17 Ağustos 2010
ÇOĞUMUZ okul çağlarında havuz problemlerinde zorlanmışızdır. Bir yanda su havuzun içine, diğer yanda da havuzdan dışarı akar. Suyun birim ölçümde (dakika-saat) içeri ve dışarı akış miktarına göre havuzun ne kadar sürede dolacağını hesaplamak da öğrencilere düşer.
Tabii ki, içeri akan (girdi), dışarı akandan (çıktı) fazla olacaktır ki havuz dolsun!
Havuz problemleri siyasette daha da zordur. Zira, okuldaki havuz probleminde havuza suyun nereden aktığı veya suyun havuzdan nereye kaçtığı hiç önem arz
etmez ama siyasette can alıcı konu değirmenin suyunun nereden geldiği ve nereye gittiğidir.
Hele hele havuzun/değirmenin başında oturan atanmış veya seçilmiş kamu görevlisi ise!
* * *
Pazar ekonomisin ana teorisyenlerinden Milton Friedman paranın kime ait olduğu ve kim tarafından harcandığı konularının ekonomiye yön veren fiyat-kalite ikilisini nasıl etkilediğini pek güzel ifade eden ünlü dörtlü karşılaştırmasında “Başkasının parasını başkası için harcayan” atanmış veya seçilmiş kamu görevlilerinin
ekonomik değerleri nasıl hiçe saydıklarını açıklar.
Hele hele, Türk deyişiyle bir de “Bal tutan parmak yalar” ise iş iyice zıvanadan çıkar.
* * *
Bu şüphe ile tüm siyasiler mali açıdan daima sorgulanırlar. Hele hele Başbakanlar bu sorgulamadan hiç kaçamazlar. Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz ve hatta Ecevit çeşitli dönemlerde haklı haksız sorgulanmışlardır.
Eşyanın tabiatı gereği Recep Tayyip Erdoğan da sorgulanacaktır.
* * *
Başbakan’ın 2010 mal varlığı beyanına göre 2.366.000 TL nakit parası, 500.000 TL alacağı varmış.
Recep Tayyip Erdoğan kardeşi ve akrabalarıyla ortak olduğu Emniyet Gıda’yı tahminlere göre 3.000.000 TL’ye Ülker’e satmış. Mal varlığının ana kaynağı buradan oluşuyormuş.
Erdoğan’ın 2009 yılı mal varlığına göre banka hesaplarında 1.361.000 TL ve 120.000 dolar gözüküyormuş. Hiçbir gayrimenkulünü satmamasına rağmen bir yılda bankadaki parası bir yıl önceye göre 1.360.000 TL artmış. Artış oranı % 70’in üzerinde imiş. (Yavuz Semerci-Habertürk-15.08.2010)
* * *
Başbakan ve ailesi Çamlıca’daki villalarda kirada oturuyorlarmış. Yukarıda Yavuz Semerci’den aktardığım döküme göre Başbakan’ın havuzlu villaların kirasını, elindeki nakitle karşılayabilmesi çok doğal. Ödeme kabiliyeti yönü ile bir sorun gözükmüyor.
Ama ortada yine de bazı sorular var.
İddiaların çevresinde akıllara takılan sorular şunlar:
1) Söz konusu villaların inşa edildiği arsanın ortasından önceleri hazine arazisi geçiyor muydu?
2) Hazine arazisi bir şekilde bir yerlere aktarılıp, sonra da ana parçayı satın alan kişi(ler)e satıldı mı? Satıldıysa kim(ler)e, kaça satıldı?
3) İnşaatları kim yaptı?
4) İnşaatları yapan müteahhit şirket(ler)in devlet ve belediyeler ile işleri var mıdır?
5) Erdoğan ailesi bir tek mi, yoksa daha fazla miktarda villayı mı kiralamıştır?
6) Koskoca bir ülkenin Başbakan’ı herhalde kira ödemelerini elden-kayıt dışı yapmıyordur? Başbakan kira ödemelerinin resmi kayıt bilgilerini açıklayabilir mi?
