13 Ekim 2010
ERGENEKON Davası ilk adımında hepimizi şaşırttı. Darbecilerden hesap sorulacak diye çok sevindik.
Ancak, bir müddet sonra birbirini tanımayan, hatta birbirleri ile hasım olan insanların ha bire içeri tıkıldığını görünce dava(lar) ile ilgili olarak aklımız karışmaya başladı. Sonradan gördük ki:
1) Davalar esasen Tuncay Güney denen ne idüğü belirsiz bir kişinin yıllardır, nasıl becermiş de elde etmiş ise, tasnif ettiği TSK ve Emniyet ile ilgili belgelere dayanıyor! Bu kişi araba hırsızlığı suçu işledikten sonra, adi suçlu olduğu halde, ABD’den 10 yıllık vize alıyor. Şimdi Kanada’da haham yardımcılığı yapıyor. Yerseniz!
2) Hepimizi utandırmak adına Gareth Jenkins adlı bir Galli gazeteci üşenmedi, binlerce sayfa tutan Ergenekon İddianamelerini okuduktan sonra hazırladığı “Türkiye’nin Ergenekon Soruşturması: Gerçekle Fantezi Arasında” başlıklı raporda iddianamelere yön veren bir sürü yanlış/yalan/yanıltıcı/çelişkili madde sıraladı. Aklımız iyice şaştı.
3) Kanser hastası Türkan Saylan hanımefendinin evi sabaha karşı basıldı, ölümle pençeleşen insana her türlü eziyet reva görüldü. Vicdanlar o gün sustu. Kadıncağız birkaç ay sonra Allah’ın rahmetine kavuştu.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2010
FETHULLAH Gülen Cemaati/Hareketi’ni 28 Şubat sürecinde tanıdım. Hareketin temel vasıflarını: i) formal eğitime ve bilime verilen özel önem, ii) her türlü farklılığa hoşgörü, iii) her koşulda, herkesle diyalog, iv) güzel ahlakın yüceltilmesi, v) tüm partilere aynı mesafede durarak siyaset üstü kalma gayreti olarak algıladım. Hareketçi dostlarımda engin bir hoşgörü gördüm, demokrasiyi/laikliği yücelten konuşmalarına defalarca tanık oldum.
2007’den sonra ise Gülen Hareketi bana balıklama siyasete girme gayreti içinde gözüktü!
Önemle Ergenekon Davalarında ortaya çıkan hukuk dışı dinlemeler, uyduruk şahitler, iddianamelere ilave edilen yalan/sahte belgelerin arkasında Hareket’e yakın savcı, hâkim ve emniyet mensuplarının olduğu iddiası beni çok rahatsız etti.
Kim düzenledi bilemem ama rahmetli Türkan Saylan’ın evine sabaha karşı yapılan baskın beni sonunda isyan ettirdi.
* * *
Hiç kimse inkâr edemez ki Hanefi Avcı’nın kitabındaki iddialar Fethullah Gülen Hareketi’ne bugüne dek indirilmiş en ağır darbedir.
Sokaktaki insan şimdi Hareketi sorgulamaktadır. Ben şahsen bu konuda kaç defa yolda durdurulup, hatta referandumda “Evet” dediği sohbet sırasında ortaya çıkan insanların samimi soruları ile karşılaştım.
Adının yazılmaması ricası ile, Hareket’e gönül verdiğini beyan eden ama bana sorgulayıcı e-mektup yollayan bir sürü okurum var.
Bence Hareket açısından en önemlisi; Hanefi Avcı’nın Hareket hakkındaki iddialarını sorgulayan Avrupalı ve ABD’li gazeteci sayısının her geçen gün artıyor olmasıdır.
* * *
Hanefi Avcı’nın iddiaları doğru olmayabilir. Belki, tüm iddialar tamamen hayal mahsulüdür, belki de iddialar doğrudur ama Hareket’i hedef gösterirken yanılmaktadır.
Ancak, Avcı’nın iddialarını taşıyan dilekçelerine 9 ay anlamlı bir cevap verilmemesi onun elindeki en büyük kozdur.
