktada Başbakan’ın mangal gibi yürek sahibi olması gerekiyordu.
Başbakan geçtiğimiz yıl içinde bu cesareti gösteremedi.
¡ ¡ ¡
Ancak, ne zaman ki referandum konusunda Hükümet “Evet”lerden emin olmamaya başladı, BDP’nin (DTP) son seçimlerde aldığı toplam oyların % 5.2’sine tekabül eden takriben 1.600.000 oy AKP’ye çok cazip gelmeye başladı.
İşte bu safhada PKK ile görüşüldü ancak “Kürt Açılımı” açısından değil, 1.6 milyon oyu “Evet”e çevirmek için!
Açıkçası AKP iktidarı “devlet yetkilileri” üzerinden kendine yönelik çıkarcı bir zihniyet ışığında PKK ile masaya oturdu!
Bu tutum etik olmadığı gibi Kürtler açısından olumlu bir sonuç da getirmeyecektir.
Sekiz yıldır “Kürt meselesi” uğruna hiçbir şey yapmayan Hükümet 3 Eylül’de Diyarbakır’da ne söz verirse versin; matematiksel olarak iktidarını zora sokacak seçim barajını % 10’un altına (% 5-% 7) indirmek katiyen işine gelmez. Zaten barajın indirilmesini Başbakan her seferinde kategorik olarak reddetmiştir.
Genel af, KCK’lıların salıverilmesi, Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik yapmak, hele hele “demokratik özerklik” yolunda anayasal girişimlerde bulunmak genel seçime bir yıldan az süre kaldığı bir ortamda hemen hemen imkânsızdır.
¡ ¡ ¡
Ancak, 3 Eylül’de Diyarbakır Meydanı’nda Başbakan’ın genel-geçer sözler sarf edeceği, bu söylemeleri de kendisine yakın siyasi ve yazarlara verilmiş spesifik sözler olarak yorumlatarak, ağzından doğrudan bir söz çıkmadan “söz vereceği” aşikârdır.
Siyasetin raconu bu!
Bence önemli olan BDP’nin bu sözleri ciddiye alıp almayacağıdır!
Yazının Devamını Oku 29 Ağustos 2010
BENCE önceleri “Türkiye’nin devlet yapısını” deşifre eden iki milat vardı:<br><br>1) Susurluk Kazası, 2) Ergenekon Davası. Artık bunlara bir üçüncüsü eklendi: Hanefi Avcı’nın kitabı “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet-Bugün Cemaat” (Angora Yayınları-2010)
Kim “yok etmek” için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Avcı’nın kitabı ile cin bir kez daha şişeden çıkmıştır, akıl ve vicdanları ikna edecek sonuçlara ulaşmadan cin tekrar şişeye dönmeyecektir.
* * *
Hanefi Avcı “Haliç’te Yaşayan Simonlar”ı deşifre etme çabasına giriştiğinde ne kadar farkında idi bilinmez ama ister istemez medyadaki Simonları da ifşa ediyor.
Türk medyasında; kitabı okumadan tahrifat yapan, yalan söyleyen, okuru aldatmaktan zerre kadar utanmayan bir sürü Simon olduğunu gördüğümde mesleğim adına utandım.
* * *
588 sayfalık kitapta dehşet iddialar var. Ancak, beni ilgilendirenleri şöyle özetleyebilirim:
1) Avcı iddiaları ile ilgili teker teker İçişleri, Adalet Bakanı, Başbakan Müsteşarı, Başbakan Başdanışmanı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, Özel Mahkeme Başsavcı Vekili ve Emniyet Genel Müdürü’nü bilgilendirdiğini, ilgili makamlara orijinal kopyalarını da yayınladığı resmi dilekçeleri verdiğini söylüyor. 8 ay ses çıkmıyor. (ss. 480-504)
28.01.2010 tarihinde Emniyet Genel Müdürü, İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçesini geri çekmesini istiyor. (s. 492)
Görüşme ve dilekçe iddiaları doğru ise, bu konuda hiçbir şey yapmayan kişiler suç işlemiş değiller mi? İddialar yalansa bunu da ortaya çıkarmaları gerekmez miydi?