* * *
Dilerim, bu sorulara Başbakan gerekli cevapları verir ve havuz problemi çözülür.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2010
ON gün kadar önce, birkaç gazeteci arkadaş ile birlikte, Koç Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Umran İnan ile sohbet etme şansını yakaladım.
Prof. İnan 36 yıldır ABD’nin en saygın üniversitelerinden Stanford’da uzay fiziği dalında çalışmış. Sohbetin hemen başında İnan’ın “normal yurdum insanı” bir profesör olmadığı belli oldu. İzah etmesi zor ama o “Türk gibi” düşünmüyor. Sanırım, Anglosakson tarzı düşünce üretme geleneği geçtiğimiz 36 yılda İnan’ın düşünce sistematiğini analitik sorgulayan, dolayısı ile kesin hüküm vermekten kaçınan ama düşündüğünü söylemekten çekinmeyen bir yapıda şekillendirmiş. İyi de yapmış.
Bu tip insanlar yeni tanıştıkları insanları çabuk rahatlatırlar. Samimi tavırları insanları kolay kaynaştırır. Nitekim, o gün de öyle oldu. Hepimiz kendimizi ifade etmekten, Umran İnan’a aklımıza gelen her türlü soruyu sormaktan hiç çekinmedik.
İleriki yıllarda uluslararası başarılara imza atacağına iman ettiğim Türk üniversiteleri arasında yer alan Koç Üniversitesi, o gün inandım ki, Prof. İnan ile birlikte bilimin ana maddesi insan kaynağına (gerçek bilim adamına) daha da fazla yatırım yapacaktır.
* * *
Türkiye’deki üniversiteler yakın geçmişe kadar bilgi üretmek yerine bilgi nakletmeyi tercih eden bir yaklaşımı benimsediler. Araştırma&geliştirmeye, Türk sanayisi gibi, onlar da fazla önem vermediler. Bilgi üretme zaafının nedenleri dar finans kaynaklarında aranacağı gibi bilim üretme geleneği zayıf Türkiye ikliminde de aranmalıdır.
Üniversiteler gibi sanayi de, kolaycı bir yaklaşımla, hazır bilgiyi tüketmeyi şiar edinince Türkiye uzun yıllar kopya-sanayi ürünleri ile yetindi.
Prof. Dr. Umran İnan bu durumun son yıllarda değişmeye başladığını söylüyor. Bilgi üretmenin ekonomik değerini doğru değerlendirecek sanayi ve üniversite yöneticileri birlikte bilimde uluslararası rekabete açık bir Türkiye yaratabilirler.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2010
Perde 1:Genelkurmay Sözcüsü’nün yargılanan askerlerin pekala terfi edebileceğini savunan masumiyet karinesine atıfta bulunduğu basın açıklamasının hemen ardından, mesai saati sona erdikten sonra, bir cuma akşamı, 5 ay sonra yargı önüne çıkacak
102 emekli ve muvazzaf subay hakkında mahkemede tutuklanmaya dönüştürülmek üzere yakalama kararı çıkar.
Perde 2:
İlk sahnede hakkında yakalama kararı verilen bir emekli general İstanbul’da teslim olmak üzere Bodrum Havaalanı’na geldiğinde polis tarafından yakalanır. Diğer sahnede İçişleri Bakanı, hakkında yakalama kararı bulunan bir muvazzaf general ile birlikte Amanos Dağları’nın teröristlerden arındırılması için birlikte toplantı yapar. Yolda yürürken ikisi polis tarafından korunur.
Perde 3:
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2010
GEÇEN pazar günü (25.07) Akşam Gazetesi’nde Şenay Yıldız ABD Utah Üniversitesi’nden Profesör Dr. Hakan Yavuz ile bir söyleşi yayınladı:<br><br>“Türkiye’deki dönüşümde kaybeden Gülen cemaati.” Hakan Yavuz AKP ve Gülen cemaatini yakın takip eden ve görüşlerini ilgi ile izlediğim bir bilim adamı.