Halbuki, iddiaları en başından çürütül(ebil)seydi, kitabı bu kadar dalga etkisi yapmazdı.
İddialar ile ilgili olarak Fethullah Gülen en başında:
“Eğer iddialar doğru ise muhatapların benim dostlarım olması imkânsızdır. Her kimler ki bir başkasını hukuk dışına çıkarak dinliyor, itham ediyorsa onu lanetliyorum” mealli bir açıklama yapabilseydi, iddialar bu kadar alevlenmezdi.
* * *
Tam tersine, bugün itibari ile Hanefi Avcı ve ona destek veren gazetecileri itibarsızlaştırma gayreti içine girilmesi çok kötü geri tepmiştir.
Eline tutuşturulan “Hanefi Avcı aleyhtarı dokümanları” ha bire yayınlayan Nazlı Ilıcak, konuşurken ne dediği katiyen anlaşılmayan Önder Aytaç gibi insanlar Fethullah Gülen Hareketi’ne değil yardımcı olmak, Hareket’i “kumpas kurmakta ısrar eden” bir gayret içinde göstermektedirler.
Milliyetçi-maneviyatçı Hanefi Avcı’nın komünist-terörist örgüte yardım ve yataklık ettiği iddiası ile başlayan itibarsızlaştırma hareketi ne akla ne de vicdana hitap edemediği için daha ilk günden ters tepmiştir.
Üstelik, Hanefi Avcı çok ama çok kötü bir insan olsa bile bu durum onun iddialarını ortadan kaldırmayacaktır!
* * *
Ben eylemleri uluslararası arenada sorgulanmaya başlamak yerine, uluslararası arenada takdir edilmeye devam eden bir Gülen Hareketi görmek istiyorum!
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2010
TANIDIĞIM günden beri Ali Bulaç katı İslam anlayışı ile dikkatimi çekti. Sanki “Allah korkusu”nu “Allah sevgisi”ne tercih eden bir anlayış içindeydi. Kadınları ayrı bir kategoride değerlendirmesi, zamanında “çok hukuklu” bir zırvayı savunması bana hep ters düştü. Ancak, kendisini samimi bir insan olarak tanıdım. Katılığını hep hoş görmeye çalıştım. Ne de olsa özümde Rumelilik var!
* * *
Ben okumamıştım. Mehmet Y. Yılmaz yazınca farkına vardım. (“Evladı Fatihan nedir bilmez onlar” - Hürriyet - 6.10.2010)
Ali Bulaç 20 Eylül 2010 günü Zaman’da “Şerit üzerindeki Kürt nüfus” başlıklı bir yazı yazmış ki, herhalde Hitler ve Mussolini okuyunca mezarlarından “Biz öldük ama fikirlerimiz hâlâ ayakta!” diye bağırmışlardır.
Yazının başlığına bakıp da Kürt dostlar telaşlanmasınlar.
Ali Bulaç referandumda “Evet” oyu kullanan Rumeli-Kafkas Türklerine çatıyor. Evladı Fatihan’ın Türk olmadığını iddia ediyor.
* * *
Utanmadan ve sıkılmadan şöyle yazabiliyor:
“... AK Parti, hem açılımın arkasında duruyor, hem hâlâ Kürt seçmenin neredeyse % 75’inin oyunu almaya devam ediyor. Bu Akdeniz, Trakya, büyük kentler ve Karadeniz’de ‘Kürt etnik kimliği’nin tanınmasıyla, bugüne kadar çeşitli avantajlar ve kamusal ayrıcalıklar sayesinde sahip oldukları ‘resmi Türk kimliği’nin sarsıntı geçireceğinden kaygı duyan kesimlerin tepkisine yol açıyor.
‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ formülünü kabul edip kolayca ‘resmi Türk kimliği’ni -resmi anayasal Atatürk milliyetçiliğini- benimseyenlerin önemli bir bölümünün etnik köken olarak Türk olmayıp Balkan göçmeni, mübadili veya Kafkas muhaciri olması anlamlıdır...