2) Avcı, Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nda devletin envanterinde gösterilmeyen özel dinleme aletleri olduğunu iddia ediyor. Yukarıda adı geçen yetkililere soruyorum, bu konuda ne yaptınız? (ss. 541-542)
3) Avcı özel şartlarda uygulanan; şahıs ismi ve telefon numarası vermeden, sadece telefon aleti numarası (IMEI) üzerinden İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından bir sürü telefon dinleme izni alındığını 12.01.2010 tarihinde TİB Başkanı’nın Adalet Bakanı’na bizzat bildirdiğini de söylüyor. (s. 492)
Kendisinin nasıl illegal dinlendiğini bütün ayrıntısı ile anlatıyor
Neden Adalet Bakanı bu konuda hiçbir şey yapmadı?
* * *
4) Kitabın çeşitli yerlerinde Avcı GSM’lerin sadece devlet tarafından dinlenebildiğini, özel dinlemelerin de zaten % 100 yakalanabileceğini iddia ediyor. Herkesin dinlenme korkusu içinde yaşadığı bir ülkede bugüne dek illegal dinleme yapan kimler yakalandı?
5) Yargı, Emniyet İstihbarat ve KOM’a yerleşip, kanunları hiçe sayarak illegal dinleme yapan, belgelerde tahrifata başvuran aynı cemaate mensup, ve aralarında “hasımlarını” tasfiye etmek için işbirliği yapan kişiler var mı? (s. 435)
Varsa bunları Hükümet neden ortaya çıkarmıyor? Avcı’nın iddia ettiği gibi bu kişiler Hükümet ve devletteki kilit kişileri de dinliyorlar mı?
6) Polis müdürü Emin Arslan’ı, yürüttüğü uyuşturucu soruşturması kapsamında tutuklatan Özel Yetkili Savcı Mehmet Berk hakkında Hanefi Avcı ağır ithamlarda bulunuyor. Berk’in 7 klasör ve 9 parça CD eklerinden oluşan belgeleri imkânsızı başararak birkaç saat içinde okuyup iddianame hazırladığını, hatta Ankara Savcısı’nın 6 şüpheli gösterdiği dosyada şüpheli sayısını 20’nin üzerine çıkardığını iddia ediyor. (s. 449)
Savcı Berk de iddiaları “yalan ve iftira” olarak nitelendiriyor. (Sabah-28.08.10. s. 27)
Kesin birisi yalan söylüyor ama kim?
Berk kendisini büyük töhmet altında bırakan Avcı’yı mahkemeye verecek mi?
Yazının Devamını Oku 26 Ağustos 2010
Önce bir hakkı teslim etmeliyim. Dün yazdım: “HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişiklik tekliflerini somut gerekçelerle savunacak “evet”çiyi bu köşede kutlayacağım!” Engin Ardıç dünkü Sabah Gazetesi’nde “Halkın anlayacağı şekilde anlatalım” diyerek HSYK’da yapılacak değişiklikleri savunuyor. Her ne kadar, “HSYK’nın yönetim ve temsilinin ait olduğu Adalet Bakanı” ve müsteşarının HSYK’daki özel ve ayrıcalıklı yetkilerinden (yasamanın yargıya açık müdahalesi), belki de “halkın anlayacağı şekilde anlatılamaz” diye düşünerek bir kelimeyle bile bahsetmiyorsa da, kendisini candan kutlarım.
* * *
AKP’nin ülkeyi “sivil faşizme”, “sivil istibdada”, “tek parti diktatoryasına”, “şeriat rejimine” götürüyor diye eleştirildiği bir ortamda AKP’nin hedeflediği yönetim tarzını, ben başından beri ısrarla “sivil vesayet” terimi ile açıkladım.
“Sivil vesayet” tezimi “Türkiye Nereye Payidar?” başlığı altında 3 serilik bir dizi ile 5, 6 ve 7 Ocak 2010 tarihlerinde ilk kez irdeledim. Ayrıca, meramımı daha da iyi anlatmak için 26 Ocak 2010’da “Sivil Vesayet” ve 27 Ocak 2010 tarihinde “Sivil Vesayetin Önlenemez Çekiciliği” başlıklı yazılar yazdım.
Vesayet “vasi” kelimesinden türetilmiştir ve vasi=gözetici, koruyucu, veli anlamına gelir.
Vesayet rejimlerinde ortada “faşist” bir yönetim veya “istibdat” veya “diktatörlük” uygulayarak zora başvuran, açık boyunduruk altına alan bir yönetici yoktur ama “vasi”, vesayeti altındaki furu/teba/mürit vb.’lerini onlara sınırlı bir yetki/özgürlük alanı çizerek yönlendirir.