Yavuz’un bu söyleşide yer alan “AKP analizi”ni AKP’yi anlamak isteyen herkes okumalı. Ben bugünkü yazımda hepimizin çok merak ettiği ama bir türlü tam teşhis koyamadığı “Gülen cemaati ile AKP ilişkisi” üzerine Yavuz’un söylediklerine dikkat çekmek istiyorum. İşte bazı sözleri:
* * *
“... Bunlar (örneğin Zaman Gazetesi - C.Ü.) artık iktidarla içlidışlı olmuş, cemaatten çok AKP’ye biat eder hale gelmişler... Türkiye’de cemaatin içinde bulunduğu bağlam ile ABD’de cemaatin koşulları aynı değil. Ayrıca ‘Her şeyi hoca yönlendiriyor’ gibi basit bir düşünce içinde olmamamız lazım. Pek çok iş Hoca’ya rağmen yapılıyor. AKP-cemaat ilişkilerine baktığınız zaman, bu bir koalisyon. Fakat, cemaat mensubu birçok üniversiteli AKP sayesinde bürokrasiye girebildi ve yüksek mevkilere geldi. Bu nedenle, şimdi AKP’ye daha fazla biat eder hale geldiler. Artık onların dinleyeceği kesim Fethullah Gülen değil, Recep Tayyip Erdoğan...”
* * *
Hakan Yavuz haklı! Neden?
Yavuz ile hemfikirim:
“... Eskiden tüm siyasal partilere eşit olan cemaat, şimdi taraf oldu ve bugün artık Gülen hareketi AKP ile özdeşleşti. Ama, cemaat-AKP teknesi su alınca, ilk giden cemaat olacak... Cemaat içinde AKP ile ilişkilerin çok ciddi tartışıldığından haberdarım. Cemaat de homojen bir yapı değil...”
* * *
AKP, Milli Görüş kökenli yerel bir hareket. Gülen hareketi ise evrensel mesajlar taşıdığını iddia eden İslam kökenli ama uluslararası bir yapılanma.
Gülen hareketi Türkiye’de her kesimde saygınlığını tüm partilere aynı mesafede durarak korurdu. En büyük silahı aktif siyasetten uzak durmasıydı.
Hayatının her safhasında sertlik/çatışma/baskı/zordan uzak duran Fethullah Gülen’in “Mavi Marmara” çıkışı ile AKP ile kendi arasına mesafe koyması Gülen’in ABD’de yaşıyor olmasından öte genel dünya görüşü ile de ilgilidir.
Gülen hareketi hiçbir zaman Milli Görüş, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler vb. türü görüşlere yakın düşmemiştir. Şimdilerde Arap dünyası ve İran’la kol kola giren AKP’nin aksine; gerek Ortadoğu’da, gerekse İran’da sempati ile karşılanmamaktadır.
Benim tanıdığım Gülen Hareketi İslam’a Ortadoğu’dan değil, dünyadan bakar!
* * *
Koskoca bir cemaat/hareketin tek merkezden yönetildiğini zannetmek safdillik.
Arada muhakkak mecburi organik bağlar var ama ABD’nin Gülen’i, Gülen’in de Türkiye’deki milyonlarca taraftar/sempatizanına emir komuta zinciri içinde hükmettiğini düşünmek dünyayı basit beyinleri ile anlamaya çalışanların işine gelen bir şema!
Hatta, Fethullah Gülen’i basit siyasete indirgemek de ona haksızlık!
Ancak, Hakan Yavuz haklıdır. 27 Temmuz 2007’den sonra tamamen AKP’nin dümen suyuna giren Hareket’in bazı ileri gelen mensupları, iktidarı elinde tutanın gücü sayesinde, sadece AKP’nin işine geleni yapan kişiler/oluşumlar haline gelmiştir.
Bu durumdan da en fazla Recep Tayyip Erdoğan memnundur!
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2010
GENELKURMAY Sözcüsü’nün yargılanan askerlerin pekâlâ terfi edebileceğini savunan masumiyet karinesine atıfta bulunduğu basın açıklamasının hemen ardından, mesai saati sona erdikten sonra, bir cuma akşamı, 5 ay sonra yargı önüne çıkacak 102 emekli ve muvazzaf subay hakkında çıkarılan yeniden tutuklama kararı Türkiye’de hukuk ile siyasetin ne kadar iç içe geçtiğinin çok açık bir resmidir. Daha evvel de tutuklanan bu sanıklar sonradan salıverilmişler ama hiçbirisi kaçmamıştı. Salıverilme ile yeni tutuklama kararları arasında davaya yeni herhangi bir delil de sunulmamıştı. Ama, tutuklama kararı çıkmıştır!