Ancak sahil şeridindeki tepki, Cumhuriyet’in kuruluşuyla elde edilen tarihsel avantajların ve ayrıcalıkların paylaşılmasına gösterilen bir tepkidir... Büyük ölçüde Balkan göçmeni, mübadili ve muhaciri olan bu kesimlerin ilk defa alenen tepki göstermelerinin gerisinde iş piyasası ve istihdam alanındaki daralma.. kaygısı da rol oynamaktadır.”
* * *
Referandum sonuçlarını yorumlarken ilk defa bir ırkçı (faşist) yaklaşım görünce Ali Bulaç’a karşı hoşgörüm bir Rumeli Türk’ü olarak duraklama dönemine girdi ve aklıma şu sorular takıldı:
1) Yaradılanı Yaradan’dan dolayı seven Ali, bu “dışlayan”, “ötekileştiren” yazını yazarken zerre kadar akıl ve vicdan ölçüleri kullandın mı?
2) Yazında kullandığın “kökeni sahiden Türk” ve “etnik Türk” terimlerini hangi bilimsel veriye dayandırarak uydurdun? Kafatası mı ölçtün, soyağacı mı çıkardın? Kim “kökeni sahiden Türk”, kim “mahsusçuktan Türk”tür?
3) Sufi gelenekten gelenler seni neden bu kadar rahatsız ediyor? Yoksa onları Müslüman da mı saymıyorsun?
3) “Köken” senin için neden bu kadar önemli?
4) “Kökeni sahiden Türk” olmayanların topyekûn “Hayır” oyu kullandığını nereden biliyorsun? Örneğin Trakya’da “Evet” oyu kullanan kitle çakmaların arasına sızmış halisler mi?
5) “Ne mutlu Türk’üm!” diyen Atatürk de “bizden” olduğuna göre işine geldiği için bu lafı uydurmuş olabilir mi?
6) Köşe komşun Rumeli kökenli Hüseyin Gülerce de mi çakma Türk?
7) İş piyasası ve istihdam alanında avantalarını kaybedenlerin sosyolojik analizi ne zaman yapıldı?
8) Bugüne dek basit bir özrü bile çok gördüğüne göre, hadi yazıyı hasede kapıldın da yazdın, sonradan hiç mi kalbinin bir yeri sızlamadı?
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2010
80’li yıllarda Turgut Özal’ın Türkiye ekonomisini dünya ekonomisi ile entegre etme gayretleri Anadolu’da, o döneme dek, ticaret ve KOBİ seviyesinde üretim yapan işadamlarının doğrudan dünya ile rekabete dönük sanayicilere dönüşmesine neden oldu. Bu insanlar genellikle muhafazakâr hayat tarzını benimsemiş insanlardı. Ancak “dünya şartlarını” çabuk öğrendiler ve kendilerini rekabete kolaylıkla açtılar.
Kâh Anadolu Kaplanları, kâh Anadolu Aslanları adı takılan bu “yeni burjuvalar” AK Parti, Hoca’nın dar antikapitalist kalıbından çıkıp kapitalist üretim sürecini benimsediği ve muhafazakâr hayata tarzı ile mecz etmeye çalıştığı için bu partiye meylettiler.
Öte yanda genellikle İstanbul merkezli “klasik burjuvalar” ilk kurulduğunda AK Parti’ye soğuk durdukları gibi, bazı tezlere göre “28 Şubat süreci”ne “yeni burjuvalar”a siyasette set çekmesi için destek verdiler.
1980-2000 döneminde Türkiye muazzam bir transformasyondan geçti ama bu değişimin bilimsel tespiti, dolayısıyla “yeni burjuvalar” (Anadolu Kaplanları) ile “klasik burjuvalar”ı (TÜSİAD) arasında üretime katkı, siyasal yaklaşım, hayat tarzı gibi konularda ne gibi “ayrıştıran” farklar olduğu tam saptanamadı.
Değişimi görüyoruz ama boyutlarını tespit edemiyoruz.