Furu/teba/mürit velisinin çizdiği sınırların dışına çıkmadığı süre “özgürdür”!
Askeri vesayet altında yaşayan bir ülkede illa askerin darbe yapmış olması, veya yönetimde doğrudan görev alması gerekmez. Asker özgürlüklerin sınırını çizer ve sadece bu sınırın dışına çıkana müdahale eder.
Sivil vesayette ise genellikle halkın çoğunluk oyları ile seçilen bir yönetim vardır. Koyduğu kısıtlamalar belki de çoğunluğu rahatsız bile etmez. Ama sivil vesayete başvuran hükümet azınlığın hukuk devleti ile korunan baki haklarını da kısıtlamaya çalışır.
Sivil vesayet; yürütmenin ivedilikle yargı ve yasama erklerini tamamen kendi sultası altına alması ile başlar. Hukuk devletinin hiçe sayılması ile yerleşir.
Etki-tepki ikilemi içinde genellikle de başka bir vesayete tepki ile gündeme gelir.
Venezülla’nın Chavez, İran’ın mola rejimi hep bir önceki başka bir vesayet rejimine tepkiyle ve halk desteğiyle doğmuştur.
* * *
Adnan Menderes (DP) de tek parti (CHP) sultası ile yerleşen asker-sivil bürokrat vesayetine son vermek üzere büyük halk desteği ile seçildi ama özellikle 1957 sonrası muhalefete ve basına hayat, hatta mahkemelerde kendini savunma hakkı bile tanımadı. Onun sivil vesayeti de tarihe utanç sayfaları olarak geçen ve ülkeyi en az 40-50 sene geri götüren askeri vesayet ile sonlandırıldı.
* * *
Askeri vesayete tepkinin sivil vesayete dönüşme ihtimali bugün de söz konusudur. 12 Eylül Referandumu bu açıdan bir yol ağzıdır. “Milletler layık oldukları idarelere kavuşurlar” şiarı ile gideceği yolu millet belirleyecek!
Son söz: Menderes kendi milletvekillerine “İstersem odunu bile seçtiririm” demişti. Erdoğan da 23 Nisan’ın çocuk başbakanına “İster asar, ister kesersin!” diyor.
Dilerim, tarih tekerrür etmez!
Yazının Devamını Oku 25 Ağustos 2010
ALDIĞIM eğitim gereği somut düşünmek, görüşlerimi gerekçeli ifade etmek zorundayım. Yoksa, öğretmenlerime ihanet etmiş olurum. Dün HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişiklik tekliflerine neden karşı çıktığımı somut gerekçelerle yazdım. Ancak, bugüne dek Referandum’da “Evet” oyu kullanacağını söyleyenlerin HSYK veya Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişikliklerin ülkede özgürlükleri/demokrasiyi nasıl artıracağını savunan gerekçeli bir tek yazısına rast gelmedim. Ya daha az önemli maddelere (Örn: pozitif ayrımcılık) sığınıyorlar, yahut da karşı tarafı etiketleyerek ve genel geçer sözler uydurarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlar.
Bu dönemde daha iyi anlıyorum ki, sokak kedisinin ev kedisine seslendiği gibi yandaşlık zor zanaat!
* * *
Bazıları ise açıkça göz boyamaya çalışıyorlar.
Örneğin Nazlı Ilıcak yazdığı “Hükümet-HSYK İhtilafı” (Sabah-19.08.2010) başlıklı yazısında:
“Referandum sonucu ‘evet’ olduğu takdirde bu sorun kökten çözülecek” diyor ve Anayasa Değişikliği’nde HSYK ile ilgili bir sürü gerekçe sıralıyor. Okurken “Allah, Allah ben bunları nasıl atladım!” diye dertleniyorum ama karşıma aniden Nazlı Ilıcak’ın şu cümlesi çıkıyor:
“Yukarıda belirttiğim hususların hepsi anayasada yer almıyor ama resmi açıklamalara göre, yasal düzenleme anlattığım biçimde gerçekleşecek.”
Meğer Ilıcak değişiklikleri değil, kulaktan duyma dedikoduları yazıyormuş.
“Resmi ağızlara güven gerisini merak etme sen!”
TBMM’den geçen somut maddelere mi “evet/hayır” diyeceğiz, yoksa Nazlı Hanım’a yapılan “resmi açıklamalara” mı?
Söz veriyorum. Görüşüne katılayım, katılmayayım; HSYK ve Anayasa Mahkemesi ile ilgili değişiklik tekliflerini somut gerekçelerle savunacak “evet”çiyi bu köşede kutlayacağım!