Çetin Doğan’ın teslim olmak amacıyla kendi iradesi ile Bodrum Havaalanı’na geldiği sırada gözaltına alınması siyasi kararın görüntülü belgesidir.
“Bir taraf”, “diğer taraf”a “Yemezler, bizim dediğimiz olacak!” demiştir.
* * *
Ergenekon Davası etrafında şekillenen her türlü dava, başta hukuki içerik taşısa da, hatta haklı iddianamelere dayansa da, sonunda teker teker siyasi davalara dönüşmektedir.
Kimseyi hukuk kurumunun aldığı ağır darbeler ilgilendirmiyor.
Artık, “tutuklama” kararlarına da, “salıverilme” kararlarına da, hatta sağlık nedeni ile hastaneye kaldırılmalara da toplum “bir taraf”ın “öbür taraf”a attığı gol olarak bakıyor.
* * *
Artık iman ettim ki, Balyoz Davası 2003-2004 dönemine dek TSK’da var olan darbeci/AKP karşıtı komutanların arasında halen emekli olmayanlarının tasfiye edilmesi mücadelesidir.
Tutuklu komutanlar bu seneki YAŞ Toplantısı’nda terfi edemeyecekler ve TSK’daki uzun yıllara dayanan terfi planlaması altüst olacaktır.
Bu arada 102 sanığın avukatları birkaç gün içinde bir başka mahkemeden bilmem kaçıncı defa salıverilme kararı çıkartabilirlerse tasfiye operasyonuna bir nebze engel olabilirler.
Yeni bir salıverilme kararına da şaşmamak lazım!
Ancak, bu arada tutuklanması istenen 25 general ve diğer muvazzaflar o kadar yıpranmış olacaklar ki, onların kritik görevlere getirilmesi çok zorlaşacak, terfiler ancak TSK’nın siyasi erke ve hatta toplumun belirli bir kesimine diretmesi sonucunda mümkün olacaktır.
Siyasi bir irade, TSK’da insan kaynağı planlamasına hukuk üzerinden müdahale ederek, ağustos sonunda Genelkurmay Başkanı olacak Org. Işık Koşaner’in beraber çalışmak istediği kadrolar şimdiden ağır yara almıştır.
Koşaner istediği kadrolarla çalışmakta çok zorlanacaktır.
* * *
2003-2004 döneminde TSK içinde “darbe âşıkları” olduğunu bizzat yaşadıkları ile bilen kişilerdenim.
Onların cezalandırılmasını, halen muvazzaf olanların tasfiye edilmesini candan istiyorum.
Ancak, her şeyin hukukun üstünlüğü ilkesine dayanması gerektiğini de bu köşede elimden geldiğince haykırıyorum.
Hukukun teferruat olduğu, kurunun yanında birkaç yaşın da yanmasının tasfiye işleminin ruhunu etkilemeyeceğine inananlara tepki duyuyorum.
Çok basit bir nedenle:
Hukuk bir gün bana da lazım olabilir ve o gün ben de birkaç kurunun (suçlu) yanında gariban bir yaş (suçsuz) olabilirim!
102 kişinin bir araya gelip Fatih Camii’ni, kalkışmaya zemin hazırlamak amacıyla, yakmayı planladıkları iddiasını aklım almıyor, eğer iddia doğruysa, değil bu kişileri cezalandırmak, TSK gerçekten feshedilsin, yerine Mümtaz’er Türköne’nin tasavvur ettiği yeni ordu kurulsun!
Ama iddia yalansa, Mümtaz’erler de gereğini yapsınlar!