* * *
Bu konuda zihin açıcı bir girişim TÜSAİD’ın yayınladığı Görüş adlı dergide Prof. Dr. Ayşe Buğra ile yapılan söyleşi ile şekil buluyor. Ben Milliyet’te (06.10.10) yayınlanan özeti okudum. Prof. Buğra “eski-yeni merkez” ayrımı yapıyor.
Eski merkez, zamanında devlet eliyle yaratılmış olan ancak büyüdükten sonra özerkliğini kazanan ve devletten bağımsız hareket eden Cumhuriyet döneminin köklü sermayesini, ağırlıklı olarak İstanbul, Ankara, Bursa gibi merkezlerdeki sermayeyi temsil ediyor. Özellikle TÜSİAD çatısı altında örgütlenmiş olan büyük sermayenin temsilcileri. Buğra’nın “devlet eliyle yaratılmış bir burjuvazi” olarak nitelediği bu grup, 1990’lı yıllarda devletten bağımsız hareket edebilen ve demokratikleşme yönünde tavır alabilen bir hal almış.
Buğra’ya göre yeni merkezi ise son dönemde sanayideki toplam katma değerdeki payı ciddi anlamda artan iller oluşturuyor. Bunlar arasında da Kayseri, Konya, Kahramanmaraş, Denizli ve Gaziantep öne çıkıyor. Muhafazakâr MÜSİAD’ın ise İstanbul’da çok üyesi olduğunu söylüyor.
Milliyet’te Melis Şenerdem’in bildirdiğine göre:
“Ekonomi siyaset ilişkisi basit değil” başlığıyla yayımlanan söyleşide Buğra, sermayenin rengi olabileceğini, ama şematik bir ayrıma gitmenin konuyu basitleştirmek anlamına geleceğini söylüyor.
Buğra’nın temel savı, Türkiye’de laik kimliğe sahip çıkan, uluslararası sermaye ile entegre “eski merkez” ile muhafazakâr kimliğiyle bilinen “yeni merkez” arasında girift ilişkiler olduğuna, birbirlerinden yağ ve su kadar kolay ayrışmadıklarına dayanıyor.
Ayşe Buğra, siyasetin sermayenin duruşunu, bakışını ve var oluşunu çok ciddi bir biçimde biçimlendirdiği görüşüne katılıyor. Türkiye’deki siyasi kutuplaşmanın iş dünyasına da yansıdığını belirten Buğra, “Hükümet bu ayrım doğrultusunda, üniversitelere,... medyaya müdahale ettiği gibi, belki de bir korunma içgüdüsüyle, her yerde kendine yakın grupların oluşması yönünde hareket etti. Yeni sermaye gruplarının ortaya çıkmasında rol oynadı ve sermayenin yapısını değiştirmekte etkili oldu” diyor.
* * *
Değişimin sancılarını yürekten hissettiğimiz bu dönemde sancının temel bir yönüne ışık tutan Prof. Dr. Ayşe Buğra’ya çok teşekkür ederim. Dilerim tartışmanın ardı gelir.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2010
HUKUK vicdanın rahminde akıl tarafından döllenir. Akılsız hukuktan vicdansız kanun doğar.
Vicdan ve akıl insana ait fıtratlardır.
Bu hasletlere sahip olmayanlar da hukuktan bahsederler. Ama onlar esasında biat ettikleri otoriteye tabidirler.
Onlara göre, otorite mutlak hâkimdir. Alan ve veren odur!
O halde; otorite ne derse hukuk onlara göre odur!
* * *
Vicdanı olmayanın aklı, aklı olmayanın da vicdanı olmaz.
Daha ileri gidelim, akıl kullanmayanın imanı da olmaz.
Zira, akla hitap edilmeden gönüle girilmez.
* * *
Milliyetçi-maneviyatçının her nedense terörist-komüniste yardım ve yataklık ettiği iddiası akla ve vicdana uymadığı için toplumda genel kabul görmez.