* * *
12 yıllığına veya 65 yaşına dek görev yapacak 19 üyenin 3’ünü TBMM’de Hükümet, 3’ünü Hükümet’in sultası altına girdiği için artık “iyi çocuk” olan YÖK, 4’ünü de bundan böyle seçimle işbaşına gelecek Cumhurbaşkanı seçecekse (toplam 10/19) o ülkede “bağımsız Anayasa Mahkemesi”nden bahsedilemeyecektir.
Anayasa Mahkemesi’nin bugünkü halinden ben de memnun değilim. Eğer, yapılan değişiklik ile, hangi kurumlar aday gösterirse göstersin, Anayasa Mahkemesi üyelerinin tümünü TBMM salt çoğunluk yerine (1/2=iktidar partisi) mutlak çoğunlukla (3/5=iktidar+muhalefet) seçseydi, bu değişiklik başımın tacı olurdu.
* * *
Değişiklik teklifi ile, “HSYK’nın yönetim ve temsilinin Adalet Bakanı’na ait olduğu”, kurulacak sekretaryanın Genel Sekreteri’ni atama yetkisi de Adalet Bakanı’nda bulunduğu, müfettişlerin Bakan’ın onayı olmadan soruşturma yapamadığı, 3 daire halinde çalışacak olan yeni HSYK’da dairelerin oluşumu ve işbölümünün kanunla düzenleneceği, böylelikle hükümetin istediği düzenlemeleri yapma konusunda geniş yetkiye sahip olacağı bir ülkede yargı da tamamen yürütmenin sultası altına girer.
Üyeleri yargı erkinin değişik kurumları tarafından seçilse ve 12 Eylül Anayasası’nın dayatması Adalet Bakanı ve Müsteşarı’nın ayrıcalıklı HSYK üyeliği kaldırılsa idi bu madde de başımın tacı olurdu.
Demokrasinin olmazsa olmaz şartı yargı, yasama ve yürütme erklerinin birbirinden bağımsız olmasıdır. Ülkemizde zaten TBMM (yasama erki) iktidar partisinin, hatta liderinin kurduğu Hükümet’in (yürütme erki) ayrılmaz bir parçası!
Şimdi de yargı yürütme tarafından vesayet altına alınmak isteniyor!
Yarın isim babası olduğum “Sivil Vesayet” konusunu irdeleyeceğim!
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2010
Bertaraf edilmemek için: <br> 12 Eylül’e daha 3 hafta ver ama ben tedbirimi şimdiden alıyorum ve bitaraf olmadığımı göstermek için referandumda kullanacağım oyu şimdiden açıklıyorum:Hayır!
“Hayır” oyu kullanan, görev tarifini çocuklara “İster asar, ister kesersin” diye öğreten Başbakan tarafından bertaraf edilmekten kurtulur mu bilemiyorum ama ben yine de önlemimi alayım.
Benim de bir sürü “hayır”cı gibi çok basit bir mantığım var. Bana göre:
1) Anayasa Mahkemesi ve HSYK ile ilgili değişiklikler diğer maddelerdeki değişikliklerden çok daha önemli ve kalıcı etki yaratacaklar.
Yerleştiğini keyifle izlediğim “sivil vesayet” tabirinin sahibi olarak söyleyeyim:
Yazının Devamını Oku 22 Ağustos 2010
BU ülkede siyasette her daim ayakta durabilmenin temel sırrı basit bir varsayıma dayanıyor:<br><br>Türk’ü ile Kürt’ü ile, Sünni’si ile Alevi’si ile, Laz’ı, Çerkez’i, Gürcü’sü, Yahudi’si, Ermeni’si, Rum’u, Arap’ı, Trakyalısı, Akdenizlisi vb. ile bu topraklarda yaşayan tüm insanlar balık hafızalıdır! Bu varsayımın altına bir de babamızın:
“Dün dündür, bugün bugündür!” sözünü eklerseniz zaten siyasetçinin vicdana ihtiyaç duymadığını çok iyi görürsünüz.
* * *
AKP “evet” oyları hakkında ciddi şüphelere düşünce PKK ve BDP’nin yönlendireceği oyları yönlendirmesi gerektiği kararına vardı.
Terör duraklar ve buna karşılık Kürtlerin ağzına bir parmak bal sürülürse; AKP hem Türkler arasında “hayır”ları azaltır, hem de Kürtler arasında “evet”leri artırabilir!