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2010
BU köşede 21 Temmuz 2010 tarihinde bir tıp profesörü tarafından kaleme alınan “Sağlık Bakanı’na Bir Cevap” başlıklı yazıyı kale aldım. Bugün de Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ’ın cevabi yazısını, yer darlığı nedeni ile kısaltarak ama ruhunu bozmadan yayınlıyorum:
* * *
“Bugün bir tıp profesörüne ait olduğunu ifade ederek, ‘Alternatif bir görüş sunuyorum’ şeklinde köşenizde yer verdiğiniz mektubun sahibi, konuyla ilgili herhangi bir çözüm önerisinde bulunmadığı gibi, haksız suçlamalarda bulunmakta, gerçekleri saptırmaya çalışmaktadır. Şöyle ki;
AK Parti Hükümetleri olarak uyguladığımız Sağlık Politikaları hiçbir zaman popülist olmamıştır.
Mektup sahibinin kullandığı şu cümle çok ilginçtir: ‘... Ancak ne sağlık sorunları çözülmüş, ne de kimse mutlu olmuştur...’ Ülkemizin birçok sağlık sorunu da Sağlıkta Dönüşüm Programı ile çözülmüştür. Nitekim hem Türkiye’de sağlıkla ilgili memnuniyet artmış, hem de OECD, Dünya Sağlık Örgütü, benzeri birçok uluslararası kuruluş ve ülke Türkiye’de başarı ile uygulamakta olduğumuz Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı takdirle değerlendirmiş ve örnek göstermiştir. Bilim adamı olmanın gereği bu ülkede yaşanan gerçekleri (takdir etmese bile) görebilmektir.
* * *
‘Bu sektörde de en iyi hizmeti satın almanın kuralları liberal ekonominin diğer alanlarından farklı olmamalıdır’ şeklinde ortaya konulan yaklaşım, sağlık alanıyla ilgili olarak söylenmesi bakımından oldukça düşündürücüdür. ‘Vatandaşımız, en iyi sağlık hizmetini alabilmesi için mutlaka muayenehaneye gelmeli ve mutlaka yüklü miktarlarda para ödemelidir!’ anlamına gelen düşünce tarzının bu kadar içselleştirilmesinin takdirini size ve değerli okurlarınıza bırakıyorum.
* * *
‘Üniversite veya devlet hastanesinde istediği hekime tedavi olmak isteyen hasta bu hakkını nasıl kullanacaktır?’ diye soran ve cevabını da ‘Muayenehaneye yönlendirilerek, hoca farkı adı altında özel muayene veya özel ameliyat parası ödeyerek’ şeklinde duymak isteyen bir bilim adamı yaklaşımı da ilginçtir.
Bu ülkenin mevcut imkân ve kaynaklarını bilen ve rasyonel davranmak durumunda olan herkesi rahatsız eden, bazı hocaların muayenehane işletmesi veya buradan para kazanması değildir. Zaten Tam Gün Yasası’nı zorunlu kılan en önemli gerekçelerden birisi de ülkemizdeki hekim sayısının yetersizliğidir.
Biz Tam Gün Kanunu ile hekimlerimizin mesailerinden optimum seviyede yararlanmak, halkımıza hak ettiği sağlık hizmetini en iyi şekilde vermek, bunu yaparken, bir yandan vatandaşımızın ‘hoca parası’, ‘bıçak parası’ gibi isimler altında etik olmayan ödemeler yapmak mecburiyetinde bırakılmasına engel olmak, bir yandan da, bir kısım hekimlerimiz tarafından suiistimal edilen ve çoğunlukla da sistemden kaynaklanan kötü uygulamalar nedeniyle tüm hekimlerimizi töhmet altında koyan sistemin ortadan kaldırılmasını amaçladık.
* * *
Özellikle vurgulamam gerekir ki, muayenehanesi olan bazı hekimlerin kamudaki konumlarını, servis ve yataklarını milletten ‘para almak’ adına kullanmaları, bunu da muayenehanelerine yönlendirerek yapmaları hekimlerimiz de dahil hepimizi rahatsız eden bir gerçektir.
Etik dışı uygulamalara son vermek, hasta-hekim arasındaki para ilişkisinin sona erdirilmesiyle mümkündür ve bunu gerçekleştirmek için her türlü tedbiri almaya ve kararlılıkla uygulamaya devam edeceğimizi belirtmek isterim.”