Halbuki, iddiayı oluşturanlar milliyetçi-maneviyatçının Türk-İslam sentezine uygun bir örgüte yardım ve yataklık ettiğini söyleselerdi, vicdana olmasa bile belki akla daha fazla hitap ederlerdi.
* * *
Vicdan ve akıl kullanılsaydı...
Milliyetçi-maneviyatçının terörist-komünist ile yaptığı telefon konuşmalarını yayınlayan gazeteci “Abla! Bunlar neden sana servis veriyorlar?” sorusuna akıl ve vicdan ile cevap veremeyeceğini bilirdi.
“Milliyetçi-maneviyatçı isim versin!” diye ahkâm kesen hımbıl esasında kitabı okumadığını ilan ettiğini, böyle yaparak okurun aklına hakaret ettiği gibi kendi vicdanının da kapalı olduğunu ayana beyan ettiğini bilirdi.
* * *
Ne ile suçlandıklarını bilmeden 3 yıla yakın süredir Silivri’de yatanlar için, kendilerinin suçlu olduğu önkabulünü taşıyanların bile sonunda vicdan ve akılları ile tutukluluk halinin esas cezaya dönüştüğünü çözmeleri fazla zaman almadı.
Sonunda “Silivri’nin savcısının” dava arkadaşı bile TBMM’de aklen ve vicdanen durumu kabullenemediğini ilan etti!
Silivri’de sanığı suçlayan savcılar ise iddianamelerinde o kadar çok akıl hatası yaptılar ki, önce insanları güldürdüler sonra vicdanları küstürdüler.
* * *
Akıl ve vicdan bir arada susarsa ne olur?
Ar damarı çatlar!
Rahmetli dedem “Bir adamın ar damarı çatlamışsa ondan korkulur, ondan kaçılır” derdi.
Ben de çocuk aklımla “Dede ar damarı vücudun neresindedir?” diye sorarak aklım sıra cinlik yapardım.
Ar damarının yerini hâlâ bilmem.
Ama ar damarı çatlamış adamı görünce anında tanır ve ondan apar topar kaçarım.
* * *
Akıl ve vicdan bir arada neden susar?
Ar damarı ne zaman çatlar?
1) Cukka hırsı ayyuka çıkınca.
2) Şahsiyet, makam/şan/şöhret uğruna ayaklar altına alınınca.
3) Otoriteye itaat tek öğreti olunca.
4) Sofradan doymadan kalkmak zamanında öğrenilmeyince.
5) İnsan fıtratında imtihan için var olan haset, intikam gibi duygular insanı teslim alınca.
6) “Bugün”ün “yarın”a gün sonunda teslim olacağı unutulunca.
* * *
Akıl ve vicdanını yırtıp koparmışlardan korkun.
Hele hele ar damarı çatlamışı görünce kaçın!
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2010
DÜN bir grup insan, Hanefi Avcı’nın tutuklanmasını protesto etmek amacı ile Beşiktaş Adliyesi önünde toplandık. Muazzam bir çelişki dikkatimi çekti. Hanefi Avcı’ya sahip çıkanlar, belki de onun zamanında “işkence” yaptığı solculardı. Aralarında sadece ayrıkotu gibi ben vardım. Attıkları zaman mangalda kül bırakmayan “demokrat” ve “liberaller”den eser yoktu. Hatta Hanefi Avcı’nın zamanında fikir birliği yaptığı milliyetçi-maneviyatçılardan da protestoya hiç ilgi yoktu.
Demek ki, ya milliyetçi-maneviyatçı Hanefi Avcı nasıl oluyor da komünist-terörist örgüte yardım ve yataklık ediyor diye sorgulayan bir Allah’ın kulu “demokrat”, “liberal”, “milliyetçi-maneviyatçı” yok...
Ya da Haliç’in pis kokularını bazı “demokratlar”, “liberaller”, “milliyetçi-maneviyatçılar” artık duymuyorlar!
* * *
Bir kısmının açık ifadelerine göre Hanefi Avcı’nın kitabı dikkatlerini hiç çekmemiş. Zaten “doğruyu söylemek dünyanın en kolay işi” imiş. Örneğin, Hrant Dink en kolay yolu seçtiği için mezarında yan gelmiş yatıyor!