Hesap bu!
PKK yetkilileri ile tabii ki ne AKP, ne de Hükümet pazarlık yaptı.
Murat Karayılan’ın beyan ettiği gibi görüşmeleri devlet yetkilileri yürüttü.
Ancak, devlet yetkilileri siyaseten yönlendirilmeden pazarlık yapamazlar. Siyasi pazarlıkta kafalarına göre takılamazlar.
Görüşmelerden sonra BDP 3 Eylül’de Başbakan’ın Diyarbakır’da yapacağı mitingde vereceği sözlere kilitlendi!
Boykot kararını “evet” oylarına çevirip çevirmeyeceklerine o “sözler”e göre karar vereceklermiş!
* * *
Ben hemen söyleyeyim, 3 Eylül’de Başbakan çok çeşitli sözler verebilir ama genel seçime kadar: i) ne seçim barajı % 10’un altına iner, ii) ne Terörle Mücadele Yasası’nda adım atılır, iii) hele hele ne de demokratik özerklik konusunda mesafe katledilir.
2011 seçiminden sonra da kim öle kim kala!
* * *
Başbakan ne söz verirse versin tut(a)mayacaktır, zira verdiği/vereceği sözleri tutarsa özerklik hassasiyeti yüksek Kürtlerden kazanacağı oyların mislisini kendi tabanını oluşturan milliyetçi hassasiyeti yüksek muhafazakâr Türklerden kaybedecektir.
Başbakan pragmatist bir siyasetçidir!
* * *
Çok yakın geçmişe bakalım. “Şimdi evet oyu verin, Anayasa’nın tümünü sonra değiştireceğim” diyen Başbakan 8 yıldır iktidarda olduğunu hepimizin unutmuş olmasını temenni etmiyor mu?
Bir yıl öncesine gidelim.
ABD’ye verilen sözler çevresinde “Kuzey Irak Açılımı”nı “Kürt Açılımı” diye takdir eden Başbakan daha geçen yaz TBMM’de yaptığı hamasi konuşma ile Kürtleri hüngür hüngür ağlatmadı mı? Ağlattı!
En entel Kürtler bile TV ekranlarında Başbakan’a gözyaşları içinde alkış tutmadı mı? Tuttu!
Ancak, aradan bir sene geçti, tık yok!
Zira, Başbakan’ın tabanı Kürtlerin istediği seviyede “Kürt Açılımı” yapmasına izin vermez!
Başbakan bir sene “Kürt Açılımı” diye esti gürledi, şimdi de Anayasa’nın 26 maddesini değiştirmek istiyor. İlaç niyetine Kürtleri ilgilendiren bir tek madde var mı? Yok!
Ortaya hayatını koymuştu, miting meydanlarında “Kürt Açılımı” ile ilgili tek kelime ediyor mu? Etmiyor!
Hükümet şu geçen yıl içinde DTP’yi (BDP’yi) zerre kadar kaale aldı mı? Hayır!
Ancak merak edilmesin; Kürtler 3 Eylül’de, Diyarbakır’da Başbakan’dan çok hoş sözler duyacaklar, hatta bazı entel Kürtler, “İnşallah Başbakan’ın kulağına gider” temennisi ile tekrar hüngür hüngür ağlayacaklar!
* * *
Kürt vatandaşlar; en son kazığı “Kürt Açılımı” safsatasında yediler!
İnşallah bu kez millete, “İyi de Memet; sen de ‘Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete!’ sözünü hak ediyorsun!” dedirtmezler!
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2010
DÜN yazdım. Bana göre, referandumun siyasi tercih oylamasına dönüşmemesi imkânsız. Birbirine hiç benzemez, anlamı ancak hukuk diliyle teknik analiz yapılarak çözülebilecek anayasa maddelerinin parti tercihi/ideolojik bakış bir kenara itilerek oylanması sadece bir ütopya dünyasında mümkündür.
Bunun içindir ki bir taraf propaganda stratejisini “askeri vesayete son”, diğer taraf da “iktidara güvenoyu vermeyin” sloganlarına indirgiyor.
Bu arada alaturka siyaset boy-soy, Ermeni-Alevi söylemlerine kadar seviyesini küçültüyor.
Bu seviyesizliğe esasında alışığız. Bir dönemde rahmetli Turgut Özal da rahmetli Erdal İnönü için “Boyu uzun aklı kısa” demiş, sonra yaptığı gafı anlamış olmalı ki
“O da bana fitne bücür dese yeridir” diyerek bir laf da kendisine çakmıştı.