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2010
REFERANDUM tarihi 12 Eylül’e rastlayınca Başbakan bu “tarihi fırsatı” kaçırmak istemedi ve referandumu “12 Eylül hesaplaşması”na dönüştürme gayretine girdi. Böylece, referandumu iktidara güven oylamasından çıkarıp, soldan sağa geniş bir yelpazeye yayılan 12 Eylül mağdurlarının tepki oylarına çevirmeye çalışıyor.
Siyaseten bu taktiğe bir itirazım yok. Ancak Başbakan bu amaçla 12 Eylül süresince faşist cunta tarafından asılan gencecik insanları, kusura bakmasın ama, kullanmaya kalkınca üzüldüm.
Hadi 30 yıldır bu konuda kimse bir şey yapmadı ama iktidarının 8. yılında Başbakan’ın aniden 12 Eylül mağdurlarını hatırlaması bana samimi gelmedi.
Başbakan’ın yalandan ağladığını katiyen söylemiyorum, muhakkak o insanların son mektuplarını okurken o da üzüldü ama ancak bir referandum döneminde partisine “propaganda stratejisi” seçerken asılan gençleri hatırlaması “hoş” değil.
Başbakan geçtiğimiz 8 yıl içinde herhangi bir “12 Eylül yıldönümü”nde bu konuşmayı yapsaydı, kendisine eşlik ederdim.
* * *
Hadi gelin bugün basit bir çalışma yapalım.
1) Bundan 30 yıl önce solcular asılırken vatandaş Recep Tayyip Erdoğan, öte tarafta sağcılar asılırken vatandaş Kemal Kılıçdaroğlu ne düşündü, ne hissetti, ne yaptı?
2) Bugün demokrasi havarisi kesilen gazeteciler 12 Eylül’ü zamanında nasıl karşılamışlardı?
3) Zamanında Kenan Evren’i evinde ağırlayanlar, “12 Eylül’ün gerekçesi haklıdır; 12 Eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür” diye yazanlar şimdi dönüp eskiye baktıklarında kendilerini nasıl hissediyorlar?
4) 12 Eylül öncesi ve hatta sonrası birbirini “faşist” veya “komünist” olarak yaftalayıp, sokak ortasında, ev basarak öldürenler veya buna niyet edenler veya katili bilip de susanlar veya içten içe onaylayanlar bugün nasıl bir ruh hali içindeler?
* * *
12 Eylül Faşist Cuntası ile tabii ki hesaplaşalım. Bu görüşümü bu köşede daha önce de yazdım. Ama hesaplaşamayı Kenan Evren’in mümkün olmayan yargılanmasına indirirsek, 12 Eylül’de kim mağdur oldu, kim kazançlı çıktı tartışmasına girersek; bu konuda hiçbirimizin samimi olmadığı, herkesin nalıncı keserini kendine yonttuğu kısa sürede ortaya çıkar.
Hesaplaşacaksak önce kendimizle, sonra birbirimizle hesaplaşalım.
28 Şubat’ta mağdur olan İslamcıları savunmak için bir solcu dostuma “Bu durumu en iyi sen anlarsın, sen de 12 Eylül’de çekmiştin” dediğimde aldığım cevap:
“Şimdi sıra onlarda” olmuştu!
* * *
Benim derdim kimseyi 30 yıl önceki görüşlerine mahkûm etmek değil. 30 yılda hepimiz değiştik. Ben herkesten sadece samimi bir “özeleştiri” bekliyorum.
“O zamanlar şöyle düşünüyordum ama şimdi o görüşlerimden rahatsızım, artık böyle düşünüyorum” diyecek babayiğitler arıyorum.
* * *
Bu ülkede “herkesin kendisine demokrat” olması ve bunun sonucu ortaya çıkan karşılıklı riyakârlık beni çok rahatsız ediyor.
“12 Eylül mağduriyetini” bir yarış haline getiren ak saçlı ihtiyarlara çok kızıyorum!
Bari, aramızdan hayatlarının baharında ayrılan gençlerin hatırasını iğfal etmeseler!