Bir kısmı “intikam”dan bahsediyor. Diğerleri “çapkınlığına” saldıracak kadar seviye düşürüyor.
Bazıları ellerine tutuşturulan gizli dinleme tutanaklarını yayınlıyor.
Kimileri “çapkınlığı” önemli değil ama “işkence” yapmış olması çok önemli diyor.
* * *
Efendiler! Hanefi Avcı’nın kitabındaki iddialarını neden görmezden geliyorsunuz?
Kitap uzun olduğu için “efendiler” ellerine tutuşturulan kısa metinlere mi itibar ediyorlar, yoksa “entellik” gereği birkaç satır yazmış olmak için içi bomboş yazılar mı yazıyorlar?
* * *
Ne iddia ediyor Hanefi Avcı?
1) Kendisinin iki özel telefonu iki genç adına alınan illegal istihbarat izni ile dinleniyor. (Yandaşlara servis edilen telefon dinleme metinleri Devrimci Karargâh Örgütü üyesi(!) Necdet Kılıç’ın dinlenen telefonundan aktarmalar.) Avcı’ya göre 4.000-5.000 kişi şahıs ismi ve telefon numarası verilmeden, sadece telefon aleti numarası (IMEI) üzerinden dinleniyor.
2) Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nda devletin envanterinde gösterilmeyen özel dinleme aletleri var.
* * *
Bu 2 vahim iddia ile ilgili olarak Avcı, İçişleri, Adalet Bakanı, Başbakan Müsteşarı, Başbakan Başdanışmanı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, Özel Mahkeme Başsavcıvekili ve Emniyet Genel Müdürü’nü şahsına yönelik gizli ve illegal telefon dinlemeleri ile ilgili olarak bilgilendirdiğini de iddia ediyor.
* * *
1) Şikâyetleri ile ilgili olarak İçişleri Bakanlığı’na 06.01.2010 tarihinde kitabında metni bulunan bir dilekçe vermiş (ss. 488-492). Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal ise 28.01.2010 tarihinde dilekçesinin “Bakan müfettişlerin kontrol edilemeyeceğinden endişe ediyor” gerekçesi ile işleme konulmadığını söylüyor ve iade ediyor. (ss. 502)
* * *
2) Avcı 12.01.2010 tarihinde Adalet Bakanlığı’na da yine metnini kitabında yayınladığı başka bir dilekçe veriyor ve aynı gün Adalet Bakanı ile görüşüyor. Dilekçesine tam 80 gün sonra, 31.03.2010 tarihinde “Dilekçeniz 25.03.2010 tarihinde işleme alınmıştır” diye sade suya tirit bir cevap geliyor. (ss.493-97)
* * *
Her iki Bakan’a bu köşeden bilmem kaçıncı defadır soruyorum:
Bu dilekçeler ile ilgili neden hiç işlem yapmadınız? İşlem yapmayarak hukuk devletini ayaklar altına almış olmuyor musunuz?
Haliç’teki kokulara sadece burunları değil, vicdanları da kapanan “demokrat” ve “liberaller”e de soruyorum:
Hükümete benzer soruları sormak ne zaman aklınıza gelecek?
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2010
TÜRMEPA (Deniz Temiz Derneği) Genel Müdürü Levent Ballar tam 52 yıllık arkadaşım. İlkokuldan beri dostuz. O denizlere gönül vermiş bir insan. Denizlerimiz için çok iyi işler yapıyor. Biz hoyrat bir milletiz. Allah’ın nimetlerini insafsızca tüketmeyi hüner sayıyoruz. Ama iyi ki Levent Ballar gibi insanlar var! Onlar bizim adımıza doğadan özür diliyorlar, doğanın yaralarını sarmaya çalışıyorlar.
TÜRMEPA beni bu hafta sonu dünyada her yıl 1 Ekim günü kutlanan “Kıyı Günü” için Fethiye’ye davet etti. Kıyı Günü seminerinde tartışılan konuları komşum Yalçın Bayer köşesinde çok güzel anlatıyor.