Yazının Devamını Oku 18 Ağustos 2010
BAZI yazarlar “Anayasa Değişikliği Referandumu” için liderlerin meydanlarda yaptıkları propagandaların şahsi kavgaya dönüştüğünden, seviyesini giderek yitirdiğinden, konunun özünü teşkil eden 26 maddede yapılacak değişikliğin özüne girilmediğinden şikâyetçiler. Haklılar ama liderlerin başka türlü davranmaları mümkün değil.
Referandumlar her ne kadar parti seçimi değil, belirli bir konuda karar vermek üzere yapılan halkoylaması iseler de, eninde sonunda siyasi partilerin yönlendirmesi altına girerler. Propagandaların siyasi partiler tarafından yürütüldüğü “oylamalarda” vatandaşın, takındığı siyasi tavrın dışında, tercih kullanması pek mümkün değildir.
Hele hele birbirine benzemez 26 maddenin tek bir oyla kabul veya reddedileceği bir halkoylamasında siyasi meşrebe göre oy kullanmamak eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayrıca, en okumuşların ülkesinde bile vatandaşın 26 madde üzerinde yapılacak teknik tartışmaları akılda tutup, ona göre tavır alması beklenemez.
* * *
Bu açıdan bakınca hem iktidarın, hem muhalefetin tepki oylarına sığınmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Onlara göre, ortada bir “garabet” var ve vatandaş “Evet” veya “Hayır” oyu ile o garabetten kurtulacak!
İktidar da muhalefet de, muhtevası farklı ama ortak paydası “garabetten kurtulma stratejisi” olan bir yöntem izliyorlar.
* * *
İktidar, Ergenekon Davası ile başladığı ve sürdürdüğü askeri vesayeti silme çabasını kendi propagandasının ana ekseni olarak görüyor.
Merkeze 12 Eylül’ü oturtması sadece bir tesadüfe dayanıyor. Kendisine “Evet” oyu ile destek çıkacak vatandaşların zihninin arkasında, kendisi hiç değinmese de, 28 Şubat-27 Nisan olduğunu ise pekâlâ biliyor.
AKP’ye kaynaklık eden zihniyet 12 Eylül’de asılan solculara zamanında “Oh olsun!” dedi, asılan milliyetçilere kayıtsız kaldı. Ama ne gam! Millettir bu, unutur gider! İmam hatipler açıyor, Allahsız komünistleri tepeliyor diye Evren’e yağ çeken “Hocalar” bile milletin balık hafızalı olduğu varsayımı ile şimdi “Evet, evet!” diye bağırıyorlar.
Doğrudan İslamcılara saldıran 28 Şubat, 27 Nisan’ın sözü bile edilmiyor ama yine de AKP “12 Eylül”ün çağrıştıracağı tepkinin lehine gelişeceğini düşünüyor.
* * *
Muhalefet kanadında ise CHP de, MHP de oylamayı “hükümete güven oyu” haline çevirmenin peşinde. Onlar da garabeti “iktidar” olarak göstermeye çalışıyorlar.
MHP, Kürt Açılımı komedyasının yarattığı kaos üzerinden politika yapıyor, şehit sayısındaki artışın yarattığı haklı tepkiyi kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Bu tepkinin büyüklüğünden korkan AKP de PKK ile “ateşkes” pazarlığı yapıyor.
CHP ise Kılıçdaroğlu ile başlayan dönemde “Laiklik elden gidiyor” safsatasını bıraktı ve Hükümet’i klasik ama etkili yöntem “yolsuzluk ve yoksulluk” sarmalı ile vurmaya çalışıyor. Hedefinin merkezinde Başbakan’ın “havuzlu villaları” var. Hedefi tek bir noktaya indirdiği için ya sonunda belgeler ile sert darbe vuracak ya da sadece söylemde kalarak etkisini yitirecek.
* * *
Anayasa Değişikliği’nin anlamı hiç mi tartışılmasın?
Bence bu tartışmayı, millet fazla ilgilenmese de, aydınlar yine de yapmak zorunda.
Esas eleştirilmesi gerekenler liderler değil, değişikliği neden benimsediğini veya reddettiğini, mahalle çocuğu ağzı sloganların dışına çıkıp, teknik/analitik seviyede tartışmaktan aciz kalan enteller!
Yazının Devamını Oku