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2010
TAM Gün Yasası Anayasa Mahkemesi tarafından kısmen iptal edildi. Başarılı öğretim üyelerini Üniversite’de kalmaya ikna edeceği için yasanın iptal edilmesi beni mutlu etti. Ama, belli ki Sağlık Bakanı’nı çok kızdırdı. Bugün bilimsel değeri Tıp âleminde tartışmasız kabul görmüş bir Tıp profesörünün bana yolladığı mektubu yayınlayarak, Sağlık Bakanlığı’na alternatif bir görüş sunuyorum:
* * *
“Tam gün çalışma ilkesi kolayca desteklenen, kulağa hoş gelen bir kavramdır. Bu nedenle popülist hareketlerin ilgi odağı olmuş ve siyasi partilerce kullanılmıştır. Bu kavramın cazibesine kapılıp kanun haline getiren hükümetler de ‘Tam Gün Yasası’nı çıkararak sağlık sorununu çözdük!’ sloganı ile hekimleri de suçlayarak bu başarıyı halka takdim etmişlerdir. Ancak ne sağlık sorunları çözülmüş ne de kimse mutlu olmuştur.
Tam gün çalışma ile kastedilen yapı Türkiye’de hemen her alana yayılan ‘Ya hep ya hiç’ anlayışının, katılığın, devletçiliğin bir ürünüdür. Bu sektörde de en iyi hizmeti satın almanın kuralları liberal ekonominin diğer alanlarından farklı olmamalıdır. Son ‘Tam Gün’ savaşında da Sağlık Bakanı tüm sağlık kurumlarını eski demir perde ülkelerini aratmayacak ölçüde kontrol altına alan bir dayatma içine girmiştir. Bu tutumda, önceki sağlık uygulamalarının oya tahvil edilmesi rol oynamıştır. Tam Gün Yasası’nın kısmen iptali sonucu Sayın Bakan kontrolünü kaybederek hekimlere karşı halkı kışkırtma yolunu seçmiştir. Muayenehanesi olan tüm hekimlerin suistimalci olduğu iddiası bunun bir örneğidir. Bunu yapanın ‘Hekimlik Andı’na sadık kalacağına söz vermiş bir hekim olmasına inanmak zordur.
* * *
Her meslekte olduğu gibi mesleğini kötüye kullanan hekimler olabilir. Ancak bunu tüm hekimlere genellemek dürüst bir davranış mıdır? Sayın Bakan kendi muayenehanesini de bu amaçla mı kullanmıştır? Tüm hekimlere iftira atarak müfteri durumuna düşmüyor mu? İnanç sisteminde bunun yeri nedir?
Bugün yarım gün çalışan bir öğretim üyesi devletten sadece 1300 TL civarında maaş almaktadır. Buna karşın, muayenehanesinde insan çalıştırmakta, KDV, vergi ödemektedir. Bu durum Sayın Bakan’ı neden rahatsız etmektedir? Muayenehaneden hasta yatırmayı önlemenin birçok yöntemi vardır. Bu konuda hangi tedbirler alınmıştır? Üniversite veya devlet hastanesinde istediği hekime tedavi olmak isteyen hasta bu hakkını nasıl kullanacaktır?
Belli ki Sayın Bakan bu işi artık bir kan davası haline getirmiştir. Muayenehanesi olan hekimleri hasmı gibi görmektedir. Bu psikolojik durumun nedenlerini araştırmak bu yazının amacı değildir. Ancak, hekimlerin yakın zamanda, çoğu “yandaş” özel hastanelere çaresizce teslim olacakları bir dizi oyundan kurtulmak için mücadele etmeleri gerekeceği açıktır. Eğer Sayın Bakan kızmazsa!
* * *
Gerçek çözüm ise hekimlerin Ankara’dakilerin küçük hesaplarına alet edilmemelerinden geçmektedir.
Bırakın her hastane, her üniversite kendi ihtiyacını kendi belirlesin.
Bazı kurumlar belki tam günü esas alacak, diğerleri ise yarı zamanlı çalışmaya da imkân tanıyacaktır. Halkı da, hekimleri de tatmin edecek çözümler üretilecektir. Biraz akıl, hoşgörü ve ağırbaşlılık sanırım çözümü getirecektir.”
Yazının Devamını Oku