Levent bana yolda Fethiye’de çok ilginç bir arkadaş ile tanışacağımı belirtti:
Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatcı!
Onun ne kadar farklı bir Belediye Başkanı olduğunu, TÜRMEPA olarak kendisi ile ne kadar rahat çalıştıklarını uzun uzun anlattı.
Ben Behçet Saatcı’yı gördüğüm an sevdim. Zira, gözlerinin içi devamlı gülen insanlar hep güzel insanlardır. Güzel insanlar da güzel işler yaparlar.
* * *
Yerel yönetimle konusunda uzman komşu-dostum Yalçın Bayer’in benim de gönülden katıldığım gözlemlerine göre:
Fethiye Belediye Başkanı Behçet Saatcı, MHP’nin ‘yüzakı’ belediye başkanlarından. Gerçekten bir Avrupa kentine dönüştürmüş Fethiye’yi. Üç dönemdir başkanlıkta bulunan Saatcı, AB’den ödül aldığı arıtma tesisi ile Körfez’i kirlilikten kurtarmış. 3.5 kilometrelik bir sahil bandı ile kentin yüzünü denize döndürmüş. Kadın Konukevi, dar gelirlilere toplu konut, huzurevi, kültür merkezi, 350 teknelik marina, ışıklı şehir stadı, otogar, itfaiye binası inşa etmiş.
Her yıl 10 bin öğrenciye 30 bin kitap dağıtan Saatcı kenti için “Turizmin yükselen ışığı” sloganını kullanırken, “Seçimle gelen insanların mazeret lüksü yoktur” sözü siyasilerin üzerinde çok dikkatli durması gereken bir çalışma adabını özetliyor.
* * *
Benim ayrıca anlatmama gerek yok. Fethiye’nin güzelliği karşısında insanın nutku tutuluyor. Ama, Behçet Saatcı bu pırlantayı değerlendirmeyi çok güzel beceriyor. Fethiye’nin bize cennetin sureti olarak Allah’ın emaneti olduğunun o bilincinde.
* * *
Akdeniz’in doğa harikası ilçesi Fethiye, 1957’de meydana gelen 7.2’lik bir depremle yerle bir olmuş. Fethiye’yi bugünkü modern haline getiren Behçet Saatcı da aynı yıl doğmuş. Marmara Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünü bitirmiş. 1987 yılından 1999’a kadar Fethiye’de toplu konut işi yapmış.
1999 yılında Belediye Başkanlığı görevine MHP saflarında başlayan Behçet Saatcı, 2004 ve 2009 seçimlerini de kazanarak, 1874 yılında kurulan Fethiye Belediyesi tarihinde ilk kez üst üste üç seçim kazanan belediye başkanı unvanının da sahibi olmuş.
Ertuğrul Özkök 23 Mayıs 2009 Cumartesi günü Hürriyet Gazetesi’nde yazdığı “Fethiye’de Balina Gördüm” başıklı köşe yazısında Behçet Saatcı hakkında
“MHP hakkında, ‘Ülke yönetebilir mi?’ endişesi olanlar, gidip bu partinin bir üyesinin şehrini nerelere yükselttiğini görmelidirler. Türk siyasetinin gerçek başarı performansı yerel yönetimlerde atıyor” diye yazıyor.
* * *
Gözlerinin içi gülen insanlar güzel insanlar olur. Güzel insanlar çevrelerine hep pozitif enerji saçarlar. Bu insanlar girdikleri her yeri güzelleştirirler.
Behçet Saatcı ve Levent Ballar Türkiye için “güzel” bir ikili oluşturmuşlar!
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2010
ÖNCE şu cümleyi okuyun:<br><br>30 yıllık emniyetçi, milliyetçi-maneviyatçı Hanefi Avcı komünist terör örgütüne yardım ve yataklık etmek suçlarından mahkemece tutuklandı! Eğer bu cümleye zerre kadar itibar ediyorsanız, bu yazıyı okumayın.
Sizi kendi akıl ve vicdanınızla baş başa bırakıyorum!
* * *
Ben ise iddia ediyorum. Rahmetli Türkan Saylan’ın evini sabaha karşı basan güçler ilk vahim hatalarını yapmışlardı. Şimdi Hanefi Avcı’yı tutuklatan aynı güçler ikinci vahim hatayı yaptılar. Amaç, onun iddialarını unutturmak için kendisini itibarsızlaştırmak! Ama sanırım, sonunda esas itibarsızlaşan avcıyı avlamaya çalışanlar olacak! Tıpkı, Türkan Saylan olayında olduğu gibi!
Taktik açık. Dikkatleri bu tutuklamaya çekerek, tutuklama sayesinde zihinleri bulandırmak, Avcı’yı da susturmak. Bu gayrette olanlara bazı köşe yazarları da hemen destek vermeye başladılar. Örneğin, Sabah’ta Nazlı Ilıcak “Avcı Davasında Akla Takılan Sorular” (29.09.10) başlıklı yazısında “Avcı Davası” ile onun vahim iddiaları arasında bağlantı kuran hiçbir soru sormuyor ama Avcı’nın “terör bağlantısı”nı sorgulayan çeşitli sorular arasında şu soruyu sorabiliyor:
“Hanefi Avcı, niçin cemaati suçluyor? Gülen cemaati, hangi sebepten dolayı Hanefi Avcı’yı kötü duruma düşürmek istemiş olsun?”
Ilıcak’ın mantığına göre birinin birini suçlaması için ona garez duyması, ondan intikam almaya çalışması lazım. Bizzat görevi suçlu aramak olsa bile!
Kimse kimseyi sadece ve sadece suç işlediği için suçlayamaz!
El insaf be Nazlı Hanım!
* * *
Diyelim ki Hanefi Avcı Gülen Camaati’ne karşı intikam peşinde. Diyelim ki, üstelik hem kızıl komünist, hem de terörist!
Bütün bunlar Avcı’nın vahim iddialarını ortadan kaldırmaz ki!
İddia ediyorum, ahkam kesenlerin çoğunluğu ünlü kitabı okumadılar.
Dördüncü kez yazıyorum. Hanefi Avcı kitabında:
1) İçişleri, Adalet Bakanı, Başbakan Müsteşarı, Başbakan Başdanışmanı, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, Özel Mahkeme Başsavcı Vekili ve Emniyet Genel Müdürü’nü şahsına yönelik gizli ve illegal telefon dinlemeleri ile ilgili olarak bilgilendirdiğini,
2) 28.01.2010 tarihinde Emniyet Genel Müdürü’nün İçişleri Bakanlığı’na verdiği dilekçesini geri çekmesini istediğini,
3) Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı’nda devletin envanterinde gösterilmeyen özel dinleme aletleri olduğunu,
4) Şahıs ismi ve telefon numarası vermeden, sadece telefon aleti numarası (IMEI) üzerinden İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından bir sürü telefon dinleme izni alındığını 12.01.2010 tarihinde TİB Başkanı’nın Adalet Bakanı’na bizzat bildirdiğini,
5) Yargı, Emniyet İstihbarat ve KOM’a yerleşip, kanunları hiçe sayarak illegal dinleme yapan, belgelerde tahrifata başvuran aynı cemaate mensup ve aralarında “hasımlarını” tasfiye etmek için işbirliği yapan kişiler olduğunu, iddia ediyor.
Kitaptaki en vahim iddia; geri çekmeyi reddettiği 2 dilekçeye 8 ay boyunca İçişleri ve Adalet Bakanı’nın bigane kaldığıdır! Dilekçeleri örtbas edilmiştir.
Devlet içindeki illegal yapılanmaya esasen İçişleri ve Adalet Bakanı yardım ve yataklık etmiştir!
Hukuk devletini inşa etmek için bir an evvel bu iddialara cevap bulmak gerekmektedir!
İsteyen ayrıca, Hanefi Avcı’nın terörist-komünist olduğuna inansın!
Yazının Devamını Oku